Turgut Özben: ARIZANIN POETİKASI

  • Turgut Özben: ARIZANIN POETİKASI

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 12:40'de 11 Temmuz 2024

    ARIZANIN POETİKASI*

    Makale Yazarı: Birgül Oğuz

     

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Ocak/Mart 2011) 5. sayıda yayımlanmıştır.

    Adalet Ağaoğlu, “Dar Zamanlar” üçlemesinin ilk romanı Ölmeye Yatmak’ı yazdığı sırada, Oğuz Atay da Tutunamayanlar’ı yazmaktadır. Ağaoğlu, Tutunamayanlar’ı okuduktan sonra Oğuz Atay’la yaptığı kısa bir sohbetin ardından günlüğüne şöyle yazar:

    “Tutunamayanlar’la benim yayımlanamayan roman arasında tuhaf bir benzerlik olduğuna da değindim. Bu ikimizin de resmi ideolojiyi ironik bir biçimde sorgulayışımızdı. […] Beni hâlâ heyecanlandıran ise, resmi ideolojinin at gözlüğü takmış biçimde tek yönlü rap-raplaşmasından duyulan tedirginliğin edebiyatımızda ‘sivilceler çıkarmaya başlamış bulunması.’ #Sivilce iyidir. Hem sivil, hem ce’dir; gözle görülmektedir ve gecikmeden tedaviyi gerektirir.” (1)

    Her iki roman da bireyin kendiyle, dünyayla ve kendi entelektüel kimliğiyle kurduğu bilinç ilişkisini dışlaştırdıkları, kişisel geçmiş ve ulusal geçmiş arasındaki koşutluğu ortaya koydukları ve resmi ideolojinin birey üzerindeki belirleyici etkisini yazının konusu yapabildikleri için #Türkedebiyatı tarihinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Ancak Tutunamayanlar, taşıdığı biçimsel yenilikler açısından Ölmeye Yatmak’tan oldukça farklıdır. Ağaoğlu’nun yerinde benzetmesiyle, her yönüyle bir “sivilce” ya da “#arıza” romandır.

    Atay, Tutunamayanlar’la başlattığı arızayı Tehlikeli Oyunlar’da bir arıza manifestosuna dönüştürür. Bir “sivilce roman” yazmıştır, evet; ikinci romanında da neden bir “sivilce roman”dan başka bir şey yazamayacağını, bu sefer yazarlık kurumunu metnin başat konusu haline getirerek tartışacaktır. #TehlikeliOyunlar’daki kakofoni, birbirinin üzerine devrilen söylem katmanları, soluksuz anlatma telaşı, geç kalmışlık duygusu, gülünç düşme korkusu, ciddiye alınmama endişesi ve dilsel bir çıkmazın içine hapsolmuşluk, aynı anda hem Hikmet Benol’un hem de romanın sorunları olarak ele alınır. Hatta bu ikisini birbirinden ayırmak neredeyse olanaksızdır. Zaten anlatı bir olanaksızlık duvarına çarptığında, #HikmetBenol da tuzla buz olacaktır. Oysa Tutunamayanlar’da yazarlık kurumu biraz daha “dışarıdan” sorunsallaştırılmıştır. Merkezde yazarlık kurumu değil, Selim Işık ve onun geç kalmışlıkları, entelektüel açmazları vardır. Selim’in intiharı edebi değil, varoluşsaldır. Tehlikeli Oyunlar’da intiharın hem öznesi hem nesnesi olan dil, Tutunamayanlar’da Selim’in neden intihar ettiğini anlamamıza imkân ve mekân sağlayan bir araçtır.

    Tutunamayanlar’da dil, roman kahramanlarının mücadele ettiği (boşuna bir mücadeledir bu) tek hasımdır. Roman başlığında da açıkça ima edildiği gibi, anlatı, içerdiği uslüp karışımıyla, aslında tutunamamaktadır: Baltalar, keser, ayırır ve tutarlı bir yapı oluşturmamak üzere tasarlanmıştır. Karakterleri parçalara ayırır, hayal edilebilecek tüm diyalog biçimlerine engel olur; hiçbir güvenilir bilgi içermez; yalnızca yarım kalmış metinlerde kendisi olarak yer alır; akla uygun, ikna edici tüm ifade, mübadele ya da iletişim girişimlerinde yenik düşer, ta ki #başkahraman #Turgut ve ikizi arasında başlayan şizofrenik diyaloğa kadar. […] Atay’ın Tutunamayanlar’daki dili kasten gürültülüdür, hatta kakofoniktir; yüksek seslidir, #şiddetli, #aceleci ve hedefsizce saldırgandır. (2)

    Selim Işık, başkalarının dilinin parodisinden başka bir şey olmayan bu yamalı dilin mecburu ve perişanıdır. Gecikerek modernleşmiş bir ülkenin kültürünün mirasçısı, “az gelişmiş bir babanın #azgelişmiş oğlu”dur. Bu gecikmişlik ve geriliği aşamadığı sürece, kendine ait bir dil yaratamayacağını bilir. Bir yandan da Batı kültürünün doğal bir mensubu olduğu duygusuyla bu kültürün temsilcilerince ciddiye alınmama korkusu arasında sıkışır ve hareket alanını yitirir. Bu ötelenmenin sorumluluğunu ise kısmen ve nefretle, devraldığı geleneğe atmak ister. (3) Ancak bu az gelişmiş babalardan kalma mirasın reddiyesi Selim’e değil, “takib-i macera-i Selimdir bütün şiir” diyen #TurgutÖzben’e düşecektir: “Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum #Olric. Ben Karagöz filan değilim.” (4) Turgut, ancak bu mirası reddettikten sonra yazarlığa geçiş yapabilecektir. Tarihi kendiyle başlatmaya mecburdur, evet; ama bir varsıllıktansa bir yoksulluğu ifade eden bu “az gelişmiş” mirasın yükünden de kurtulmuştur.

    Hiçbir şeye #yetememe endişesiyle, yazdığı her şeyi yarım bırakan Selim ise kendi ölümünü de anlatma endişesinin son halkası haline getirir. Selim “her işinde olduğu gibi, şarkıları yazmaya da bir Türk gibi başlamış ve bütün iyi niyeti ve çabasına rağmen, İngiliz gibi bitirememiştir” (Tutunamayanlar, s.159). Sorun başlangıçlarda değil, başlananı sonlandıramamadadır. Her şey eksik kalmaya mahkûmdur. Bir sona götürülmeye kalkışıldığı anda #ucuzlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalan sayısız söylem katmanının üst üste yamanmasından oluşan unufak bir dildir onunki. Bu farkındalıkla yaşar, bu eksiklik duygusuyla başa çıkabilmek için dünyayla kurduğu dilsel bağı ironiden bir kalkanla savunur: “Selim Işık, dünü bugünü yarını işte bu ortam içinde öldürdü. Eksiklik duygusunun acısıyla güldürdü. Ucuz düşüncelerindeki ucuz düzen, ucuz romanların ucuz yaşantısı, ucuz huysuzlukların ucuz saplantısı, ucuz ucuz ucuz ucuzdu, Dalgın, sinirli, suskun, huysuzdu” (Tutunamayanlar, s.127).

    Atay’ın ironisi eksiklik duygusunun acısıyla birebir bağlantılıdır. Tıpkı #romankahramanları gibi o da anlatmak zorundaydı ancak anlatamayacağını, sonlandırdığı her söylemin zaten başkalarınca çoktan dillendirilmiş bir söyleme denk düşeceğini, bu yüzden de anlatınca gülünç düşeceğini biliyordu. Bu bilgiyi bir anlatım ve yazın tekniğine, ironiye dönüştürerek çıkış yolu buldu. (5) Böylece, anlatıcıyı kendi anlatısından, yereli evrenselden, taşrayı merkezden, Doğuyu Batıdan koruyordu. Ancak verili bir gerçekliğin altını oymaya, onu bir yenisiyle değiştirmeye çalışmıyordu. Yetersizliğinin ve modernizme gecikmişliğinin fazlasıyla bilincindeydi “ama kuğu diline çevirerek kurtardığı, temize çıkardığı, hakkını iade ettiği bir hakikat yoktu.” (6 )

    Atay, dilde amaçlı bir anlamsızlık ve çözümsüzlüğü ortaya koymayı değil, kültürel sıkışmışlığın bir tezahürü olarak entelektüel üretimin temel sorunlarını işaret etmeyi istemiştir. Niyeti, kakofonik bir anlatı dili yaratarak, dilin işaret edebileceği olası tek anlamın “anlamsızlık” olduğunu dillendirmek değildir. Tersine, entelektüelin anlamsız bir söylemler yığınına dönüşmüş, kendi olanaksızlığından başka bir şey dillendiremez hale gelmiş, yani kendi temsil olanaklarını yitirmiş diline ayna tutarak, entelektüelin ve entelektüel üretimin hâl-i hazırdaki durumuna dikkat çekmektedir. Anlamsızlığın değil, anlamın peşindedir. Dili yadsıyarak değil, dili içerden zorlayarak anlama ulaşmaya çalışır: “Bu arayışta uyumsuzluk ve başkaldırı olmakla birlikte dili yadsımak yer almaz. Olsa olsa bu arayış, aşkınlığın dilini bulamamış olmanın acısını yansıtır. Selim Işık bu acıyla ölür.” Yaşamı da yazısı da şarkısı gibi yarım kalır. (7)

    İşte Turgut Özben, Selim’i intihara götüren nedenleri ortaya çıkarmaya, böyle yapmakla da, onun yazmaya başladığı ancak bitiremediği metni, yani yazı-yaşam özdeşliği ekseninde yaşamın metaforu olan yazıyı tamamlamaya çalışır ve bunu gerçekten de kayıp metinlerin peşine düşerek yapar.

    İNTİHAR
    Konuşmakla olmak arasındaki orantısızlık Tutunamayanlar’da derin ve ağırdır. #Kahramanlar konuşarak var olur. Eylem ve insan ilişkileri ancak tâli bir öneme sahiptir. Selim bu durumun en uç temsilcisidir. #Konuşmak, #düşünmek ve okumaktan ibaret olan hayatının karşısında mutlak bir mahrumiyet vardır. #Kararalmak ve #eylemegeçmek korkusu öyle ağır basar ki hayata dahil olamaz. (8) Bu dünya sancısı nedeniyle Selim hayata katılmamış, katlanmıştır.

    Selim’in intiharı, “aşkınlığın dili”ni bulamayışının, içine mıhlanıp kaldığı eylemsizliğinin nihai sonucu olarak belirir. Ancak, ister modernliğe gecikmiş bir çevre ülke aydınının çevresel koşullar nedeniyle içine tıkılıp kaldığı kabarık bilincinin yıkıcı bir dışavurumu diyelim, ister bütün dilsel dışavurum olanaklarını sonuna kadar tüketmiş bireyin kendini son bir kez anlatma çabası olarak niteleyelim, bu #intihar bir vazgeçişten çok bir eylem, hatta başka eylemleri tetiklemek üzere gerçekleştirilmiş bir ilk devindiricidir.

    Tutunamayanlar, bir intihar mektubuyla başlar. Selim’in mektubunu okuyan Turgut, artık bu dünyaya ait olmayan çünkü yaşamı yadsıyan bu sesin çağrısına bir süre direnir, ama sonra ona kapılır. Arkadaşının intiharının nedenlerini aydınlattıkça evinin dilini yitirir ve dünyayla uzlaşmaksızın orada bir biçimde varolmanın yolunu aramaya başlar. Selim’in intiharı her ne kadar onun adım adım ilerleyen depresyonunun, içindeki o “değişmez, bükülmez çekirdek”in onu kaçınılmaz bir biçimde götürdüğü karamsar sonun anlatımı olsa da, temelde, eylemselliğe çağrı niteliği taşır. Tutunamayanlar’da intiharın asıl işlevi budur. Selim’in intihar mektubunu okumayız, ama romanın kendisi bu mektubun işlevini görür. Yani Selim’i intihara götüren sürecin ipuçlarını verir. Tıpkı bizim gibi bir okur olan Turgut da Selim’in vedasındaki işaretleri bulup okuyarak alternatif bir hayat dilinin olanaklarını araştırır.

    NE YAPMALI?
    Turgut Özben’in peşine düştüğü metinler arasında, Selim’in yazmaya başladığı ve tabii ki yarım bıraktığı “Ne Yapmalı?”nın ayrıcalıklı bir yeri vardır. Bu metinde Selim, kurulu düzene kayıtsız bir suskunlukla teslim olmak ya da köklü bir eylem gerçekleştirip düzenin dışına çıkmak üzerine kafa yorar. Çözüm, değişimi öncelikle bireyin yaşantısında başlatmaktır. Ancak bu metnin Tutunamayanlar’da teşkil ettiği yerin önemi salt içeriğiyle açıklanamaz. Çünkü Tutunamayanlar’ın yoğun metinlerarası göndermeleri arasında bu metin, yalnız Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı?’sını değil, Hamlet’in ünlü tiradının başlangıcını da anıştırmaktadır:

    #Ne yapmalı? Bugüne kadar sürdürdüğüm gibi, çevremdeki kişilerin davranış ve tutumlarını bilinçsiz bir aldırmazlıkla benimseyerek bu renksiz, kokusuz varlıkla yetinmeli mi; yoksa, başkalarından farklı olan, başkalarının istediğinden çok farklı, köklü bir eylem isteyen gerçek bir insan gibi bu miskin varlığı kökten değiştirmeli mi?” (Tutunamayanlar, s.95)

    İşte bütün mesele budur.

    Uğradığı haksızlığın acısıyla her gece sabaha kadar bir parya gibi dolaşan, kendi işini kendi göremeyen, yitik ve zavallı bir hayalet babanın oğlu olan Hamlet’in, Selim Işık için önemi açıktır. Hamlet’in babasından devraldığı tek şey adaletsizlik ve iktidarsızlıktır. Kararsızlığının ve eyleme geçemeyişinin temelinde de eksiklik ve haksızlığa uğramışlık duygusu yatmaktadır. “Ne Yapmalı?” sorusu, kendi açmazlarının ve sıkışmışlığının nedenini çoktan bulgulamış kahramanın bir sonraki hamleye geçmeden önce sorduğu ilk sorudur. Bu soruya verilecek yanıt, verilebilseydi, eylemin de içeriğini belirleyecektir:

    Bu #Hamletvari açılış, Tutunamayanlar’ı oluşturan bölük pörçük metinleri tamamlaması gereken soru metnini ima eder – gerek bu pasajda gerekse Shakespeare’in oyununun bütününün sordurduğu (ve tabii ki yanıtlamadığı) soruların metnini. #Nedirinsan? Nasıl yaşamalıdır? Eylem mi düşünce mi önemlidir? #Yalan nedir? #Riya nedir? #Dostluk, #ihanet nedir? #Kadın nedir? Yaşamın anlamı var mıdır? #Sanat nedir? #Gerçek nedir? Ve akılduygu-delilik arasındaki ilişki nedir? (9)

    Çevresel koşulların “renksiz, kokusuz, miskin” bir varlığa dönüştürdüğü birey, çevresel koşullarla ima edilen düzenin dışına çıkmadığı sürece yaşama alanı da bulamayacaktır. Selim Işık “bir doğa varlığı gibi” (10) doğuştan bir tutunamayan, bir ex-centric olduğu için düzenin içinde soluk alamamaktadır. Düzenle arasındaki çatışmanın varoluşsal bir çatışma olmasının ve eyleme bir türlü geçememesinin nedeni de budur. Turgut ise Selim’in intihar nedeninin peşine düştüğünde, roman boyunca “Selimlik” diye adlandırılan, fragmanlara bölünmüş, bir bütünden çok parçaları eksik bir yapbozu anımsatan ana metnin okuru olmuştur artık. Zamanla bir hakikat arayışına dönüşen bu okurluk serüveni, Turgut’u, içinde bir “Yumuşakçalar Kralı” olarak hüküm sürdüğü düzenden uzaklaştıracak ve böylece Turgut “her yeni metni bulup çıkardığında, kurulmuş bir düzeni bozarak ilerleyecektir.” (11) Selim için bir tercihten çok kendi doğasının zorunlu bir getirisi olan tutunamama, Turgut’un durumunda bir tercih, hatta bir görev, yani bir eylem halini alır. Selim’in yarım bıraktığı, çünkü bitirmeye gücünün yetmediği metni Turgut tamamlayacak, yaratmaya gücünün yetmediği dili Turgut yaratacaktır. Zamanla, evinin dilini bile isteye terk edip soytarının dilini konuşmaya başlayacaktır.

    Tutunamayanlar, “tarihsel misyonlarını” ıskalayarak yaşayan entelektüellere ilişkin eleştirel bir eser olarak da okunabilir; ancak satır aralarında bir başka şarkı saklıdır: –alaycı da olsa– uyum sağlayamayanların şarkısı. Toplumun disipline edici aygıtına daima karşı koyan, ıslah olmaz bir insan tipinin şarkısı. Kişiliğinin karikatürü ve son ikamesi olarak zıpırlığa, maskaralığa sığınır; bu sığınakta toplumun uzun kolunun ona uzanması imkansızdır. (12)

    #Maskaralık” hem bir sığınak hem de “Ne yapmalı?” sorusuna verilen yanıtlardan biridir. Atay, o asla giderilemeyecek eksikliği, yarım kalan şarkıyı saf gürültüyle tamamlamaya çalışarak geleneksel estetiğin bakış açısına nasıl baş kaldırıyorsa, kahramanları da düzene ve düzeni meşru kılan söylemlerin tekmiline dil çıkarır. Ele avuca sığmaz, civa gibi kaçıcı, hiçbir doğruluk ya da haklılık zemini iddia etmediği gibi başkalarının üzerinde durduğu zemini de onların ayaklarının altından çekip alan, bütün kozlarını kaygan bir zeminde oynayan, çünkü ancak bu biçimde ayakta durabilen bir dildir bu.

    Turgut intiharı değil, bir deliler treninde yolculuk edip yazmayı tercih edecektir. Yazmak, kayıp metnin kalan kısmını tamamlamak ve kendisine de bundan böyle içinde barınabileceği bir dil yaratmak için gitmelidir. “Yeni bir dilbilgisi kitabı çıktı mı bugünlerde? Öznenin, yüklemin filan başka bir düzen içinde yerleştirilmesini sağlayarak beni istediğim anlama kavuşturacak böyle bir kitap. Ne diyorlarsa, yalnız onu demek isteyenler için geliştirilmiş düşünce ve ifade kuralları ne zaman bulunacak?” (Tutunmamayanlar, s.698) diye soran Selim’in isteğini de böylece gerçekleştirecektir. Zaten düzenin dikte ettiği düşünce dilinin sentaksını değiştirmeden yeni bir dil yaratmak olanaksızdır. Selim Işık, hem şaşmaz bir bütünlüğü, tam da Rönesans hümanizminin kavramsallaştırdığı anlamda mutlak bir İsevi budalalığı temsil eder, hem de içinde “sert ve bükülmez bir çekirdek” gibi taşıdığı bu mitik özün kurbanı olur.

    Selim’in İsevi “Işık”ını izleyen, onun toplumdışılığında anlatımını bulan mesajı okuyabilen Turgut, kendi yolculuğuna çıkar, yazarlığının bir tür önsözü olan Tutunamayanlar’ı da terk eder ve kaybolur. Onun başına ne geldiği, en sonunda bu dili yaratıp yaratamadığı belli değildir. Oğuz Atay bu sorunun yanıtını vermez. Ancak, bunu ister şizofreniyle ister soytarılıkla açıklayalım, Turgut’un eylemliliği ancak mevcut dilin dışına taşmakla, düzence henüz tanımlanmamış bir arızanın kendisi ya da müsebbibi olmakla mümkündür ve Turgut, bunu başarmış gibidir. Yani özgürleşme en azından olasıdır.

    NOTLAR:
    (1) Adalet Ağaoğlu, Damla Damla: Günler (İstanbul: Alkım Yayınları, 2004), ss. 226-27.
    (2) Jale Parla, “The Wounded Tongue: Turkey’s Language Reform and the Canonicity of the Novel,” PMLA123:1 (2008): 32.
    (3) Tatyana Seyypel, Oğuz Atay’ın Dünyası,çev. Tanıl Bora (İstanbul: İletişim Yayınları, 1989), s. 90.
    (4) Oğuz Atay, Tutunamayanlar,(İstanbul: İletişim Yayınları,1998), s. 550. Bu kitaptan yapılan diğer alıntılar doğrudan metnin içinde gösterilecektir (y.n).
    (5) Orhan Koçak, “Oğuz Atay Çözümsüzlüğün Yazarıydı,” Oğuz Atay’a Armağan: Türk Edebiyatının “Oyun/Bozan”ı,yay. haz. Handan İnci. (İstanbul: İletişim Yayınları, 2007), s. 257.
    (6) Orhan Koçak, “İroni mi fiaka mı?” Oğuz Atay İçin: Bir Sempozyum,yay. haz. Handan İnci ve Elif Türker (İstanbul: İletişim Yayınları, 2009), s. 248.
    (7) Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman(İstanbul: İletişim Yayınları, 2000), s. 221.
    (8) Seyypel, Oğuz Atay’ın Dünyası,s. 71-72.
    (9) Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman,s. 210.
    (10) Yıldız Ecevit, Ben Buradayım: Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005), s. 190.
    (11) Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman,s. 207.
    (12) Seyypel, Oğuz Atay’ın Dünyası,s. 107.

    #AdaletAğaoğlu #DarZamanlar #ÖlmeyeYatmak #resmiideoloji #sorgulamak #kişiselgeçmiş #ulusalgeçmiş #arızamanifestosu #yazarlıkkurumu #geçkalmışlık #entelektüelaçmazlar #oğuzatay #tutunamayanlar #turgutözben #selimışık

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
ARIZANIN POETİKASI* Makale Yazarı: Birgül Oğuz &n…
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi