Tuncay: Aşkım Bana Resimaltı
-
Tuncay: Aşkım Bana Resimaltı
Aşkım Bana Resimaltı*
Makale Yazarı: Nazê Nejla Yerlikaya
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ekim/Aralık 2014, 19. sayıda yayımlanmıştır.
#ÜmitKıvanç’ın akar gibi yazdığı, yazar gibi aktığı, “bir tür ‘ortam dinlemesi’” dedikleri, uçarı bir zihnin, ironik bir üslubun ürünü olan “#AşkımBanaResimaltı”, evlere, sokaklara, iş yerlerine, kadınların ve erkeklerin zihinlerine yerleştirilmiş bir dinleme cihazının deşifre edilip metin haline getirilmiş duygusu uyandıran bir roman. Yazar, romanda 80’li yılların insanlarının geniş caddeler ve yüksek binalar içindeki mutsuzluklarını, basit çıkar hesaplarını, iş hayatlarının kirli dünyalarını, kadın ve er- keklerin birbirlerini “ayartma”ya yönelik küçük stratejilerini ironik bir üslupla dile getirmiş ki bu durumların hepsi günümüzde de varlığını devam ettirmektedir. Yazar, konudan konuya, daldan dala atlayarak, yer yer bir gazeteci edasıyla okura nefes aldırmadan, bir aldatmacaya dönmüş toplumun laf kalabalığını lafı uzatarak anlatmayı tercih ediyor. Bu roman bir ortam dinlemesi olduğu için zihinleri ve mekânları dolduran bütün seslerin deşifresi elbette bir tür gevezelikle yapılmalıydı ki Ümit Kıvanç, her gün içinde olduğumuz bu geveze ortamları, ağzında gevelemeden, ifadeyi apaçık bırakıp olduğu gibi delice bir akışla dile getiriyor.
“sıcaklar geliyor, rakılar dolduruluyor, çatal-bıçak sesleri yükseliyor, ikişerli üçerli gruplar oluşuyor, birbirle- rinin omuzuna ellerini koymuş adamlar birlikte şarkı söylüyor, bir taraftan: Beyoğlu’nda geezeersiin, öbür taraftan: Akşaaam ooolduu, gel sevdiğiiim, arka taraf hızlı, mastikaya geçmiş bile, devrilen bardaklar, tamam anam, cjjanın sağossuuun, garson çocuk, tamamdır abi demeye zorlanıyor…”
“bizim Leyla da Süleyman’la evlenmiş, o ikisi Leylalar olmuşlardı. Hatta Nesrin de Zeki ile evlenmiş bu durumda onlar da, ne olmuşlardı? Nesrinler olmuşlardı, değil mi, aferin. Şimdi kitapları açın…”
“bu adama kafam basmıyor, çoluk çocuk, torunları falan varmış, evde karı marı, ulan biz her gece gelsek, abi bu hafta tamam, bi Ankaragücü kelek, n’olur belli değil, ama bizim çaycıyı bile oynattım, ke- sin, formül var bu hafta, Saray’a git oğlum, karı üç tane heriŞ idare ediyor da..”
Romanın ana kahramanı Tuncay, başarılı bir gazetecidir. Tuncay’ın Sermin adında bir eşi vardır ve Tuncay, Sermin onu terk edince Nilüfer’le evlenecektir. Tuncay’ın Sermin’den ayrılma nedenlerinden tutun da Nilüfer’i ayartıp evlendiği âna kadar süren bütün olaylarda, aşkın geri planda tutularak, kesilip biçilmiş, öyle olması istenmiş, istenmeyen bir durumla karşılaşılınca da yeni çıkar hesapları yapılan yüzeysel birliktelikleri görüyoruz.
Bu ezici çoğunluğun sahte ilişkilerinin yanında, aşka değer veren, saf, çıkarsız ilişkiler de vardır ancak bu romanımızın konusu değil. Bakın bu azınlık romanda nasıl dile getirilmiş:
“ne olursa olsun ezici çoğunluk karşısında hiç şansları yoktu. Uyanır uyanmaz gülümsemekle kazandıkları puanların da önemi yoktu. Çünkü ikinci elemeyi hiçbir zaman geçemeyeceklerdi. Geçememişlerdi, geçemezlerdi. Bu millet adama sabah sabah gülümsemenin bedelini öğretmesini bilirdi. Millet ödetmese devlet ödetirdi. Zaten ikisi hemen hemen aynı şeydi”
Yazar, anlamsızlık içinde yitip giden modern insanın pazara ilişkin taleplerini, kamu yaşamından özel yaşama kadar insani değerlerin yitirildiği modern çağın gürültüsünü, , seslerin birbirine girdiği mekânları dillendirerek, aşkların dahi pazara çıkarıldığı, kazanma- kaybetme kavramları üzerine oturtulduğu bu çağı ironik bir üslupla anlatıyor ve roman boyunca ironinin gücü tavan yapıyor. Alaın Touraıne’nın “Modernliğin Eleştirisi” kitabında belirttiği gibi: “Eskiden sessizlik içinde yaşıyorduk, şimdi gürültü içinde yaşıyoruz; eskiden yapayalnızdık, şimdi kalabalığın içinde yitmiş durumdayız; pek az mesaj alıyorduk, şimdi mesaj bombardımanına tutuluyoruz.”
Ümit Kıvanç, toplumun gürültü bombardımanını yer yer okuru bunaltarak vermekten çekinmiyor. Bazen satırları atlama, birkaç sayfayı okumadan geçme hissi dahi uyandırıyor. Romanın bu hissi yaratması başarısızlığından değil, aksine yazarın başarısından kaynaklanır. Zira roman, bizim de içinde bulunduğumuz şehir hayatının gürültüsünün bir parçası olduğumuzu yüzümüze vuruyor; yaşarken bunalmamız gereken ses yığınından kaçmamız gerektiğini belki de romanın bazı bunaltıcı cümlelerinden kaçarak anlıyoruz.Modern insanının eylemlerinin kaygı uyandırıcı an- lamsızlık hissine bu romanda en çok aşk ilişkilerinde tanık oluyoruz. Başarılı bir gazeteci olan Tuncay, eşi Sermin onu terk ettiği zaman ahlaksal ve estetik hiçbir sorgulamaya girmeden bu anlamsızlığın içine düşer; her gece eve sarhoş gelir, işe giderken giyimine kuşamına verdiği önemi bırakır ve en önemlisi yine gürültünün bir parçası olarak tabir yerindeyse arkadaşlarının kafasını ütüler. Arkadaşları da rakı masalarından ücret ödeme- den kalkmak, hesabı Tuncay’a ödetmek için buna razı olurlar. Tuncay’ın mutsuzluğu Sermin’in boşanma davası açtığını öğrenmesiyle son bulur. Çünkü anlamsızlık duygusu, içinde hiçbir hissi kalıcı olarak barındıramaz. Mutluluğu geçici heveslerde bulan bu bireylerin mutsuzluğu da anlamsızlığın içinde kısa sürede yitip gide- cektir: “Selmin’den geriye, Tuncay’a, hiçbir şey kalmamış değildi galiba; galiba bir şey kalmıştı yine de; biiir… yenilgi mi dese- demezdi ki-; o kalmıştı işte.”
Özneye modern- kapitalist toplumda dayatılan rollerden biri de kazanma hırsıdır. Tuncay, bu bağlamda, eşi Sermin’i kaybetmiş, yani yenilmiştir. O halde ona yeni bir savaş, yeni bir oyun, oyunu kazanabileceği yeni bir sahne gerekmektedir. Böylece Tuncay, Nilüfer’e yönelir.
Nilüfer ise, cazibesini her türlü ilişkide sonuna kadar kullanan bir kadındır. Düzenin içinde var olmak için kendi yaşamından sorumlu olma arzusunu “id” ve “üst- ben” arasındaki çatışmada #id’e doğru yönelterek ayakta kalmaya çalışan Nilüfer’in portresi burada, tam da modern toplumda “ben”in yıkılmasına örnek teşkil eder. Yığının içinde ayakta kalabilmenin, iş yaşamında bir kadın olarak var olabilmenin koşulu bir meta olarak, kadının dişiliği üzerinden kurulur. Nilüfer’in cazibesi ona iş yaşamında birçok kapı açtırmıştır; erkeklerle girdiği bütün savaşları dişiliğini kullanarak kazanan Nilüfer için de Tuncay’la ilişkisi bir savaş sahnesine dönüşür. Yazar, Nilüfer ve Tuncay’ın ilişkisini bir maça benzetir. Maçı kim kazanacaktır? “Göster ama elletme” diyen Nilüfer mi, yoksa “Nilüfer kimseye vermez” diyen iş arkadaşlarına karşı maçı kazandığını bağırmak isteyen Tuncay mı?
İlişkilerin basit çıkarlar üzerine kurulduğu bu ezici çoğunluğun evliliklerini Tuncay’ın arkadaşları çerçevesinde irdelemeye çalışan Ümit Kıvanç, üretim tüketim ve iletişim açısından kitle toplumunun ahlaksal çöküşünü modern bireyler üzerinden kurguluyor.
Sorry, there were no replies found.