Suad: Aşk Uğruna Ölmek
-
Suad: Aşk Uğruna Ölmek
Aşk Uğruna Ölmek*
Makale Yazarı: Altay Ömer Erdoğan
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI, Temmuz/Eylül 2017, 31. sayıda yayımlanmıştır.
AŞK. “O olmasa hiç, hiçbir şey olmazdı. Ve yine ondan başka her şey yoktu.” (s.246)
#RolandBarthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar’da bir âşığı konuşturur ve #Nietzche’nin “üstün değer” olarak gördüğü aşk karşısında âşık özne sormaktan çekinmez; “Neden?” Bu soru aşk ilişkisinin yaşantısına göre değişik anlamlarla tamlanarak sorulabilir ki, “Âşık özne bir yandan takınaksal biçimde neden sevilmediğini sorup dururken, bir yandan da sevilen nesnenin kendisini sevdiği, ama bunu söylemediği inancı içinde yaşar.”(1) Türkçenin ilk psikolojik romanı olarak nitelenen Eylül’ün(2) kadın kahramanı Suad için de, erkek kahraman Necib için de soru aynıdır; “Neden?” Suad, eşi Süreyya ile aşkla, bağlılıkla geçen beş yılın ardından yanıtı “insan kalbinin eskimeye olan kabiliyetinde” (s.7) bulur. Oysa Necib’in bir yanıtı bile yoktur. Yine de içinde sözcükler değil de, bir imge hâlini almış Suad’ın aşkı yankılanır. Suad, eşi Süreyya’nın “Sen de olmasaydın ölürdüm” (s.8); Necib’in ise “Ah, o benim olsa ölürdüm!” (s.91) dediği bir kadın. Aşkın ölüme kilitlendiği her anlatıda, masumiyet sorgusu aşk ile anlam kazandığından olsa gerek, yazarın içine çöreklenmiş #Shakespeare, özellikle anlatının sonunda kadını ya da erkeği savunmak için değil ama aşkı kutsamak adına ortaya çıkar. Mehmet Rauf, iki sayfalık son bölümü kaleme almamış olsaydı, romanın kahramanlarının olduğu kadar biz okurların da aşka olan inancı ölüm karşısında sınanmamış olacağından, boşlukta asılı kalacak, tahminen hiçlik duygusuna yamanacaktı.
Hiçlik duygusu, aşkın üvey kardeşidir. Her ne kadar içinden aşkla sarmaş dolaş olmak arzusu geçse de, gururu yüzünden bu arzuyu dışa vuramaz. Suad ile Necib’in arasındaki bakışlardan ve imalardan mürekkep aşk ilişkisi de, imkânsızı zorladığından, arzu; mümkün olan tüm yakınlaşmaların oluşturduğu imgeliğe tutsaktır. Kaldı ki Suad, bu tutsaklığın merkezindedir; hem kendine tutsaktır, hem de beden bulamayan aşka! Tarihsel kabulden kaynaklanan aşk ilişkisinde kadının merkezi konumu, aşka dair betileri de kadın özne üzerinden biriktirilen bu imgeliğe sürüklemekle kalmaz, âşık erkeği de kadından çok imgelemine bağlar. Eylül’de bir eldiven buna kanıttır. Nesnelere atfedilen değeri, sevgiliyle ilintileri belirler. Öyle ki âşık özne fetişçi davranışlara vardırır işi.
Sevileni her şeyiyle sevmek… “İşte asıl aşk…” diyordu. Bu dereceye gelince, ona ait olmayan en büyük bir şey bile aşağılık görünüyor ve ona ait olduğu için en değersiz şey bir kıymet kazanıyordu. (s.147) Bir akşamüstü Necib, piyanonun üstünde Suad’ın şemsiyesiyle eldivenlerini gördü ve bir anda bu eldivenlerde onu koklama isteğine engel olamadı. Titreyerek eğildi ve onun eşyalarını burnuna götürdü. Her zaman havada olan bu koku şimdi elindeydi. Eldivenlerin dokuması o kadar onun eli gibi hoş ve narindi ki, sanki onun ellerini tutuyormuş gibi oluyordu. Bunları alıp saklamanın ne büyük bir mutluluk olduğunu düşündü. Ve çift zannederek aldığı eldivenin bir tanesini almış olduğunu ancak arabada fark etti. Kendi ruhsal dünyasından dışarı çıkmayan özne, artık dış dünyadan yalnızca “sevgili beden”in yerine geçmiş eldiven tekine sarılacaktı. Öyle de oldu, ölümcül bir hastalıktan yatağa düştüğünde, öteki gelmiş, o ateşler içinde sayıklıyordu. Hacer, gizemli eldivenin öyküsünü anlattıkça, o reddetmeye çabalıyor, ama karşısında başını uğuldatan, gözlerini karartan, ateşli bir damar atışı olarak bedenini saran darbenin ortasından kalbinin sesi işitiliyordu; “Demek, demek o idi. Eldiveni alan…” Mutlulukla, imkânsız ve umutsuz aşktan kaynaklanan açığa çıkma korkusunun harmanladığı bir duygu seli bedeninden ılık ılık akıyordu…
#DHLawrence, #AşkınAnatomisi’nde; “Hayat, bir anlam sorunu değil, bir akış sorunudur.(…) Hayat, özellikle sevgi de böyledir. Hiçbir amacı yoktur. Sevgi bir akıştır; biri kadından, öbürü erkekten doğan iki küçük duygu ırmağıdır. (…) Önemli olan yalnız akıştır; yaşayın ve yaşatın, sevin ve sevdirin. Sevginin amacı yoktur!” diye yazdığında bu duygu selinde aşkın boğulmasına gönlü el vermediğinden olsa gerek, hayatın akışına vurgu yapmıştır. Aslında o da hayatı, #ÖmerSeyfettin’in şu sözünde olduğu gibi, aşkın üzerinde bir hâle gibi oluşan anlam dünyasıyla takas etmiştir; “Aşk, hakiki aşk… Bu tamamıyla ruhtan gelir. Ruhta yaşar. Uzviyetle, hayatla, filanla hiç alakası yoktur.” Suad ile Necip’in imkânsız ve fazlasıyla umutsuz aşkı da böyledir. Her ima’nın umuda pencere açması bu yüzdendir. Kaldı ki Suad açısından da, Necib açısından da hayatı akışına bırakmaktan başka seçenek yoktur.
Suad, o güzel kadın, bu akışa teslim olurken bir yandan da yıkıldığını görür. Suad’ın güzelliği aynı zamanda iç güzelliğiyle bütünlenmiştir. Bu bütünlüğün aşk yüzünden dağılıyor olması, onu felakete adım adım sürüklemektedir. Bir tek müzik “Ve gözlerin, dudakların söylemekten, anlatmaktan o kadar titredikleri şeyi, kalplerinden taşan duyguları sağlamlaştırmak için müzik kendilerine yardım ediyordu, sanki ruhları için bir kabul etme vesilesi oluyordu.” Müzik dindiğinde ise, Süreyya’ya karşı açıklanamaz, kötü, çirkin, anlaşılırsa felakete götürecek bir konumda olduğunu görüyor ve perişan kalıveriyordu. “Ama şimdi o kadar duygularına esir olmuştu ki olayın kötülüğü, çirkinliği hiçbir mana ifade etmiyordu, duygularının cazibesi her şeyi yok ediyordu.” (s.128) Kendine bile zarardan başka şeyi dokunmayan bencil, kararsız, hasta bir adam olduğunu düşünen Necib ise, Suad’ın mutluluğu kendinde bulmasına, kendi gibi güçsüz ve aşağılık birini sevmesine yanıyordu. Yine de felaketin içinde başka bir felaket aramaktan da geri kalmıyordu; “Ah kadınlar, siz sade aşkınıza, sade fedakârlık yüceliğinize âşık, sıtmaya yenilmiş gibi mutluluktan yanarken erkeklerin kalbinde ne çirkin, ne hain, ne yabancı olduğunuzu bilseniz…” (s.173)
O çirkinliğin, hainliğin, yabancılığın çevresinin tavaf edilen bir dünya haline gelmesini kim nasıl açıklayacaktır? Bu sorunun yanıtı, #Eylül’de olduğu kadar hayatın akışında da net değildir. Çünkü aşk söz konusu olduğunda, bütün ölçüler değerini yitirir. Hiçbir kabule ve uzlaşmaya yanaşmayan aşk, iki beden, iki ruh arasındaki tutkulu tutukluluğun da temsilidir. Bir bakıma âşık, kendi hapishanesini kendi kurar. Her kaçış denemesinde ise anıların ve aşk yaşantısının oluşturduğu imgelik duvarına toslar. Suad’ın hapishanesinin gardiyanı çoktur; eşi Süreyya, görümcesi Hacer, evliliğini sürdürdüğü ev ve kendine ait olmayan odası. Eylül’de evlilik kurumu eşleri mutsuz evlilik denemeleriyle aktarılırken, Mehmet Rauf, evlilik ile aşkı da kesin olarak birbirinden ayırmıştır. Eşi Süreyya’nın denize açılma tutkusuna karşın Suad’ın yalıya bağlılığı, ruhsal iç dünyası hakkında da ipucu vermektedir. Bu dünyayı çalkalayıp dalgalandıran tek şey aşktır; imkânsız olması ise aşkın yüceliğine dem vurur Eylül’de. Aşk uğruna düşülen en müşkil hal bile, âşık özneye müthiş haz verir. Suad da, Necib de bu müşkilenin kollarında yanıp kavrulurlarken hazzın doruklarındadırlar, müzik bu hazzın fonundadır. Kaldı ki gizli aşk gibi uğuldayan içlerindeki müziğe de kulak kesilmek gerekir.
Suad çıkışsızdır. Kaldı ki kadın çıkışsızdır. Aşkın özgürlük vaat eden varlığı, bir bütün olarak anlam taşısa da, iki âşık öznenin özelinde bütünlenemeyen bir şeylerin sürekli sahne alması, iki âşık özne arasında gel-gitlere ve birçok değişik beti yüzünden sonunda kavuşamamaya varan bir boyuta ulaşır. Aşkta yitirmek, aşkın özgürlük vaadini yitirmekten ibarettir; çekilen acılar ve öznenin yıkılış temsilleri sahip olma saplantısındandır. Suad’ın Necib’e duyduğu, toplumsal kabulden ve gündelik hayatın sıradanlığından kurtulmak için aşkın masumiyetine sığınmaktan başka bir şey değildir. Çünkü Barthes’e göre, “kendi kendimizin iblisleriyiz” ve âşık özne iblise rehin ettiği dille konuşuyor. (s.77)Bu masumiyete sığınış, umutsuzluk, kıskançlık, dışlanma, arzu, kararsızlık, gülünç duruma düşme korkusu, çekip gitme, içine kapanma, öfke nöbetleri gibi durumlarla iç içe geçer. Hele Suad ile Necib’in aşkındaki gibi sabır ve çile bir ödüle karşılık gelmiyorsa, aşk her yücelişinde biraz daha kendini tüketmektedir. Yücedir ama bedensizdir. İbadeti olmayan dine benzer. Dolayısıyla Suad’ın tapılası olması, kendinden bağımsızdır. Kaldı ki Suad, yazar tarafından güzellik kavramının sınırlarına yaslanarak betimlenmiştir; “Kumral, kıvrık saçlarının lülesi alnını açık bırakıp kaşlarının ucuna kadar dökülüyordu. Bunların o noktada kalmaları gerekli olduğunu Suad’ın ara sıra elinin becerisine güvenerek şöyle bir düzeltmesinden anlaşılırdı. Sonra saçlarının asıl kümesi, bu kulakların arkasından birden çoğalarak tepesinde toplanan siyaha yakın kestane buklesi… Necib bunlara saatlerce bakarak işte bütün emellerinin, bütün mutluluğunun orada gizlenmiş olduğunu düşünür ne zaman onu sarhoş edici kokusuyla kendinden geçecek olursa, mutlu ölüm o zaman gelecekmiş fikriyle yanardı.” (s.136 – 137)
Aşk uğruna ölmedeki mutluluğun tarifi, yazar tarafından dallanıp budaklandırılıyor üstelik; “Ve Necib’in gözleri hepsine tek tek baktıktan sonra sıra dudaklara geliyordu, bunlardaki donuk ateşî karanfil kırmızı ile, yine bütün o yüzde titreşen dokunaklı manasıyla nemli, o şuh, sitemkâr ifadeyle duruşu, onu büyülüyordu. Hele dişlerinden başlayıp pürüzsüz yüzünü aşıp gözlerine yürüyen tebessümle, ruhu o kadar şuh ve neşeli olarak yüzüne yansıyordu ki, o zaman Suad’ın niçin bu kadar yüce ve âşık olmaya değer olduğu ortaya çıkıyordu.” (s.137) Suad’ın bedeninin her çizgisi, âşığını büyülüyordu. Bundan mutluluk duyması gereken âşık özne, aşkın ellerinde yanıp tutuşurken “Ah zavallı insanlar!” diye haykırıyordu. “Böyle yüce bir kadın bulup da sevmek ve sonra sevilmek için gayet mutlu olunması gereken bir hayatta mutlu olsak bile, yalnız şamarı bir hafta sürecek hastalıkların ve afetlerin muhtemel kurbanı olmak, böyle bir tesirin esiri olmak ona pek acı geliyordu.” (s.137) En kesin ve keskin beti budur aşkta; acı çekmek, acı çektirmek. Bu bir yıkıma eşitlenir ki, Barthes’e göre, iki umutsuzluk düzeni bir yıkım olarak belirir. Aşk yıkımı ruh bilimsel alanda bir uç durum diye adlandırılan ve “öznece kesinlikle kendisini yok edecekmiş gibi yaşanan bir durum” olan şeye yakındır belki de; Eylül’de bu şey aşkın varlığıdır. Suad, kendini var etmek için beden bulamayan aşka teslim olmuştur. Kaldı ki platonik aşktan farklıdır, kara aşk diye adlandırılabilecek bir ruh haliyle açıklanabilir ki, umut sürekli yıkıma ve yok oluşa dem vurur.İmalara karşılık sevilenden gelen her karşı ima, uç durumu olduğu kadar uçurumu da genişletir ki, büyük aşklar uçuruma benzer. Suad, uçurumun kıyısındadır. İlkin kadın olduğu için, ikincisi yasak olana, imkânsız olana yaslandığı için. Mehmet Rauf’un ahlâk dersi verme niyeti yoktur; romanın yazıldığı döneme bakılırsa, toplumsal kabulden daha ileri bir bakış açısı sunduğundan bu, romanın kahramanlarını da rahatlatır bir bakıma. Öte yandan münasebetsiz görülen yasak aşka övgü de yoktur. Elde edebileceğimiz tek veri şudur; aşk, kadını kirletmez! Suad, bunun ne ilk ne de son örneğidir. Aşkı bir kere olsun tatmış olanlara aşktan sonraki hayatları ve dünya, “yaşamaya değmeyecek bir karanlık gibi, inleyen, boş, bulutlu ve karışık bir çöl gibi geliyordu.” (s.245) Yani aşka ait olan imgelik, okur ilgisine terk edilmiştir. Roman kahramanlarının ruhsal durumlarına derinlemesine inen #MehmetRauf, Halid Ziya ile birlikte, aşk duygusunu da Türkçede ilk kez derinlemesine okura sunan yazarlardandır. Ve #AşkıMemnu’nun ele alındığı bir sonraki yazıda Kemal Bek’in belirttiği gibi “üçlü ilişki” dönemin gözde temasıdır. İki seven bir sevilen arasında kurulan üçgende Suad, eşi Süreyya’ya ve Necib’e dair özellikleri bir erkekte bulabilmiş olsaydı, zaten bu romanın yazılmasına gerek kalmayacaktı. Mehmet Rauf’un imkânsız aşka meşru kılınan sona ulaşmak için bu aşk üçgenini kurduğunu savlayabiliriz, hayatından izlekler taşıdığına dair savlara kulak asmadan. Bu aşkı ne Suad’ın ne Necib’in ne de kendi kalbinde söndüremeyeceğinden olsa gerek, yalıdaki yangını bir son olarak tasarlamıştır.
Aşkta sonuç olmayacağı gibi bir son da yoktur. Tam burada sözü Barthes alır; “Aşk nasıl biter? – Ne biter mi ki? Gerçekte hiç kimse –ötekiler dışında hiç kimse– hiçbir şey bilmez bu konuda; bir tür günahsızlık, bu sonsuzluğa göre tasarlanmış, kesinlenmiş, yaşanmış şeyin sonunu gizler. Sevilen nesne ne olursa olsun, ister silinsin, ister Dostluk bölgesine geçsin, onun ortadan silindiğini görmem: bitmiş aşk artık ışıldamayan bir uzay yıldızı gibi bir başka dünyaya doğru uzaklaşır: sevilen çın çın çınlıyordur, işte birdenbire boğuklaşıvermiştir (öteki hiçbir zaman ve beklendiği gibi silinmez). Bu olgu aşk söyleminin bir zorunluluğundan kaynaklanır: ben kendim (âşık özne) aşk öykümü sonuna dek kuramam: ancak başlangıç için ozanım (anlatıcıyım); bu öykünün sonu, tıpkı kendi ölümüm gibi, başkalarınındır; onun dış, söylensel öyküsünü yazmak başkalarına düşer.” Bütün aşk söylencelerinin gücünü kavuşamamaktan ya da aşk uğruna ölmekten aldığını düşünürsek, Suad ile Necib’in Ferhat ile Şirin’e, Kerem ile Aslı’ya, Arzu ile Kamber’e, onların yer aldığı aşk tarihine eklenememelerinin tek nedeni, roman kahramanları olmalarıdır. Kaldı ki kavuşamamışlar ve ölüm korkusunu yenmişlerdir.
Ölüm korkusunu yenebilen tek şey aşk! Uğruna ölünebilen kadın olmak aşkın büyüklüğüne dair bir ölçü olmasa da “aşk ve nefretin yer almadığı oyunda kadın orta dereceli bir oyuncudur” diyen Nietzsche’ye göndermeler çıkararak o kadını, o kadınları aşkın erkek öznesinin gözünde o derece büyütmektedir. Biz erkek okurlar da, böyle okumaya ve sevmeye alıştığımızdan olsa gerek, aşkın kendisinden çok kadın öznesiyle hastalıklı bir ilişki içerisindeyizdir. Dışarısı mı? İşte orası, erkeğin cehennemidir!
1. Roland Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar, Çeviren: Tahsin Yücel, Metis Yayınları, İstanbul 1993, s.170 // Sonraki bütün alıntılar adı geçen eserdendir.
2. Yapılan bütün alıntılar, Eylül’ün Beyaz Balina Yayınları tarafından yapılan İstanbul 2005 tarihli basımındandır.
Sorry, there were no replies found.