Roman Kahramanları
Selim Balıkçı
-
Selim Balıkçı
SELİM BALIKÇI*
Makale Yazarı: Anzor Keref
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Ekim/Aralık 2011) 8. sayıda yayımlanmıştır.
Dünya çapında romancılarımızın başında gelen Yaşar Kemal’in #kadim #İstanbul kentini anlatan nadir eserlerinden Deniz Küstü’nün başkahramanı, yazarın deyimiyle Selim Balıkçı’dır. Selim Balıkçı’nın çok farklı insanlık durumları sayfalar boyunca insanı şaşkınlık ve merak içinde bırakır.
Sonra bu çevresindeki insanlara hiç benzemeyen sır dolu adamın #Çerkez olduğu anlaşılır. Romanı bir solukta okuduğunuzda Çerkezleri merak edersiniz artık. 150 yıla yakındır birlikte yaşadığınız halde hiç tanımadığınız Çerkezleri.
Selim Balıkçı #Menekşe’deki balıkçıların içinde bir yabancı gibidir. Her milletten insanın toplandığı bu küçük balıkçı koyunda bilinmeyenlerdendir. Kimdir, nedir, nereden gelmiştir bilen yoktur. Doğru dürüst konuşmaz ki bilen olsun. Herkes saygı duyar ama bunun saygı mı korku mu olduğu belli değildir. Balıkçıların uğrak yeri olan kahvehanedeki bir cinayete Selim Balıkçı’nın müdahale tarzı, kendisinden çok korkan katilin sürekli onu öldürme girişimleri; evini ateşe vermesi. Tüm bunlara karşın kahramanımızın genç ve zavallı, toplum kurbanı katili kollama çabaları sıradışı bir insan olan balıkçıyı daha da bilinmez kılar. Diğer balıkçıların neredeyse tamamı anlayamadıkları ve korktukları bu adama türlü yakıştırmalarda bulunurlar ve hep arkasından konuşup yüzüne gülerler. #Balıkçı bunları bilir ama kimseye tek laf etmez. O bildiği doğru yaşamı sürdürmeye devam eder. Balıkçının yazarla arasında ise farklı bir diyalog vardır. Yazar bu garip adamı tanımaya, anlamaya çalışır.
“… Ortalıkta sıkıntılı, üzülmeye, kızmaya benzemeyen sabırsız bir bekleme vardı. Herkesin dolup taşan bir hali vardı ya, kimse ağzını açmıyordu. Bir başlasalar, öyle bir boşanacaklardı ki… Dışardan #Remzi’nin sesi, bir motorun patpatı geliyordu. Uzaklarda bir de horoz öttü, #Yeşilköy’ün oralarda. Sıkıntılı hava uzadıkça uzuyordu. Benim de canım sıkıldı, bu ağır havadan kurtulmak için kendimi dışarı atmaya hazırlanmıştım ki Selim Balıkçı ayağa kalktı; iriyarı, uzun boyuyla başı tavana değecek kadardı. Kumral, kırçıllamış, gür bıyıklarının ucu burulmuş, sipsivriydi. Geniş alnında çok görmüş geçirmişlerin kalın, derin kırışıkları vardı. Güçlü çenesi, kalın dudaklarına, çökük avurtlarına yakışmıştı. Gözlerinin yöresi örümcek ağı gibi kırışmış, iri mavi gözleri bu kırışıkların ortasında daha parlamış, ışıldamıştı. Her zaman kısılmış gözleriyle bir yerlere bakar, doymadan, usanmadan bıkmadan bakar gibiydi. Elini cebine soktu, birkaç para çıkarıp masanın üstüne koydu, #kahverengi şayak gocuğunun düğmelerini ilikledi, kahverengi pantolonu güçlü bacaklarına yapışmıştı. Ayağına sarı lastik çizmeler çekmişti. Belindeki kırmızı kuşağı özenle bağlanmıştı. Geniş adımlarla dışarıya çıktı, sonra nedense hemen geriye döndü; upuzun, kırışmış boynuyla içeriye uzandı, bir an içerde oturanları gözden geçirdi, şöyle bir tepeden bakınca, benimle de göz göze geldi, hemencecik de gözlerini kaçırdı, sonra da pişman olmuş ki yine göz göze geldik, inceden, belli belirsiz bana şöyle bir gülümsedi. Bana öyle geliyor ki dostluğumuz, onun bana güveni bu anda başladı. Çok uzun, hiç bozulmadan incinmeden, birbirimizi anlayarak yıllarca alttan alta sürmüş bir dostluğun açığa vurmasıydı bu. Başını çevirdi, plaj köprüsünden tarafa. Teknesine binip denize açıldığını sanıyorum..”
Aslında 150 yıla yakındır bu topraklarda yaşıyor olsalar da Selim Balıkçı gibi halkı da sırlarla yüklüdür. Derinlemesine tarih bilgisi olanlar ve dilbilim meraklıları Anadolu’nun kadim ölmüş uygarlıklarının dillerinin bu insanlara akraba olduğunu, çok eski zamanlarda bu topraklarda asırlarca yaşayıp sonra yüce Kafkaslarında sıkışıp kaldıklarını ve sonra da kapitalist yapılanmanın Dünyadaki kurbanlarından olduklarını bilirler. Artık vatanlarını yitirmiş, yaban ellere atılmış sürgün çocuklarıdır onlar.
Aslında eskilerin tanıdığı “dik duruşlu Çerkez” olmaya, bilinçli olmasa da ister istemez, kendiliğinden akıverirler.
Bin yıllar öncesi bu topraklarda da yaşadıkları kayıtlardan neredeyse tamamen silinmiş ve artık onlar “#sürgünçocukları” olmuşlardır. Bu topraklara bağlılık ve sevgileri yeni cumhuriyetin başında tehlikeli görülerek acı şekilde örselenmişlerdir. Selim o örselenmiş ruhu içinde taşır hep. Diğerleriyle aynı olamaz; yabancı kalır.
“… Yollara düşmüşlerdi, top sesleri, tüfek sesleri arkalarından geliyordu… Bir derbentteydiler, çok ölü, çok yaralı vardı. Kayalıklardan üstlerine ateş açıyorlardı. Babası, kır atının üstünde beli savatlı bir kemerle sıkıştırılmış, #Çerkezhançeri belinde, tüfeği elinde, çizmelerinin derisi yer yer soyulmuş, sarışın, kartal burunlu, uzun boyunlu, gırtlak kemiği dışarıya fırlamış, parlak, çok parlak, çimeni yeşil gözlü, dimdik duruyordu. Anası ince belli, hep #ağıtlar söyleyen, yolda üç kardeşi ölmüştü, ölüm neydi, o zaman bir türlü anlayamamıştı, hep acılı konuşan, hiç gülmeyen, çok güzel bir kadındı. Babası atının üstünde, dağların kayalık geçidine dizilmiş, uçsuz bucaksız göçün, insan selinin önünde yukarıdaki kayalıklara, yanındaki atlılarla kurşun sıkıyordu. Arada bir de karmakaş atlılardan birisi kayalıklardan gelen kurşunla bağırarak yere yuvarlanıyor, atların ayaklarının dibine düşüyordu. Düşen adamı geriden gelen insan seli yerden kaldırıyor, ölmüşse geçidin kıyısındaki bir kayanın üstüne koyuyorlar, ölmemişse bir atın üstüne atıyorlardı. Kayalıklardaki #göç, #savaş uzun sürdü. Babası da yaralanıp atından düştü, anası hemen onu yerden alıp geri atına bindirdi. Babası oluk gibi kanıyordu, güzel anası tepeden tırnağa babasının kanına battı çıktı. Selim Balıkçı gözleri yaşlı, kan içindeki anasını daha kan içinde öyle, sırılsıklam yaşıyordu. Çok anlatmışlardı, her şeyi, her anı, barut kokusunu…
Uzakta ulu #Kafkas dağları gözüküyordu, ulu, karlı, taa gökyüzünün üstüne kadar uzanmış. Babası yere diz çökmüş, yönünü ulu Kafkasa dönmüştü; dağların yarı yamaçlarında salınan ak bulutlar… Babası çimenli toprağı eğilip üç kere öptü. Belki bir daha seni hiç göremeyeceğiz, ey anamız, ey dağımız diyerek dağa uzun dualar okudu… Uzun çığlıklar duydular ovalar, yollar boyunca. Selim, Toros eteklerinde böyle uzun, keskin, ustura ağzı gibi tıpkı öteki çığlıklara benzer çığlıklar duydu kayalıklı #Toroseteklerinde… Savaş göçmenleri hiç bitmeyen ağıtlar yakıyorlardı ölülerine, ta buradan, Torostan koparıldıkları ulu dağlara, Kafkasa, yurtlarına, topraklarına…
Torostan sonra çok #dağ gördü Selim Balıkçı, Ağrı, Süphan, Nemrut, Erciyes, Hasandağı, Binboğalar… Sıcak, ağılı #Çukurova toprağına kondular sonra, kalabalığın yarısını orada toprağa verdiler. Sonra Uzunyayla…
Güzel evler yaptılar oraya. Soylu #soyluatlar, Çerkez eyerleri, sapı gümüş savatlı hançerler, #Torosormanları, #yaylalar… Selim #Uzunyayla‘da doğdu. Sonra babası öldü. Kaçış. #Kumkapı. Kumkapıda #balıkçılık, sonra askerlik, boynundaki yarası sızlıyor daha…”
Çerkez kimliğini taşıyan çağdaş insanın, bugün bile, kendisine ve kültürüne pek benzemeyen bu topraklarda iki arada bir derede kalmış halleri bilinen ama anlaşılmayanlardandır. Değer dendiğinde akla sadece paranın geldiği modern zamanların insanları değildir onlar aslında, kendilerini zorlasalar da. Çünkü hapishanesi olmayan toprakların ve en büyük değerin özgürlük ve insan onuru olduğu kültürün kalıntılarını hâlâ üstlerinde taşır çoğu.
En büyük cezası ayıp ve toplumdan dışlama olan yazısız anayasaları “#xabze” ile yoğrulmuş bireylerin; yağmacı ve doğayı, tarihi, insanı yağmalayan düzen içinde uyumlu olması ne derece beklenir ki?
Selim Balıkçı aslında tipik bir eski Çerkeztir. Bozulmamış, kültüründen aldığı değerleri korumaya bilinçli bilinçsiz karar almış gibi görünen “candan önce #onur” diyen atalarının saflığını taşıyanlardandır. Yaşam tarzı, çevresine tavrı ve yalnızlığı ile büyük kalabalıklar içindeki genel geçer doğrularla pek işi yoktur onun. Kendine has özgür bir hayal dünyasıyla yaşarken, aktif ya da pasif protest tavrıyla toplumdaki çürümeye karşı koymaya çalışır. Herkesin zengin olma hayali ile denizlerdeki tüm canlılara saldırdıkları zaman onun gibi buna karşı duran kimse yoktur çevresinde. Denizin kendilerine küseceğini her yolla balıkçılara anlatsa da katliama ve yağmaya karşı koyamamanın acısıyla sık sık evlenip Uzunyayla’ya götüreceği ve yaşamını orada sürdüreceği, Çerkez sandığı sarışın hemşirenin hayaliyle olmadık işler yapar.
“… Kumkapı’da, Beyoğlu’nda, Çiçekpazarı’nda gözü pekliği, yakışıklılığı, Lezginkası, tabanca çekişi, bıçak atışıyla, uzun gülüşleri, sıcaklığı, mertliği, sözünde durması, güven vericiliği, arkadaş canlısı olmasıyla ün yaptı. Yemin etti, kendisine ant verdi, bu yıl da anama, Uzunyayla’ya gitmezsem… dedi ve o yıl asker oldu, Ağrı Dağı’na gitti. #AğrıDağı‘nda savaştı, bir generalle ahbaplık etti, yaralandı, #Cerrahpaşa hastanesinde yattı; o sarışın kızı, dünya güzeli hemşireyi tanıdı; iyileşti, hastaneden taburcu oldu, kızın sevdası aklından çıkmadı. Karda kıyamette çok hastane kapıları bekledi, varıp da kıza bir tek bir sözcük etmedi. Oysa kız ona seni ölene dek beklerim, demişti. Bir daha yaklaşamadı. Anasını, kardeşlerini, içkiyi, kumarı, balığı Beyoğlu’nu, Uzunyayla’yı unuttu. Arada sırada anası, Uzunyayla aklına geliyordu ya, yine her baharda ya da kışta, yazda Uzunyayla’ya gidecekti ya, buna, artık Uzunyayla’ya gidemediğine üzülmüyordu. Şimdi artık her baharda, her yazda, her güzde, her kışta giyinip kuşanıyor, hastanenin kapısından geçiyor, ama bir türlü içeriye girip kızı bir kimseye soramıyor, arayamıyordu. Bir gün biliyordu, inanıyordu, o kıza kavuşacaktı; günü geldiğinde, yani bir ev yaptırdığında o kızın güzelliğine uygun, girecek hastaneye kaptığı gibi kızı alıp evine götürecek, sonra da Beyoğlu evlenme memurluğunda çiçekler arasında, o kadar çok çiçek olacaktı ki evlendikleri yerde gelin çiçekten gözükmeyecekti, güzelliğine yakışır evlenecekti. Yıllar yılı balığa çıkmış, yememiş, içmemiş, bu ev için para biriktirmişti. O gün bu bugündür de para biriktiriyordu. Artık, son yıllarda Cerrahpaşa hastanesinin de önünden geçemiyor. Kız gittikçe, aradan çok süre geçtikçe hayalinde, düşünde daha canlanıyor. Çok balık tuttukça, çok para kazandıkça, parasını yerine saklar saklamaz giyinip kuşanıyor, İstanbul’da ev yaptıracağı arsayı aramaya çıkıyordu…
Saygıdan başka otorite tanımayan bu insanların parayla kimlik değiştirme zorlanmaları; topraklarını canları pahasına sevdikleri özgür dağlarını yitirmeye travmaları onları farklı kılar.
Baskıya ve adaletsizliğe sessiz kalabilecek bir kültür değildir onlarınki, ama güçlüler çok güçlüdür ve insani değerler yerini paraya bırakalı çok olmuştur.
Belki tüm bunları “dili geçmiş zaman” kipinde yazmak gerekir; kim bilir? Çünkü kimlikleriyle barışık yaşayan insanların devri artık bitti. Doğayla saygı içinde barışla yaşamaya alışmış, avlanırken bile gereğinden fazlasını avlayanı ve tuzak kuranları Yaşar Kemal’in deyimiyle itin götüne sokan bu insanlar doğayı ve insanlar dahil içindeki tüm varlıkları tahrip ederek barışı savaşa çevirenler arasında ne yapacaklarını, nasıl davranacaklarını şaşırmış haldeler; tıpkı balıkçı gibi…
“… Selim Balıkçı o gün bugündür Kumkapı’ya bir daha ayak basmadı. Herkes umudu kesti ondan. Değil Kumkapı’yla, Kumkapılı balıkçılarla da selamı sabahı kesti Selim Balıkçı. Menekşe’ye gitti, oranın adamı da Kumkapı’nın adamı gibi çıktı, #dedikodu yaptılar, arkadan attılar yüze güldüler, bir gün iki gün, baktı Selim, olmayacak, kendine bir kabuk yaptı, kale gibi, #kabuğunaçekildi, #muhkem. Arada sırada kahveye uğradı, insanlara baktı, onların maceraları üstünde çok düşündü. Güldü, alay etti, üzüldü, kahroldu onların şu dünya yüzündeki ters tutumlarına; bu insanlar niye böyle olmuşlar, şu dünya cennetini kendilerine niye böyle cehennem eylemişlerdi… İnsanoğlunun içi geniş, aydınlıktır; deniz gibi, gök gibi, kokulu taze bir çiçek gibidir. İnsanoğlunun içi sevinçten, umuttan pır pır eder de uçar, niye böyle içlerini kararttılar, niye içlerindeki ışıkları söndürüp sevinç, sevgi damarlarını kuruttular; niçin, niye böyle mahzun, üzüntülü, yalnız oldular?
Niçin bu kadar öldürmeyi, yok etmeyi, parçalamayı seviyor insanlar? İnsan yumuşak başlı, iyilik dolu bir yaratıktır, ağız dolusu gülen, yürek dolusu ağlayan, iliklerine kadar duygulanan, seven bir yaratıktır insanoğlu… Bu öldürme, yok etme, öfke, öç, sevgisizlik neden? Niçin koparıyorlar çiçekleri, birisi tok da yüz bini niçin aç, o tok da bu kadar gözün altında, öfkenin içinde iflah oluyor mu? Tok olan niye bu kadar ahmak?”
Romanda İstanbul metropolünün canlı tasvirleri yapılırken, içindeki her şeyin çürümeye yüz tuttuğunu ve barışın artık ortalarda görünmediğini acıyla iliklerinizde hissediyorsunuz. Tüm saçmalıklara tek başına yüz çevirmiş, doğayla, balıklarla, insanlarla ve çocuklarla sessizce dost kalmaya çalışan Selim çok acı çeker. Özlemi, sevgisi, kırılmış medeni cesareti hep önündedir. Direnir, savaşır ama nereye kadar? Tüm ülke değişmekte ve yağmacılığın hâkimiyeti, yanlışı doğru, doğruyu yanlış göstermede ders vere vere yol almaktadır. Selim ve üç beş iyi insanın yapabilecekleri öylesine azdır ki kaçıp gitmek ister Uzunyayladaki çorak sürgün Çerkez topraklarına; olmazsa atalarının geldiği ulu Kafkas’a; hayalindeki sevgilisini de alıp.
“… Yüzlerce #yunus kaçıyor, onlar kovalıyorlardı. Balıklar azıcık başlarını sudan göstermeye görsünler yiyorlardı kurşunu. #MarmaraDenizi, #Karadeniz sabahlardan akşamlara kadar kurşunlanan çocuk çığlıklarıyla doluyor, akan yunus kanından kıpkızıl kesiliyordu sular… O gün bugündür bir tane yunus yok ne Marmara’da ne de Karadeniz’de… Ya eskiden, bir denize çıkmaya gör; vapurların teknelerin, savaş gemilerinin yöresinde bir sevinç kasırgasına kesip mavi, güneşte şimşekler çakan sırtlarıyla oynaşıyorlardı. Gemilerle oynaşarak yarışırlar, üstlerinde de onlarla birlikte ak martılar yüzlerce, kanat kanada, yine sevinç çığlıkları atarak yüzerdi. Denizin damarını kesti #HalimBeyVeziroğlu, kanını kuruttu. Selim Balıkçının kafasında yıllar öncesinin öfkesi, öcü yeniden büyüyor, kökleşiyor, yüreğine bir top ağı gibi oturuyordu. Günlerce, aylarca, yıllarca düşünerek, araştırarak bu kötülüklerin öz kaynağını bulmuştu. Ve Halim Bey Veziroğlu’nu öldürecek, hiç olmazsa bir kötülük kaynağını kendine zarar vermiş, mutluluğunu yıllar yılı elinden almış birisini öldürecekti. Onu nasıl öldüreceğini de biliyordu. Onu öldürecek, Uzunyayla’ya kaçacaktı, şimdi anası çok yaşlanmıştı. Köye gelirken onu köyün delikanlıları, kızları akordeon çalarak, #Kafkastürküleri söyleyerek, #Lezginka oynayarak karşılayacaklardı. Çerkez köyleri, kasabaları, Kafkasta olsun, burada olsun değerli konukları oyunlarla türkülerle ta köyün, kasabanın dışında karşılarlardı. Köye gelince de bir toy düğün yaparlardı onuruna. Selim Balıkçıya da yapacaklardı. Gençler tanımayacaklardı onu. Uzunyayla düz bir bozkırdı, baştan aşağı yeşil çimenle kaplı taze sütliman bir deniz kadar hoş bir düzlük, göz alabildiğine… Uzaklaştıkça silme yeşillik bir gök mavisine dönüşüyor Uzunyayla’nın göğünde yapayalnız kalmış bir güneş, pınarları aydınlık, pırıl pırıl, içi balıklarla dolu, kırmızı benekli, pul pul… Uzunyayla’nın ucunda ala karlı Binboğa dağları, çam kokularını getirirdi esen yeller Uzunyayla’ya oralardan. Çam, yarpuz, kekik, yabannanesi, alıç çiçeği kokusu… Alıç ağaçlarına arılar çöküşürler çiçek zamanı, çiçekli dallar ağırlıkları altında bükülürlerdi. Uzunyayla adamı Çerkez olsun, Kürt, Avşar, Türkmen olsun kendine sığınmışı ordu gelse vermezdi. İyi ki bu iş böyle oldu, yoksa Selim Balıkçı ölünceye kadar sılasına gidemeyecek, ölüsü it ölüsü gibi burada sürüklenip ağıtsız törensiz mezara atılacaktı. Kafkasın, Uzunyayla Kürdünün, Avşarının uzun çığlık gibi ağıtları ta buradan Binboğa’ya kadar durmayacaktı. Gözlerinin önünden bir fırtına gibi geçiyordu. Halim Bey Veziroğlu tepeden tırnağa kan içinde kalmış. Polislere askerlere herkese gecekonducuları öldürsünler diye buyruklar vererek…”
Bu insanları, Selim’i bir Çerkez bu şekilde anlatsa olmazdı. Yaşar Kemal’in, Anadolu insanlarının tümünü yücelten bu büyük yazarın Çerkezlere olan fazladan güzellik katma halini Çerkez olan kendisine yapamaz. Yapsa zaten onun adı olsa olsa narsizm veya benzer bir tanım olur. Ama Yaşar Kemal Türk bir ana ile Kürt bir babanın yoksul ve hep ezilmeye çalışılan iç sürgün oğulları olarak #Adana’ya geldiği günden bugünlere kadar en zor günlerinde kendisine kucak açan, onun daha iyi yaşaması için risklere giren insanlar başta Çerkezler olmuştur. Çerkezler nedense bu insanı çok sevmiş ve o insan da bunu karşılıksız bırakmamıştır.
İnce Memed destanını yazarken başkahraman bir Çerkez beyini kendine örnek alır: Çeçen İdris Bey. Son Roman serisi “Bir Ada Hikâyesi”nde en iyi adamları neredeyse hep Çerkez yapmıştır, Çerkezlerin mahcubiyetle yüzlerini kızartırcasına. Sever onları, yazar ve alakasız bir eserinde bile mutlaka bir Çerkezin elinden çıkmış gümüş mucizevi güzel bir kama ya da eşsiz gümüşlerle bezeli bir Çerkez eyeri, bir güzel kamçıyı betimleyiverir Çerkezlere sevgisiyle… Kim bilir belki yazar farkında bile değildir. Ama bunlar tarihe düşülen kayıtlardır.
… Çerkezleri bunca onore eden bu büyük yazara ancak 2010 yılında verdikleri “#KafkasDiyasporası #OnurÖdülü” ile teşekkür ettiklerinde, “Dünya çapında çok ödüller aldım ama mezardan babamın çıkması bile Çerkezlerin verdiği bu ödül kadar beni mutlu edemezdi. Kim ki Çerkezdir ama kimliğini saklamaktadır, ta Cehenneme kadar yolu vardır Çerkez kardeşlerim” dediği günkü hali gözlerimin önünden gitmez. Bu kısa yazı da ona o Çerkezlerin en büyük dostuna, kardeşine benden naçizane saygı ve küçük bir teşekkür olsun.
KAYNAKÇA:
-Deniz Küstü, Yaşar Kemal, Yapı Kredi Yay. İst. 2005
-İnce Memed II, Yaşar Kemal, Toros Yay. İst. 1983
-Çakırcalı Efe, Yaşar Kemal, Karacan Yay. İst. 1980
-Bir Ada Hikâyesi-Tanyeri Horozları, Yaşar Kemal, Adam Yay. İst. 2002
-Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor (Alain Basquet ile Görüşmeler), Yapı Kredi Yay. İst. 1990
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.