Selami Harici: Tahsin Yücel’in Sonuncu Romanı Üzerine Gözlemler
-
Selami Harici: Tahsin Yücel’in Sonuncu Romanı Üzerine Gözlemler
Tahsin Yücel’in Sonuncu Romanı Üzerine Gözlemler*
Makale Yazarı: Nedret Öztokat Kılıçeri
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Temmuz/Eylül 2016, 27. sayıda yayımlanmıştır.
#TahsinYücel’in #Sonuncu başlıklı romanı 2010’da #CanYayınları‘ndan okura ulaştı. Yayımlanan bu son roman, aydın çevrelerine yöneltilen sivri bir eleştiridir. Okunmayan kitapların moda olması, köşe yazarları ve eleştirmenlerin dilinden düşmemesi, yapıtların desteksiz ve ilkesiz biçimde değerlendirilmesi, kitapların ideolojik tavırlarının ya da satış sayısının kitabın önüne geçmesi, kitabın ticari bir nesneye dönüşmesi, dayanaksız otoriterleşme, okumuşların cahilliğini ince bir alay ve son derece çarpıcı ayrıntıları bir araya getiren Sonuncu Tahsin Yücel’in romanlarının vazgeçilmez öğeleri olan “ince alay”, “söylence”, “#toplumsaleleştiri”yi #PeygamberinSonBeşGünü ve #BıyıkSöylencesi”’nde ulaştığı doruk noktaya taşımıştır.
Söylenceye Dönüşen Kitap
Tahsin Yücel edebiyat üretimi, yaratıcı süreç, eleştiri, yayıncılık gibi edebiyat dünyasını belirleyen konuları amaçlamıştır bu romana başlarken. Bunun için de yaşamını edebiyat ve yazmaya kendini adamış bir Selami Harici adlı kişiyi romanın merkezine yerleştirir. Tüm yaşamını tek bir yapıt yazmaya adayan Selami Harici belki de roman dünyamızın en tuhaf, en hayalci, en aykırı kişilerinden biri olarak anılacaktır kuşkusuz. Selami Harici’nin tüm yaşamı sonuncu anlamına gelen “Serencam” adını verdiği ve tüm okuduklarının bir derlemesi olduğu sonradan anlaşılacak tek bir yapıtı üretmeye çalışmakla geçer.Roman üç anlatıcının ağzından aktarılan üç bölümden oluşur. Birinci bölümde (s.9-177) Selam Harici’nin yaşamı ve yaşam öyküsünün ana konusu olan #Serencam adını verdiği yapıtın oluşum evresini eşi Zarife hanım tarafından aktarılır; ikinci bölüm (s.181-220) oğullarından Müşfik’in babasının, ardından da annesinin ölümünden sonra ailenin “Serencam” la baş başa kalışını ve “Serencam”’ın söylenceye dönüşmesini anlatır; üçüncü bölüm (s.233- 330) ise Selami Bey’in torunu Lami’nin ağzından “Serencam”’ın “gizem”inin yavaş yavaş çözülmesini okura sunar.
Birinci bölümde Zarife Hanım Selami Harici’yle Edebiyat Fakültesi’nde tanışmaları ve evlenmelerinin ardından kocasının kitap yazma tutkusunun nasıl bir saplantıya dönüştüğünü anlatır. Zarife Hanım’ın yakın tanıklığından öğrendiğimiz kadarıyla Selami Harici Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde Fransız profesöre çevirmenlik yapan Fransızca sözlük ve kitaplara meraklı, İstanbul’un seçkin yerlerinde yalı, arsa ve daireleri olan varlıklı bir ailenin oğludur. Sorbonne’da felsefe okumuş, üzerine de devlet doktorası yapmıştır. Ancak mezun olduktan sonra çalışma hayatına atılmaz; yaşamına tek bir tasarı yön vermiştir; o da kendi kitabını yazmak. Bu kitap, roman, şiir ya da öyküyle ilgili olmayacaktır, çünkü Selami Bey felsefecidir, Fransa’da okuduğu kitaplar kadar özgün ve görkemli bir yapıt yazacak, tüm okuduklarından “yepyeni bir dille ve hiç söylenmemiş şeyler söyleyen bir kitap” (s.14) gerçek bir başyapıt, dev bir çınar gibi “hem yere hem göğe doğru gelişen, böylece yaşamın tam odağına yerleşen bir kitap” (s.13) yaratacaktır. Tüm varoluşunu bu gerçeküstü tasarı belirler: “ Benim tek bir amacım var ve tüm yaşamımı bu amaç yönlendiriyor: kitabımı yazacağım.” (s.12). Kitabın içeriğiyle ilgili yakınlarına hiçbir bilgi vermez, yalnızca sabahtan akşama kadar çalışma masasının başına geçtiğine, saatlerini bazen zar zor yazarak, bazen tek bir satır üretemeden saatlerce odasında geçirdiğine tanıklık eder aile bireyleri; en yakın tanık eşi Zarife hanımdır. Selami Bey dışında kimse, ne eşi, ne dört çocuğu, gelinleri, torunları yapıta ilişkin en ufak bir bilgiye sahip olamazlar; çocuklar bazen “Felsefeci Selami Bey sakın bizi işletiyor olmasın?” diye annelerine takılırlar. (s.72) İçeriği hakkında en ufak bir ipucu vermeyen yapıtın yazılması giderek Selami Bey’in tüm yaşamını kaplar: Zarife Hanım’ın dediği gibi, “Selami Bey beni de çocukları da boşayıp tümden Serencam’ına kendini adadı, tüm günlerini de günün birinde ortaya çıkıp çıkmayacağı bilinmeyen Serencam doldurmaya başladı”. (s.20) Yapıtın birinci bölümü Zarife Hanım’ın tanıklığıyla verilen Selami Bey’in kitap yazma tutkusunun anlatımından oluşur (s. 9-177). Kırk yılı aşkın bir süre 1944 yılında Selami Bey’in evlendiği dönemde başlayan bu hayal ve bu çaba Selami Bey’in 83. yaşına kadar sürer. Seksen üç yaşında yirmi dört bin sayfayı bulan el yazması yayıncıyla buluşur. Sonuç tam bir düş kırıklığıdır: Basılması, ciltlenmesi olanaksız bir yapıt ortaya çıkmıştır. Selami Bey, devasa yapıtı zar zor ikna ettiği yayımcı Egemen Bey’e “yaptığım en son değerlendirmeye göre uzunluk otuz iki, genişlik yirmi bir, kalınlık yirmi beş” (s.133) sözleriyle tanımlar. Oysa yayıncı “dünyanın en büyük kitabı” diyen Selami Bey’in ölçülebilir büyüklüğü anlatmak istediğini anlamamıştır ilkin. Selami Bey “Ben tek bir kitap istiyorum, evet tek bir kitap, yalnız kendim için (…) Ben Serencam gerçek bir kitap olsun istiyorum yalnızca okunmak ya da ünlenmek gibi bir kaygım yok benim bu kitabı kendim için istiyorum. Okunmak beğenilmek ünlenmek umurumda bile değil” (s. 134) diye üsteler.
Öte yandan ilk bölümde saplantıya varan yazma tutkusunun Selami Bey’i gerçeklikten kopardığı sıklıkla vurgulanır. Daireler, evler satılır, hazır kaynaklar tüketilir. Selami Bey’in çocukları da aynı savurganlığı sürdürür. Ellili yılların varlıklı burjuva ailelerinin bir fotoğrafı da belirir roman uzamında. Üretmeden ya- şamlarını sürdüren tüketime odaklı bir ailedir Harici’ler. Gelinleri, oğlanları, torunları satı- lacak yerlerden başka bir şey ilgilendirmez. Bir yanda Selami Bey’in iflah olmaz saf inancı ve kırılmaz azmi diğer yanda aile bireylerinin satıp savma merakı bu aileyi olumsuz bir hale’yle çevirir. Okur bu kalabalık aileden hiç kimseyle özdeşleşemez. Tam bir karşı-romandır Sonuncu.
Birinci bölümün ana eksenini kuran Selami Bey betimi, saplantılı, gerçeklik duygusundan uzak, kendi zihninde kurduğu tasarıya narsisist bir düşkünlükle inanan, düşünsel anlamda kibirli, benmerkezci ve insandan uzak bir kişiyi öne çıkarır. Öte yandan, yaşamını yazma tutkusuna göre biçimlendirmesi “yazarlık” sürecinin inanç boyutunu akla getirmektedir doğal olarak. Sonuçta hiçbir anlama gelmeyen, hiçbir işe yaramayan, hiçbir okura ulaşmayan “dev yapıt” sarsılmaz bir inancın ürünü olara belirir. Yararlılık/yararsızlık, gereklilik/ gereksizlik, düşsellik/gerçeklik ikilemleri kadar çalışkanlık, yaratıcılık, vizyon, düşgücü gibi kavramları sorgulatır roman.
İkinci bölümde Selami Bey ve Zarife Hanım artık hayatta değildir. Devasa bir boyuta ulaşan elyazması (Yirmi dört bin küsur sayfalık bir elyazmasından oluşan ve dört buçuk kilo gelen yapıt) Selami Bey’in ısrarlarıyla yayımcı Egemen Bey’e yüklü miktarda ödeme yapıldıktan sonra ahşap bir kaplamaya yerleştirilerek neredeyse bir mobilya olarak Müşfik’e kalmıştır. Müşfik’in evine getirilen ahşap kapaklı kitabın ne anlama geldiğini aileden kimse anlayamamakta, yapıta ancak bakmakla yetinmektedirler, kitabı merak edenler eve ziyaret için gelmektedirler, yapıt herkesi büyülemektedir; bu anlaşılmaz yapıtın ünü öyle yayılır ki, yerli yabancı yazarlar gazeteciler kitabı görmeye gelirler, hatta evi polis bile basar: “Kalıbından da belli kızıl kominis kitabı” (s.209) sanılır kitap, hakkında yazılar yayımlanır, Konsoloslar, haberciler, köşe yazarları, sanat çevresi, düşünürler “dev yapıta” övgüler yağdırırlar; oysa kimse okumamıştır kitabı! Giderek bir söylence kurulur bu anlaşılmaz kitap çevresinde:Uzun sözün kısası Serencam geleceğin kitabıydı. Yabancı yorumcular gibi yerli yorumcular da genellikle uzlaşıyorlardı bu konuda. Ne olursa olsun, insanlar anlamasalar da değerini biliyorlardı Serencam’ın, örneğin köşe yazarları, aydınlar, öğretim üyeleri yazılarında ve konuşmalarında sık sık anıyorlardı onu, ülkemizi onurlandıran bir yapıt olduğunda birleşiyor, özellikle bir Batılı yazar ya da gazeteciyle karşılaşınca da onlara İstanbul’da görebilecekleri en ilginç şeylerden birinin Serencam olduğunu söylüyorlardı.” (s.216)
İşte tüm bu kalabalığın içinde Müşfik’in oğlu Lami, dedesi gibi tuhaf bir bağ kurar Serencam’la. Bir sonraki bölüm de onun Serencam’a duyduğu tutkuyu ve bu tutkuyla yapıtın sırrını/iç yüzünü keşfetmesini konu edinir.
Üçüncü ve son bölümde Lami çocukluktan beri merakını kurcalayan Serencam’ı bir de kendi açısından anlatır. Daha çocukken aileden kimsenin okumadığı bu kitaptan bölümler okumasını yengesi Sanem rica eder: “Olsun, sen oradan başla, Önce bir besmele çek, sonra o sözcükten başlayarak oku, demişti ben de besmele çekmiş, sonra okumaya başlamıştım.” (s.238). Lami yengesinin kitaptan bölümleri seçerek fal baktığını çok geçmeden anlar. Fakülteyi bitirdiğinde kendisi de buna benzer bir biçimde kitabı “kullanacak”, bir fikir gazetesine takma adla kitaptan bölümler yollayacak köşe yazarlığı yapacaktır. Ancak Lami’nin özellikle fakülteyi bitirdikten sonra Serencam’a yöneldiği ve okuma denemeleri yaptığını biliyoruz: “Evet kitap ilk bakışta birbiriyle ilintisiz parçacıklardan oluşmuş gibi görünmekteydi, ama ben daha ilk okumalarımdan biliyordum, (…) bir yerlere kadar, diyelim bir ya da bir buçuk sayfa gidiyor, sonra hiç beklenmedik biçimde, bambaşka bir konu ya da izleğe geçer gibi oluyorlardı, okur da ister istemez şaşırıp kalıyordu” (s.245).
Lami okurun yetersiz algılaması yüzünden yapıttaki bütünlüğe ötürü ulaşılamadığını düşünürken, romanın sonunda eşi Canan ve yazar arkadaşı Hayri Akkurt ile giriştiği yoğun araştırmalar sonucu dedesinin Paul Valéry’den André Gide’e, Karl Marx’tan Montesquieu’ye, Aristoteles’ten Platon’a uzanan çizgide aralarında Freud, Wilde, Rousseau gibi nice addan sayısız alıntının bir araya getirdiği anlaşılır. Bu gerçek karşısında Lami’nin dedesinin bu “intihal” çabasının derininde bir anlam bulmaya hatta üretmeye girişerek, aynı dedesi gibi saplantılı bir tutkuyla gerçek yaşamdan kopmasını anlatan satırlarla roman son bulur.
Romanın Uzamı: Düş, Tutku, Boş Bilgi
Romanının baş kişisi #SelamiHarici’den çok, kırk yılı aşkın bir süre gece gündüz odasına kapanarak ortaya çıkardığı “Serencam”dır; oldukça kalabalık bir kesimi, okuyan, yazan, fikir üreten bir kalabalığı etkisine alır, neredeyse bir otoriteye kavuşur. Selami Harici’nin hastalığa dönüşen bir tutkuyla can verdiği bu düşsel tasarıdan geriye, alıntılar “patchwork”ünden başka bir şey olmayan kitabı her şeye karşın farklı bir yere oturtmaya çalışan Lami Harici’nin tutkulu ve hastalıklı çabası kalır.
Tahsin Yücel çağımızda bilgi biriktirmenin, bilgileri bir araya getirmenin, çok okumanın, çok okunmanın, “anlam üretme”yle bir ilgisi olmayabileceğine dikkat çekerken, Selami Harici’ye yirmi dört bin küsur sayfayı boşuna yazdırmaz. Fransız edebiyatının ustalarının külliyatını basan “Pléiade” dizisini örnek alarak, #Balzac’ın İnsanlık Komedyası’nı oluşturan seksen sekiz yapıtın incecik harflerle dizilmiş biçimiyle on binden fazla sayfa tuttuğundan yola çıkar ve Selami Harici’nin Balzac’tan daha fazla üretmesini sağlar (!). Öte yandan, #Flaubert’in #BouvardilePecuchet’sinin (Türkçeye #Bilirbilmezler adıyla kendisi çevirmiştir) iki hayalperest kahramanının bilgi ve keşif açgözlülüğünü de düşündürür Sonuncu. Hayalciliğe ve budalalığa bir övgüdür hocamızın romanı da. Esinlendiği onlarca romancı ve düşünürün sayfalarından kopyalanmış bölümler bir araya geldiğinde okuyana hiçbir şey anlatmaz, ancak herkesin sayıp yücelttiği bir yapıt olur ve “aydın” çevrelerde ciddi bir referansa dönüşür.Tahsin Yücel, bu başlığın, edebiyatın geldiği son noktayı da düşündürebileceğini belirtmiştir; yineleme, taklit, kopyalama, çeviri yoluyla “zenginleşen” ve yaratım süreçlerinin derinlemesine sorgulanmadığı, giderek bir “çöküş”, “gerileme” görüntüsü sunan edebiyat dünyasını akla getirir “sonuncu” yapıt. Deneme ve romanlarında günümüz toplumunun yaşama ve tüketme biçimlerini ele alan Tahsin Yücel’in bu romanı da, edebiyat ve düşün dünyamıza eleştirel bir yaklaşım barındırır; çarpık toplumsal duruşlara, içi boşalan değer dizgelerine, kör ve tekil algılarla örülü yanılsamalara, bilgi kalabalığının yarattığı bilgisizliğe ince göndermelerle okuru düşündürür. Roman insanın yaşamsal tasarılarına yön veren en büyük çabası olan anlam arayışının giderek içi boş bir şablona dönüşmesinin, toplumsal yaşantılarımızın en önemli öğesi haline gelen “efsane” açlığımızın bir anlatısıdır. Dayanaksız bilgilerle kurulmuş, anlamdan yoksun içeriklerle kurgulanmış başyapıtların egemenliğinde okurun duruşunu da sorgulamaktan geri kalmayan, Tahsin Yücel anlatılarının ulaştığı son doruktur Sonuncu.
* Prof.Dr. İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı
Sorry, there were no replies found.