Sabahattin Ali: Tarih Bir Dönme Dolaptır, Hep Aynı Yere Varır

  • Sabahattin Ali: Tarih Bir Dönme Dolaptır, Hep Aynı Yere Varır

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 11:30'de 11 Temmuz 2024

    Tarih Bir Dönme Dolaptır, Hep Aynı Yere Varır*

    Makale Yazarı: Müge Kökdamar

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ekim/Aralık 2018, 36. sayıda yayımlanmıştır. 

    #SabahattinAli, “İçinden geldiği gibi yaz” diyen babanın yönlendirdiği bir çocuktur.

    Kırk bir yıl, bir ay ve sekiz gün süren kısa hayatının geçtiği yıllarda, ülke ve dünya topraklarında yaşananlardan doğal olarak etkilenmiştir. 1927-1930 yılları arasında yazdıkları romantik olarak nitelendirilir. 1930’da döndüğü Almanya’da edindiği izlenim, deneyim ve bilgiler sonrasında, öykülerinin içerikleri toplumun gerçeklerine dönüşür. Cumhuriyetin ilanından sonra devlet politikasında köye ve köylüye yönelim ve önem verme görülür. Bu içeriklerle yazan o dönemin yazarlarına kıyasla daha gerçekçi yazmaktadır. Çünkü diğer yazarlar gibi dışarıdan gözleme dayanan bir yazar değil, köyü/ kasabayı yakından bilen bir yazardır. Yaptığı işin farkını, yerel bir gazeteci gibi haberini yapmakla birlikte, duygu ve düşünceleri de aktararak yazışında görmek mümkündür. Hem okurun hem de yetkililerin dikkatini çekmek ister. Yazdıkları, taşra öğretmenlikleri ile sanatçı kişiliğinin bir sentezidir. İnsanı, toplumu ve yaşamı anlamada bize yardımcı olan öykülerin yazarıdır. Oturduğu yerden ahkâm kesen tatlı su yazarlarından değildir. Tanık olduğu nahoş olayları ve kişileri izleyip bir kenara çekilmemiş, hem toplumun hem de devletin dikkatini çekecek cesur öyküler yazmıştır. Yaşadıklarına ve yaşamının sona eriş biçimine bakınca bu gerçekçiliğinin başına ciddi işler açtığı hepimizce malûmdur.

    Sabahattin Ali’yi biraz merak edip araştıranlar bile rastlamışlardır ki öykülerinde aşk, düşkün kadınlar, köy hayatı, köylüler, işçiler, hastane ve doktorlar, hapishane ve mahkûmlar, aydınlar, yöneticiler, çocuklar, ağalar, işçiler ve işverenler çokçadır. Dolayısıyla ezen ve ezilen, eğitimli ve eğitimsiz halk arasındaki kopuklukların altını çizer. Hepsinde de mağdurun yanındadır. #CanımAliyeRuhumFiliz’de okuduğumuz mektuplarında, “Dünyada rahat yaşamak için aptal olmaktansa biraz daha rahatsız yaşamak daha iyidir bence” diyen bir insanın, ezilenin hâllerinden etkilenmediğini söylemek yanlış olur. Bunu diyen birinin bu hâle gelebilmesi için o ana kadar birçok mutsuzluk, huzursuzluk, aksaklık, haksızlık görmüş ve bunlara tahammül etmek yerine bu uğurda çabalamış olması gerekirdi ve o da zaten bunu yapmaktaydı.

    Yirmili yaşlarının öykülerinden “#BirSiyahFanilaİçin”de serseri ve özgür ruhlu bir adamı ve “#BirCinayetinSebebi”nde eğitimli ama sinik bir adamı anlatır. Bu dönemin öyküleri uzun betimlemelerle bezelidir. Kahramanlarını, toplumda sık görülmeyen insan tiplerinden seçmiştir. Kendi kendine, içinden konuşan karakterlerdir. Takıntılı ruh hâlleri vardır, özgür bir yaşama ya da bir kadına (Örneğin: “Bir Siyah Fanila İçin”, “Bir Cinayetin Sebebi”, “Komik-i Şehir”). Eğitimli ya da değil, özgüvensiz ya da bugünün moda tabiriyle ezik ya da ezikliği seçen karakterler görürüz. “Kazlar”da hapishane kapısında çile çeken Dudu’nun başına gelenleri, “Kamyon”da büyük şehre gidip para kazanmayı hayal eden bir delikanlının dramını, “Dekolman”da işsizlik yüzünden tıp çevirileri yapan delikanlının intikamını, “Gramofon Avrat”ta oturak âlemlerinin yaman dansözünün vefasını, “Sulfata”da bir doktorun elinde helak olmuş köylü kadının hikâyesini okuruz. “Yeni Dünya”da yaşı geçkin ve hasta bir dansözün, yerini alacak gibi görünen genç dansöze geçilmeme gayreti vardır; ekmek parası ve itibarını korumak için elinden geleni sonuna kadar yapar. Bu öyküde de, diğer birçoklarında olduğu gibi, aydın ve halk arasındaki kopukluk işlenmiştir. “Apartman”da zenginin fakiri ezişinin acı öyküsüne tanık oluruz.

    #Değirmen isimli öykü kitabında, bedbaht, mutsuz ve çaresiz kahramanlara rastlarız: Öğretmen Hüsameddin, Mülkiyeli Ömer, oyuncu Rahmi, viyolonsel çalan üzgün koca. Öykülerinde kahramanları çevreleyen insanlar, ukala ve sevimsiz olarak betimlenirler. En sevdiğim öykülerinden olan ve Sırça Köşk kitabıyla aynı isime sahip öyküsünde ise her dönemde halkların başına gelebilecek/gelmiş olan musibetten bahseder. Bundan yola çıkarak diyebiliriz ki eğitimsiz ve fakir halkın kandırılması zaman ve mekândan bağımsızdır.

    Sabahattin Ali, “#Duvar” isimli öyküsünde #SinopCezaevini anlatır. “Duvar”, Sabahattin Ali’ye kır saçlı bir mahkûmun anlattığı etkileyici ve yarım kalmış bir firar hikâyesidir. Sabahattin Ali, 1936 yılında yazdığı bu öyküsünde tutukluluk günlerine geri döner :

    “Fakat benim kaldığım hapishanede her şey, her ses hürriyeti gözlerin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire çekip götürmek için yapılmış gibiydi. Surların üstünde büyüyen ufak ufak ağaçlar, yosunlu taşlardan aşağı sarkan sarı çiçekler, bir bahar havası içinde eli kolu bağlı olmanın bütün acılarını içime dökerdi. Uçsuz bucaksız gökte bir kuğu gibi ağır ağır yüzen bulutlar benden bir teselliyi: unutmayı alırlardı…”

    #Selam” öyküsünü de şöyle bitirir:
    “Dört elle sarıldığımız birçok kıymetlerin; uğrunda sahici bir insan gibi kalbimiz ve kafamızla yaşamayı feda ettiğimiz binlerce sözde mühim şeylerin ne kadar kolay fırlatılıp atılabileceğini bana öğreten Yusuf! Benden de sana selam olsun…”

    Sabahattin Ali’ye göre, hikâyede psikoloji şu olmalıdır: “İnsanın iç dünyasını, dışa vuran yaşantısıyla göstermek”. Ali, dış’a bakarken iç’i dışta arayan bir yazardır. Tezahürler yoluyla ve okura dolaylı yoldan anlatır. Kahramanların içini, ruhsal durumlarını ve duruşlarını, dış dünyada onların başına gelenler aracılığıyla anlatır.

    Hülya Soyşekerci’den alıntıyla: “Kişilerini bazen bütün cepheleriyle gerçekçi biçimde yaratırken bazı eserlerinde iyi ve kötü insan tiplerini tek boyutlu canlandırarak romanın ya da öykünün düşünsel amaçlarına hizmet etmeleri yönünde onları araçsallaştırdığı da olur.”

    Aslında bu bağlamda, okuru muhakeme etmeye sevk ederken geliştiren mini bir beyin fırtınası yaptırır. Öykülerinde, günümüzün yaygın hastalığı alzaymıra düşman bu egzersizden kaçamazsınız. Okurun tembel tembel oturup okumasına fırsat vermez. Kendini geliştirme fırsatını eline geçirememiş kahramanlarının üzerinden, okuyana kendini geliştirme fırsatı sunan öyküleriyle zihniniz açılır.

    Okuru hafife almayan, düşündüren, yorumlatan, problemi sunan, kolaya kaçırtmayan, önüne hap olarak vermeyen öykülerdir onunkiler. Sanki ancak bunları becerebilenin anlayabileceği öyküler ve karakterler… Okura âdeta psikologluk görevi vererek “oku oku geç” diyemeyeceğiniz karakterler… Belki de kim bilir, “Analiz ve sentez yapamayan okumasın. Herkes okuyacağına, anlayan okusun,” dedirten… Okuru bol olsun diye, popülist olmayı reddeden… Toplumsal konu ve sorunlara dikkat çeken… Öykülerinde Sabahattin Ali’nin iki amacını görmek mümkün: Toplumda gelişen aksaklık ve eksikliklere dikkat çekmek. Bununla iç içe giden “karakterin ruhunu” çözümletmek.

    Bir ara görüvermiş, hızla not almış ve sonra oturup yazıvermiş havasında görünür ama gerçekçiliğin derinliğine indirir, yalın dilinin maharetini ortaya çıkaran da budur. Edebiyat yapmadan, ebedî bir sanatçı olmanın en güzel örneklerindendir. Betimlemeleri bütüne yayarak öykünün doğal akışını durdurmaz veya yavaşlatmaz. Yirmili yaşlarında yazdığı öykülerinde daha sık rastladığımız, eşsiz benzetmelerle döşediği öykülerinin iklimi ve mekânlarının içine yerleştirdiği kahramanları gözümüzün önünde film izler gibi akarlar. O yazdıkça siz her bir cümlede şöyle bir an durup, o betimlemeyi hayal etmeden, o karakteri oraya yerleştirmeden ve dahası belki kendiniz de oraya konuşlanmadan edemezsiniz: “Gözlerinde erimiş madenin oynak parlaklığı ve yanık yüzünde bir ekmek kabuğunun kırmızımtırak donukluğu vardı.” (“Kurtarılamayan Şaheser”)

    “Kurumuş tarlaların üzerinde yürüdükten, hafif bir sırtı tırmandıktan sonra, yarısına kadar açık duran paslı bir demir kapıyı geçtim, aralarından otlar fışkıran çakıl döşeli bir yoldan yürümeye başladım…” (“Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesi”)

    “Hâlbuki ben onun için bir hiçtim; gelmiş ve geçmiş birisi… Nasıl anlatayım efendim, çorabını yırtığı, şapkasının kurdelesi kadar benimle alakadar olmuyor, evlerindeki kedi kadar bile beni sevmiyordu.” (“Bir Cinayetin Sebebi”)

    “Otomobil karanlık bir odaya kapatılmış bir kedi gibi alevden gözleriyle dört tarafa atılıyor, duruyor, geriye dönerek tekrar koşuyordu.” (“Bir Siyah Fanila İçin”)

    “…güverte tahtaları, sıcaktan yan yatıp hızlı hızlı soluk alan sıska bir köpeğin kaburgaları gibi, kımıldayıp duruyordu.”(“Portakal”)

    “Siyah eteklikli, topukları yırtık siyah çoraplı, şipidik terlikli şişman bir kadın yerleri siliyordu.” (“Böbrek”)

    “Bu kısa, kalın, yassı biriydi. Her an bir kalp durmasından ölüverecekmiş hissi veren kırmızı, şişkin, iri mesameli yüzü yağlı gibi parlıyordu.” (“Böbrek”)

    Yine “Böbrek” isimli öyküsündeki şu akışkan cümlelere bakalım: bir başlayınca tek nefeste okuma hissi verirken aynı zamanda karakterin yaşadığı her şeyi bedenimizde algılar ve acısını yaşar hâle geliriz:

    “Üç seneden beri çektiği böbrek sancısından kurtulmak için almadığı ilaç kalmamış, bir yıl önce Kayseri Hastanesi’ne varmış, röntgen yaptırmış, doktor bünyedeki taşı çıkarmadan olmaz, çok büyümüş, ilaçla düşecek gibi değil, demiş, Avni de çoluk çocuğuyla helalleşip bıçağın altına yatmış. Beş altı ay rahat etmiş ama, hastalık bu sefer öteki böbrekte tepmiş. Yeniden röntgen yaptırınca, sağ böbrekte hem de iki taş birden görmüşler. Artık Kayseri doktorlarına inanamaz olmuş, İstanbul’a gelmiş.”

    Bu paragrafı okuduktan sonra, nefesinizi sonuna kadar kullandığınızı ya da tuttuğunuzu hissedip, derin bir nefes alasınız gelmedi mi? Soluksuz okumak böyle bir güzellik işte.

    “Sanat eserinden faydalanabilecek durumda olanlar, her şeyden önce avunmak, oyalanmak istiyorlardı; sanatkârın ekmeği de işte bu tatlı rüya meraklılarına bağlıydı, yoksa kömür kayığında yüzükoyun yatan yırtık zıpkalı Bartın uşağına değil.” (“Beyaz Bir Gemi”)

    Olanı olduğu gibi yazan, bu yüzden belki de ölümünü hazırlayan bir insanın, olaylara tam aksi taraftan bakabilmesinin en güzel örneklerinden.

    Kahraman yaratmanın amaçlarından biri, okura yaşatmak/ özdeş hissettirmek ise onun öykülerinde kahramanlarını kendimizmiş gibi sanmamız ile bunu zaten başarır. Bir okur, bir o kahraman oluruz. Kendimizi o an üzerinde oturduğumuz koltukta ya da içinde bulunduğumuz odada hissetmeyiz. Yeri gelir, genellikle derin duygularda ve müşkül durumlarda cebelleşen kahramanları tekrar tekrar okumamız gerekir. Kentli, adalet, tıp veya bürokrasi içindekilerin, kahramanlarına çektirdiği eziyetleri anlatırken, bu kişilerin zalimliğini fiziki görünümleri ve giysileri ile de itici bir resim canlandıracak şekilde betimler. Örneğin: Zalim bir doktoru “tüyü bozuk, kaytan bıyık, kocaman bir gözlük” ile fiziken şekillendirirken “ters ters bakma, üstüne yürüme, hademeye attırma, tepine tepine bağırma” eylemleri ile de sevimsizlik abidesine dönüştürür.

    Anlatmak istediklerini genellikle anlatıcı yazar üzerinden değil, olayı yaşayan ve/veya tanık olan kahramanın üzerinden sunar. Tanrı yazarı pek fazla görmeyiz. Birçok öyküsü için çift kahramanlı diyebiliriz: Öyküye konu olan ve olayı bizzat yaşayan kişi ve bunları “ben” diliyle aktaran anlatıcı kahraman/olayın mekânına denk gelen kişi. Bunları yazabilen bir yazarın, hem topluma duyarlı hem de insan psikolojisine hâkim olması gerekir ki, Ali tam da böyle biridir.

    “Edebiyat iç dökmek değildir” cümlesine sıkı sıkıya bağlıdır. Bencillikten uzak ve sanatçı hassasiyetini egolarından arındırarak önümüze serer. Öyküleri aracılığıyla okurlarına/halka hizmet etmeye odaklanmış bir nefer gibidir. Acı şeyler yazmamaya niyet ettiğinde bile, bir köpek kahraman yaratır ve onun üzerinden eleştirisini yapar. Köpeğin bakıcısı olan kişinin abartılı tavırları/sözleri ile eşitsizliklere dikkat çekmektedir. (“Bahtiyar Köpek”)

    Toplumsal ve bireysel hakları için çıkış/direniş/başkaldırıyı beceremeyen ve eğitimsizliğin kader olduğu bahanesine sığınan insanımızın her hâlidir yazdıkları. Eğitimi, okumayı ve gelişmeyi bilmem kaçıncı plana atmış/ hatta planlarına dâhil bile etmemiş, sosyal medyanın harf sınırlamasına müptela olmuş, uzun okumak bir yana kısa okumaların dahi derinliğine inmeye üşenen/vakit kaybı addeden geniş bir kitlenin var olduğu toplumumuzda, Sabahattin Ali’nin öykülerinden feyz alabilecek insan sayısı ne kadar azdır. Teknolojinin, kolaylıklarının yanı sıra, düşünce derinliğimize attığı tokatın acısını yaşamıyor muyuz? Sabahattin Ali’nin yaşadığı yılların ikliminde, yazdıklarının bedelini ödediğini düşününce günümüz ikliminde toplumun vardığı noktada, yazarların bedel ödeme ve insanların okumama faktörleri bir araya gelince bu denli derin ve nitelikli yazma coşkusunun kaybolma ihtimali hayli yüksektir.

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
Tarih Bir Dönme Dolaptır, Hep Aynı Yere Varır* Ma…
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi