Katharina Blum: Küçük Adamın Yitik Arzuları

  • Katharina Blum: Küçük Adamın Yitik Arzuları

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 14:39'de 11 Temmuz 2024

    Küçük Adamın Yitik Arzuları*

    Makale Yazarı: Feride Çetin

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI dergisinin (Ocak/Mart 2018) 33. sayısında yayımlanmıştır. 

    Heinrich Böll sadece savaşın tükettiği insanları anlatmakla kalmadı. Aynı zamanda ruhumuzu deşen gizemli yaraların altını kazıdı. Az sayıda yazarın sahip olduğu yalın ve etkili üslubu sayesinde Almanya’nın vicdanı ve edebiyat dünyasının azizi olarak anıldı. Yeri geldiğinde aile sevgisini ve insan hakları savunuculuğunu yazma tutkusunun önüne koysa da; bizi körlüğe götüren yanılgıları vurgulamaktan çekinmedi.

    Yazar, hayatını yazı ile geçirme kararını aldığı anı unutmaz. Gününün hikâye anlatıcısı olmak için duru görü sahibi olmalıdır. Türlü ekonomik zorluğa rağmen üretmeye devam etmelidir. En nihayetinde bir yazar olarak kendini kabul ettirmek için ömür boyunca mücadele etmesi gerektiğini bilir. Kariyer, atılması gereken bu birkaç ufak adımdan ibaret gibi görünür. Oysa edebiyat dünyası, bu adımları es geçip duvara toslayanların trafik kazalarıyla doludur. Tanpınar ve Nabokov gibi, hem iyi edebiyat öğretmeni hem de iyi birer yazar olmayı başarabilmiş isimlerin ders notlarında; yazarların yaratıcılık anlarının önemine vurgu yapılır. Düş güçleri gelişmiş kalemler, hikâyeyi kurdukları zemini kendi yaşamlarının ışığında cilalarlar. Dürüstlükleri ne kadar derinse, cesaretleri de o kadar çok alkışı hak eder.

    Sıklıkla tekrarlanan tartışmadır. Edebiyatçı hayatı boyunca aynı eseri mi yazar? Yazar korkusuzca yaşamayı başarabilmek ve kanatlarını tüm dünyaya açarak hayatı karşılamakla yükümlüdür. Taklitçilik ya da mirasçılık bir yazarı sınır lar. Özgün olamayanın okurda yeni kapılar açabildiği tartışma konusudur. Heinrich Böll ikinci cihan harbinden sonra Almanya’nın yaşadığı yıkım üzerine yazdı. Sistemi ve insanı kıskaca alan değerleri eleştirdi. Vizörünü başka sınıfsal durumların üzerine çevirdi.

    Alman edebiyatının köşe taşı sayılan eserlere imza atmış #HeinrichBöll. O, ülkesinin toplumsal gerçeklerinden yola çıkan bir yazar. Kendini öykücü olarak tanımlayan Böll, keskin gözlem yeteneği sayesinde yazdığı hikâyelerdeki karakterlerin durumlarını ayrıntılı işlemeyi bilmiş. Farklı türlerden beslenmiş. Her hikâyesinde edebiyatına yeni taşlar eklemiş.

    Bir Başka Dünya Mümkün

    Böll, I. Dünya Savaşı’nın son yıllarında, 1917’de Köln’de doğmuş. Dolayısıyla savaş hayatında belirleyici bir unsur olarak varlığını korumuş. Bir marangozun sekizinci çocuğuymuş ve ekonomik durumu iyi olmadığı için küçük yaşlardan itibaren çalışmaya başlamış. Bir yandan da içinde durduramadığı şiiri kâğıda dökmeye çalışmış. İlk gençlik aşkı Annemarie ile evlenmiş ve onunla kurduğu aileden romanlarında çokça yararlanmış. Naziler iktidara geldiğinde kaçmak istese de, önce çalışma kampına sonra da cepheye gitmek zorunda kalmış. Esir düşmüş. Savaş sona erince Köln’e dönmüş ve yıkık kent ile kendini özdeşleştirmiş. İlk eserlerini ortaya koyduğu sıralarda türlü işte çalışmış. Sonraki yılları ise sürekli edebiyat ve insan hakları üzerine çalışmakla geçmiş.

    Henüz ilk öykülerinin yayımlandığı, telif ücretlerine dahi ulaşamadığı kasvetli yıllarda; düzeltmenine yazdığı mektupta “Aileme karşı bu yaşam tarzını sürdüremem. Bazen edebiyat alanında yapacak işlerim olduğuna inanmama rağmen aslında edebiyat uğruna eşimin ve çocuklarımın tek bir kötü an bile geçirmelerini istemem” der. Aslolan hayattır onun gözünde. Şöhreti bulduğunda ise fikirlerinden ödün vermez. Siyasal eylemciliği ve insan hakları savunuculuğu ile öne çıkar. Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru’nu yazdıktan sonra kimi basın kuruluşları tarafından terörün manevi babası ilân edilir. Hatta evi kundaklanır. O yine de inandığını yolda, sabırla yürümekten vazgeçmez.

    Heinrich Böll’e nobel ödülünü takdim eden komite şu açıklamayı yapar; “Sokaktaki insanın yıkım, acı ve umutlarını işlerken; kalemini otoriteye, zorbalığa, suçluluk ve hınç duygusuna karşı mızrak edinirken sergilediği dürüstlüğü, kişisel bütünlüğü ve ilkeli çağdaşlığına karşılık bir takdir etmek” için bu ödüle değer görülmüştür.

    Böll’ün Köln’de ‘yazar evi’ olarak kullanılan miras mekânının kapısında bugün asılı olan cümle ise şudur;
    “Her sabah, her sabah böyle dağ başında… Barış için ayağa kalk!”

    Dünün Halk Düşmanı, Bugünün Vatan Haini

    “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, taraflı haber bombardımanı ile hayatı medya tarafından acımasızca alt üst edilen genç bir kadının hikâyesidir. Âşık olduğu anarşiste yataklık ediyor suçlamasıyla çarmıha gerilir, iyi huylu hizmetçi Katharina. Yazar, ahlak sorgulamasını ve özgürlüğün dokunulmazlığını tartışmayı okura bırakırken “masum değiliz hiç birimiz!” diye bağırır.

    Böll 1960’ların anarşist kızıl ordu fraksiyonu Baader Mainhof’tan etkilenerek bu romanı yazar. Roman, dört gün gibi kısa sürede hayatı alt üst olan genç bir kadın hakkındadır. Yanlış insanlarla bağlantı kurduğu gerekçesiyle Zeitung adı verilen bir gazete tarafından karalanır Katharina Blum. Polis tarafından sorgulanır, çevresi tarafından infaz edilir en sonunda bir gazeteciyi öldürür.

    Heinrich Böll, kendi halinde bir hizmetçiyken bir anarşist ile tanışması ve ona aşık olması ile halk düşmanı ilan edilen Katharina Blum’un hikâyesini röportaj ve haber teknikleri kullanarak ileri gidişler ve geri dönüşlerden yaralanarak yazmış. Hikâyeye başlarken henüz ilk sayfalarda romanda nasıl bir biçim izleyeceğini okuyucusuna açıklar:

    “Kaynak” ve “akmak” gibi kavramlar araya girince, kompozisyondan söz etmek olanaksızlaşıyor; çünkü kompozisyon belli biçim yasalarını gözeterek kurmak anlamına gelir. Bu durumda kompozisyon yerine birleştirme, bir araya getirme kavramını koymak, belki de daha iyi olacaktır. Ve bu kavramın çocukluğun (hatta belki de büyüdükten sonra bile) su birikintilerinin içinde, yanında, su birikintileri ile oynamış, onları kanallarla birbirine bağlamış, boşaltmış, akış yönünü değiştirmiş, sonunda elindeki birikmiş su ile akış yönünü değiştirmiş, sonunda elinde birikmiş su gizilgücünün tümünü – salt düzen düşüncesiyle, resmi makamlar tarafından açılmış bir su yoluna ya da kanala yöneltmek amacıyla- daha alçak bir düzeyde toplama kanalında birleştirmiş olan herkesçe anlaşılabilmesi gerekir. Bu nedenle, bu hikâye de yer yer düzey farklılaşmalarının ve düzey denkleştirmelerinin rol oynadığı bir akıntıya dönüşürse, durumun hoşgörüyle karşılanmasını dileriz, çünkü düşünülmeli ki; akıcılığın yanı sıra duraklamalar, birikmeler, kum toplanmasından ötürü tıkanmalar, başarısız kalan birleştirme çabaları ve ‘birleşmeleri olanaksız’ kaynaklar, bunların yanı sıra da yer altı kaynakları söz konusu olacaktır.”

    Görünenin Ardında Yatan Gerçek

    Böll’ün romanlarını etkili kılan unsurların başında onun karakter yaratma gücü gelir. Kahramanlarını otopsi masasına yatırır. Sadece kendi gözünden değil, diğer olay karakterleri gözünden de nasıl göründüğünü anlatır. Okurun kafasındaki soru işareti yaratacak boşlukları iyi tespit eder ve hepsini sağlam bir dayanakla açıklar. Hikâyesindeki çatışmaların temelleri güçlüdür.

    Katharina olay kişileri tarafından ‘lekesiz bir geçmişe sahip’ ve ‘iyilik timsali’ olarak tarif edilir. Genç kadının yanında çalıştığı Trude Blorna onu, eşine pek az rastlanabilecek tatlılıkta, uçarı olmayan; ama her zaman sevme yeteneğine sahip, hem ağırbaşlı hem de genç ve hoş biri olarak tanımlar. Onun eşi olan Dr Blorna ise, kendisi ile baş başa kaldığında yüreğinde Katharina’ya tatlı duygular uyanmış olduğunu itiraf eder. Katharina ile romantik bir ilişki kurmasını önleyen karısı Trude’ya karşı duyduğu saygı ya da onu incitmeme kaygısı değildir. Katharina’nın ‘o yerin dibine batası’ masumiyeti karşısında duyduğu saygıdır. Katharina’da kendini belli eden bir soğukluk vardır. Dört elle hayata tutunmuş ve sorunlu bir aileden gelmiş olmasına, başından kötü bir evlilik geçmiş olmasına rağmen Katharina yıkık yaşamını yeni bir düzene kavuşturmuştur. Çabuk kırılabilen bir yaradılışa sahiptir aslında genç kadın. Naif yanı, türlü pis oyunlarla baş edebilecek bir dayanıklılığa sahip olmasını engellemiştir.

    Böll okuruna olayları olanca çıplaklığı ile tarafsız biçimde anlatır. Diğer yandan onların nasıl düşünmelerini istediğini belirtmekten de kaçınmayan bir yazardır.

    “Hemen belirtelim ki bu öykü, olaylar açısından çok zengin; ama yine hemen belirtelim ki bu zenginliğin her zaman öykünün yararına olduğunu söyleme olanağından yoksunuz. Ev işlerinde çalışan genç bir kadının bir gazeteciyi öldürmesi doğal olarak üzücü bir durumdur. Bu durumun aydınlatılması, en azından aydınlatılması yolunda bir girişimde bulunulması gerekir. Ama öldürme olayı öykümüzün tek olayı değildir. Örneğin bir hizmetçi yüzünden nice yorgunluklar pahasına hak ettiği iznini ve tatilini yarıda kesen, mesleğinde başarılı bir avukatın durumu nasıl nitelendirilecektir? Ya da olgunlukla bağdaştırılamayacak bir duyarlılığın etkisiyle aynı hizmetçiye yazlıktaki evinin anahtarını ve de kendisini zorla kabul ettirmeye çalışan, yan uğraş olarak profesörlük ve parti yöneticiliği yapan bir sanayici için ne söyleyebilme olanağı vardır? Bütün bu olayların ve kişilerin bir araya getirilmesi, kaynaştırılması olanaksızdır. Yine aynı kişiler belli bir bağışıklığa sahip olduklarından, ya da başka bir deyişle sorumlu tutulamayacaklarından olayların normal akışını aksatmaktadırlar.

    İzleyici misin Yoksa Oyuncu mu?

    Böll, onu bu hikâyeyi yazmaya iten nedenleri açıklamaktan geri durmaz. İnsanların kriz dönemlerinde ellerinden alınan haklarını hatırlatma amacı güder…

    “Söz edilmesi gereken başka durumlar da var. Örneğin sürekli olarak telefonların dinlenmesinden yana olan ve bu isteklerini kabul ettiren polis memurlarının durumları hakkında ne düşünülmesi gerekir? Kısaca şöyle diyebiliriz: Olup bitenlerin tümü, onları rapor haline getirmek isteyen biri için hem açık seçik ortadadır hem de en nazik noktada ya da anda gereği kadar açık değildir. Çünkü her ne kadar, bir takım noktaları öğrenebilme olanağı varsa da, bu kişilerce söylenenlerin bir tek sözcüğü bile mahkeme önünde onaylanmadığından ya da söylenmiş olmadığından kanıtlanmış sayılmaz. Resmi herhangi bir önem taşımaz. Sözgelimi şu telefonların dinlenmesi olayını ele alalım. Telefonların dinlenmesi, doğal olarak araştırma amacına hizmet eder. Ancak telefonların dinlenmesiyle elde edilen sonuçların -bu iş bir başka makam tarafından yapıldığından- resmi soruşturmada kullanılması bir yana, bunun sözü bile edilemez. Ve burada önemli noktalardan biri de şudur; Kendisine telefonları dinleme görevi verilen, dürüst, görevinden başka bir şey düşünmeyen bir memurun ruhsal durumu nasıldır? Emir zoruyla olmasa bile, ekmeğini kazanma baskısı altında (belki de tiksindiği) görevini yerine getiren bu kişi neler duyar?”

    Böll, Katharina’ya ve olaya karışan yakınlarına karşı ne kadar anlayışlı ise; kendisini dev aynasında gören Zeitung gazetesi muhabirlerine karşı o denli acımasızdır…

    “Gazeteci Tötges Katharina’nın hastanede yatan annesinin adresini bulmuş fakat yanına girme çabalarından bir sonuç alamamıştı. Kapıcı, bölüm hemşiresi ve doktorlar Frau Blum’un güç fakat başarılı bir kanser ameliyatı geçirdiğini ve bu nedenle dinlenmesi gerektiğini bildirmişlerdi. Kadının iyileşmesi heyecanlanmamasına bağlıydı. Gazeteci Tötges, sonradan arkadaşlarına anlattığı üzere numaraların en kolayını uygulayarak yani boyacı kılığına girerek, kadının odasına sızmıştı. Dünyada annelerden bereketli kaynak düşünülemezdi. Tötges, anlattığına göre, gerçekleri kadının gözleri önüne sermişti. Kadın “Neden böyle oldu? Nasıl böyle olabildi?” diye hayıflanmıştı. Tötges ise bunu #Zeitung’a “Böyle olacağı belliydi, sonunda nasılsa böyle olacaktı.” diye geçirmişti. Frau Blum’un anlattıklarında yaptığı bu küçük değişikliği ise, kendisinin bir gazeteci sıfatıyla ‘basit kimselerin ifadelerini düzeltmeye’ alışık olduğunu ileri sürerek gerekçelendirmişti.”

    Böll hikâyelerinde, şiddetin ya da kederin doruğa çıktığı anda neşeli bir yorumla okuyucu rahatlar ve hatta kahkahalara boğulur.

    “Öykünün sonunda kaynaşma değil, çatışmalar baş göstermiştir. Genç bir kadın keyifli bir halde bir danslı toplantıya gitmiş, toplantıdan dört gün sonra- burada amaç yargılamak değil, okuyucuyu aydınlatmak olduğundan yalnızca olayların anlatılmasıyla yetinilecektir- katil olmuş ve eğer işin esasına inersek, buna gazetede çıkan yazılar yol açmıştır. Uzun süreden beri arkadaş olan iki erkek arasında hava gerginleşmiş, sonunda iş kavgaya kadar varmıştır. Bunların eşleri birbirlerine sert sözler söylemişlerdir. Sunulan acıma duygusu geri çevrilmiş, hoş olmayan gelişmeler doğmuştur. İnsanların karakterleri değişmiş, servetlerini yitirmişlerdir. Kısacası durum hiç iç açıcı değildir. Peki, bunun sonu nereye varacaktır? Blorna’nın Katharian’ya olan eğilimi bile onun daha sık yıkanmasına neden olmamaktadır. Hatta ağzının koktuğu bile saptanmıştır.”

    Böll; Katharina’nın işlediği cinayetle başladığı romanını yine Katharina’nın avukatına verdiği ifade ile sonlandırır.

    “Yazılanların hepsinin yalan olduğunu herkes nereden bilecek? Ona açıklamaya çalıştımsa da beni anlamadı.”

    Tanrı Gelsin, Bizim Yoksulluk İçinde Yaşadığımızı Görsün

    “Ve O Hiç Bir Şey Demedi”, bir yandan yoksullukla baş etmeye çalışırken, insanlığını sorgulama fırsatı da bulan karı koca Fred ile Keata’yla tanıştırır bizi. İnce bir sızı eşliğinde kiliseyi ve aile kurumunu masaya yatırır.

    Bu yapıtında Heinrich Böll, kederle yıkanmış bir evliliği olanca yalınlığı ile yansıtmayı başarmıştır. Almanya’nın Rhein bölgesinde yıkıntıların ortasında yaşamak zorunda kalan üç çocuklu Kaete ve Fred’in küçük dünyasını tasvir eder roman. Adam ailesine yetememenin acısı içindedir. Karısı ise ondan daha güçlü tutunur yaşama…

    “…Yani nedir senin istediğin?’, diye sordu Fred, birdenbire. Yüzüne baktım., onu tanıdım tanıyalı ilk defa kızmış göründü bana. ‘Ne istediğimi bilmiyorum.’ dedim.‘Olursa iyi olur, ama ne Nofretete ne de İsenheim mihrabı istediğim yok benim.”

    Honore Daumier’in “İnsan kendi zamanının insanı olmalıdır.” sözünü en iyi karşılayan yazarlardan biridir Heinrich Böll. Kendi çağına ve insanına karşı sorumlu olduğu bilgisini hiç unutmaz. Alman yazınında Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıkımı anlatan ve ‘küçük adam’ kavramını edebiyata kazandıran Hans Fallada’dan farklı olarak çağının din kurumlarını da eleştirir. Özellikle Ve O Hiçbir Şey Demedi’nin neredeyse tüm kilit sahnelerinin ekseninde kilise, papazlar ve sokaklardaki dini törenler vardır. Böll’e göre kilise, savaşla ve yıkımla uzlaşmıştır. Kendisine bir sığınak arayan, çaresiz insanları görmezden gelmektedir.

    Yıkıntı, insanın bütün çaresizliği ve küçük adamın desteksiz kalışındadır.

    Belki de bu yüzden romanın sonlarında tüm hıncını küçük adama kol kanat germeyen kiliseden çıkarır. Hikâyesinin iki anlatıcısını, karı koca Kaete ile Fred’i kilisenin şatafatı karşısında resmeder. Tüm o parlak papaz eşyaları karşısında küçük adamlar kiliseye zorla gider, sanki bir yükümlülükmüşçesine ibadetlerini yerine getirir. İnsanoğlu artık yararsızdır. Bir dini töreni anlatırken yazar, kahramanı Fred’in, kırmızı cüppeli piskoposun ahmağın biri olduğunu anladığı anı şöyle tarif eder…

    “İnce, uzun boyluydu piskopos. Gözlerini ileride bir noktaya dikmiş, ama dua etmediğini görebiliyordum. Adımlarını aça aça, bir kral gibi yürüyordu. Eskiden bir subaydı piskopos. Çilekeş yüzü fotojenikti, resimli din dergilerinin kapaklarına göreydi tam.”

    Organize emeklerin büyüttüğü bir budaladır din adamı. Eskiden insanı kandırmak mümkündür. Artık küçük adamın gözleri açılmıştır, her şeyi görür. Din onu kandıramaz. Ama bunları anlatırken geçmişi de suçlamaz Böll. Sadece olanı, olduğu gibi betimler. Kilise ile küçük adam arasındaki uçurumu vurgular. Tüm o yoksulluk içinde, nasıl ite kaka yaşadığı ile yüzleşmeye davet eder okuru…

    “Birden gözlerim karardı sanki. Ayin alanındaki insanlardan, onları seyredenlerden hiç birini görmez oldum. Şimdi yalnız iki çocuğumu, Clemens ile Carla’yı görebiliyordum. Mavi elbisesi oğluma biraz kısa geliyordu; çok renksizdi çocuk. Yakasında kilisede kutsal ekmek ve şarap törenine ilk defa katılanların taktıkları yeşil dalı, elinde mumu görüyordum. O ciddi ve sevimli çocuk yüzü solgundu. Siyah saçlarını, yuvarlak yüzünü, narinliğini benden almış kızım hafif gülümsüyordu. Çok uzaklarda gibiydim, ama açık seçik görüyordum onları. Hayatımın bu parçasına, üzerime yüklenmiş, yabancı bir hayata bakar gibi bakıyordum. Tören havası içinde, ellerinde mumlar, küçük görüş alanımdan yavaş yavaş geçen çocuklarıma bakarak anlıyordum. Hep anladığımı sandığım şeyi, ancak şimdi anlıyordum. Yoksulduk biz.”

    Kalplerin Geniş Olduğu Evler

    Fred, hayatının bir özetini çıkarırken kendisini de suçlar…

    “Denediğim çeşitli meslekler, işler hiç sarmıyordu beni. Doğru dürüst bir iş sahibi olabilmek için gerekli ciddiyeti, ısrarı gösteremiyordum. Harpten önce uzun zaman bir ilaç fabrikasında çalışmıştım; sıkıntı basınca fotoğrafçılığa geçtim. Ondan da çabuk usandım. Sonra okumaya merakım olmadığı halde, kütüphane memuru olmak istedim. Kaete’yi bir kitaplıkta tanıdım. Kitapları seviyordu. Orada kaldım, çünkü Kaete oradaydı; fakat çok geçmeden evlendik ve ilk gebeliğinde onun o işi bırakması gerekti.. Derken harp de patladı. İlk çocuğumuz Clemens ben askere giderken doğdu.”

    Yazar savaştan ‘bir can sıkıntısı’ olarak söz eder. Fred karısı Kaete’yle sadece bir kez cephede yaşadıkları hakkında konuşur…

    “Ben aşağı yukarı üç yıl kışlalarda telefonculuk ettim. Sıkıntıdan kusasım geliyordu. Bir yer olsa da kafayı çekmeye gitsem karşımda hep üniforma! Bilirsin üniforma görmeye tahammül edemem. Ölüm deprenirdi telefonda, ince sesleriyle telefona ölümü haykırırlardı. Ölen asker sayısı az oldu mu yüksek rütbeli subaylar, emir iyi uygulanmadı, derlerdi. Bir muharebenin büyüklüğü ölenlerin sayılarıyla ölçülüyorsa boşuna değil bu. Ölüler insanı sıkmıyorlardı şekerim, mezarlıklar da öyle.”

    Böll, karakterlerini kendinden yola çıkarak yaratan ama onların ayrı bir yol izlemesine de izin veren bir yazardır. Şüphesiz ki, Tahir Alangu’nun kitabın 20. Yüzyıl klasikleri etiketli 1966 basımlı kitabın önsözünde belirttiği bir şımarıklık içinde değildir. Alangu, belli bir refah içinde yaşayan Batı insanının kendini acındırmasını gereksiz bulmuştur. Oysa Böll, romanında Batı’dan yola çıkarak evrensel portreler çizen bir yazardır. Hepimizin hayata dair kafasındaki soruları kâğıda döker o…

    “Daha çocukken ölümün ne olduğunu iyice öğrendiğime inanmıştım. İnsan gidiyor, toprağa gömülüyor ve ölümden sonra dirilmeyi bekliyordu. Anlamıştım, çok iyi dikkat emiştim. Bütün insanlar ölecektiler ve öldüler; tanıdıklarımın çoğu öldü ve gömülüşlerinde bulunmaktan beni hiç bir şey alıkoymadı. Ben ölümü belki de çok düşünüyorum.”

    Romanın bir diğer karakteri Kaete de benzer hesaplaşmalar içindedir. Böll’ün diğer kadın karakterleri gibi o da geniş görüşlü, sabırlı ve güçlüdür…

    “Geçmişe döndüm. Evleneli pek az şey değişmişti. Biz, evlilik hayatımıza sevimsizlikten yana bu otel odasından hiç de geri kalmayan mobilyalı bir odada başlamıştık. Harp patladığı zaman doğru dürüst bir yerde oturuyorduk. Ama şimdi düşünüyorum da; biz sanki hiç yaşamadık o günleri. Dört oda bir banyo vardı ve temizdi her şey. Clemens’in duvar kâğıtları, Max Moritz hikâyelerinden alınma sahnelerle süslü bir odası vardı. Bu resimleri anlamayacak kadar küçüktü. Clemens bu resimleri anlayacak yaşa geldiğinde, o evin yerinde yeller esiyordu. Fred’in orada duruşu hala gözlerimin önündedir. Elleri gri üniformasının pantolon ceplerinde, üzerlerinden yumuşak gri bir duman yükselen yıkıntılara bakıyordu. Hiç bir şey anlamıyor, duymuyor gibiydi. Ne üst, ne baş, ne mobilya… Artık hiç bir şeyimizin kalmamış olması ona hiç tesir etmemişti sanki. Bana hiç bir zaman hiç bir eşyası olmamış bir adamın bakışıyla bakıyordu. Yanan sigarasını ağzından çıkarmış, benim ağzıma koymuştu. Sigaradan bir nefes çekmiş, dumanını üflerken de bir kahkaha salıvermiştim.”

    “Ve O Hiç Bir Şey Demedi”yi Behçet Necatigil gibi dili sadeleştirmekte usta bir kalemden okumak ayrı zevktir. Aile meselesinden söz etmeyi seven ve hatta

    “Evler ezer insanları dağ gibi,
    Dışarıdan küçücük!
    Çeker evler boynumuzdaki ipi :
    Taşı develerce yük!
    Evlerle savaşımız
    Savaşların çetini”
    mısraları ile asıl mücadelenin nerede yaşandığına vurgu yapan bir isimdir Necatigil.
    Bu çevirisinde de Fred ve Kaete arasında çoğu zaman uzun sessizliklerle boğulan sevgiyi çok iyi anlatır.

    “Her şeyi yapacağım. Ne yapıp edip bir ev bulacağım kendimize.”

    “Vazgeç!” dedi Kaete. Bir gülüşe benziyordu sesi. “Evle ilgisi yok bunun. Sen sahiden bu iş evle biter mi sanıyorsun?”

    “Sahi ev yüzünden değil mi bütün bunlar?”

    “Değil. Rica ederim açık kalpli ol, Fred! Ansızın gelseydim de sana; bir ev buldum deseydim, korkar mıydın, sevinir miydin?”

    “Sevinirdim.”

    “Bizi düşünerek sevinirdin.”

    “Hayır, yine yanınıza dönebileceğim diye sevinirdim.”

    Romanın sonunda Fred, mutluluk hissi hakkında bir aydınlanma yaşar. Çarşıda gezinirken bir kadına bakar göz ucu ile. Bir süre sonra o kadının karısı olduğunu fark eder. Onu takip eder ve artık eve geri dönmesi gerektiğini anlar. Bu final sanki Heinrich Böll’ün dışarı değil içeri bakmanın daha iyi olacağına dair okuyucusuna verdiği güzel bir mesaj gibidir…

    “Gözüme ilişen bir kadın beni birdenbire hem duygulandırmış hem de heyecanlandırmıştı. Genç değildi artık, fakat güzeldi. Yüzünün tatlı, üzgün profilini görmüştüm. Bir an ne kadar sürdü bilemiyorum- kalbim durmuştu sanki. İki camın arasından gördüm onu. Hem elbiselere bakıyor, hem de başka şeyler düşünüyordu herhalde. Kalbimin tekrar çarpmaya başladığını hissettim. Ansızın anladım. Kaete idi bu kadın.”

    #KatharinaBlum #veohiçbirşeydemedi #almanedebiyatı

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
Küçük Adamın Yitik Arzuları* Makale Yazarı: Ferid…
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi