Roman Kahramanları
Kâmil Bey: ESİR ŞEHRİN İNSANLARI
-
Kâmil Bey: ESİR ŞEHRİN İNSANLARI
ESİR ŞEHRİN İNSANLARI*
Makale Yazarı: Fethi Naci
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Ocak/Mart 2011) 5. sayıda yayımlanmıştır.
“Kapı Ramiz efendinin bıraktığı boşluk üzerine kapandı. Kâmil Bey etrafına korku ile bakarak karyolaya oturdu. ‘Yedi sene! Hiç olur mu? İmkânsız!’ diyerek titreyen elini ağzına götürdü.”
Böyle bitiyor Esir Şehrin İnsanları (1956). #KâmilBey yedi yıl hapse mahkûm edilmiştir. Mapusane arkadaşı Ramiz Efendi tahliye ediliyor. Bir başınadır artık Kâmil Bey; korkularıyla, umutlarıyla, kaygılarıyla bir başına; çok sevdiği kızından, kendisinden yavaş yavaş uzaklaşan karısından uzakta, bir başına. Lorca’nın, bir şiirinde, Kurtuba için söylediklerini anımsıyorum: “Lointain et seul!” (Sabahattin Eyüboğlu, “Uzakta bir başına” diye çevirmişti.) Sanki Kâmil Bey için söylenmiş. Esir Şehrin İnsanları’nın sonu, hiç de mutlu bir son değil. Ne var ki romanı bitirince kişiye bir güven geliyor; birtakım iyi şeylerin yapılabileceğine; insanların tarihlerini kendilerinin yaptıkları gerçeğine inanıyoruz. Kahırlı sonuna rağmen karamsar değil Esir Şehrin İnsanları. Etki gücünün büyüklüğü de buradan geliyor. Kahırlı bir sona rağmen, Kâmil Bey’in titreyen eline, mapusanenin yalnızlığına rağmen neden roman okuyucuyu iyimser düşüncelere doğru götürüyor? Bana kalırsa şundan: Kemal Tahir, edebiyat eserlerinde, iyimserlikle “happy end”i birbirinden ayırabilmiş.
Kimdir bu Kâmil Bey? “Kâmil Bey, servetinin hesabını doğru olarak bilmeyecek kadar zengin bir Abdülhamit paşasının biricik oğluydu.” (s. 14) Kâmil Bey’in hikâyesi? Kâmil Bey’in hikâyesi, aristokrat bir aydının, memleket insanlarını, memleket gerçeklerini tanıyarak devrimci bir aydın oluşunun hikâyesi, yeni bir insanın doğuşunun hikâyesi. Kemal Tahir de, öyle sanıyorum, benim gibi, iyi niyetli her aydın kişinin gönlünde devrimci, memleketsever bir aydının yattığına inananlardan. Mesele, o aydın kişilerin bu yanlarını uyandıra bilmekte. Bir romanda bu gelişmeyi başarıyla göstermenin ne denli güç olduğunu biliyorum. Romancının karşısına özle, biçimle ilintili bir yığın mesele çıkacaktır. Bir kere, Kâmil Bey’in oluşumunu roman içinde verirken, Kâmil Bey’in görüşüyle, gelişmesiyle yazarın kendi görüşünü birbirine karıştırması tehlikesi var. Kemal Tahir’le Kâmil Bey üst üste çekilmiş fotoğraflara dönmeyecekler. Bu, şart. Yoksa roman, bir propaganda aracı durumuna düşer. Sonra, Kâmil Bey’in gelişmesi boyunca gösterdiği duraksamalara, korkulara, kaygılara rağmen, Kemal Tahir olayları değerlendirdiği dünya görüşünü roman boyunca öylesine sürdürecektir ki okurlar romanın özündeki genel yönü hiçbir zaman yitirmeyeceklerdir. Nihayet, Kâmil Bey’in romana özgü ölçüler içinde verilmesi geliyor. Bunun için de Kâmil Bey’in gelişme süreci, önceden belirlenmiş olmayacaktır. Bunun kesin olarak böyle olması şart. Kâmil Bey’in karakteri olaylar içinde meydana çıkacaktır. Kâmil Bey’deki her gelişme, bu gelişmeyi hazırlayan, bu gelişmeye uygun düşen “action romanesque” içinde verilmezse kişide gerçeklik duygusu uyandırmaz.
Kemal Tahir, bence, Esir Şehrin İnsanları gibi bir romanda çözülmesi gereken bu sorunları çözmüştür. Yani aristokrasiden gelen bir aydının gelişme sürecini ileri bir yazarın görüşüyle –ama bu görüşle kahramanın görüşünü birbirine karıştırmadan– incelemiş. Sonra, bu işi romana özgü hareketler içinde yapmış. Ayrıca bu hareketler tarihsel bakımdan doğru; yani Kemal Tahir Milli Mücadele’yi tarihsel bakımdan gerçek yerine oturtmuştur.
Kâmil Bey’in hali, memleketin halinden ayrı düşünülemez, incelenemez, gösterilemez. Çünkü Kâmil Bey’e biçim veren, bir tarihten sonra, artık memleketin halidir. Kemal Tahir, romanında, özel olarak aristokrat aydın Kâmil Bey’le Milli Mücadele içindeki Türkiye’nin durumunu, karşılıklı ilişkilerini incelerken, genel olarak, bireyle toplumun ilişkilerini ustaca sezdiriyor. İnsanların tarihlerini nasıl kendilerinin yaptıklarını, bunu yapmaya nasıl mecbur olduklarını bütün roman boyunca görüyoruz. Kâmil Bey’in gelişmesi, bir bakıma, bu bilince varması oluyor.
Romanın başlangıcında Kâmil Bey’in savaş içindeki memleketi düşünüşü, kendi toplumsal katındaki öbür insanların düşünüşünden farksızdır: “Musul ve Suriye’deki araziden, harpten evvel iyi temettü getiren bazı hisse senetlerinden hayır kalmamıştı. İki seneden beri, İstanbul ve civarındaki emlakı satarak geçiniyorlardı. Bunlardan elde ne kaldığı belli değildi.” (s. 17) “#Galatasaray’ı bitirdikten sonra #Sorbonne’da felsefe okumuş, Shakespeare üzerine tetkikat yapmak için uzun seneler Londra’da, resmini ilerletmek Şkriyle bir müddet Roma’da bulunmuş, arada mevsimine göre, Mısır’a, Hindistan’a, Çin’e, Kanada’ya, Şimal ve Cenup Amerika’ya gitmiş.” (s. 15) Memleketine ilgisi olmayan bir paşazadenin savaş içindeki memleketini düşünüşü daha başka olacak değildi. İspanya’dan işgal altındaki İstanbul’a dönerken, şilepteki konuşmalarda, şunları söylemekten çekinmez: “Zafer de, mağlubiyet de ömürlü değil. Zaten iş olacağına varıyor. Öyleyse neden çarpışmalı!” (s. 18)
Kâmil Bey, İstanbul’a dönünce, Bağlarbaşı’nda, teyzesinden kalma bir köşkü yeni bir biçime sokar. Hâlâ eski Kâmil Bey’dir: “Evin tamiri meseleleri arasında boş şeyler (!) düşünmeye vakit buldukça, sokaktaki insanlara bakarak, içinde yaşadığı ağır mağlubiyetin vatandaşları üzerinde ne tesir yaptığını anlamaya çalışmış, yalnız, mutlak bir ümitsizlik ve ümitsizlikten gelen, mutlak alakasızlık sezmişti.” (ss. 30-31)
Kâmil Bey’deki değişme, bir gün, Köprü’de, Galatasaray’da sınıf arkadaşı Ahmet’le karşılaşmasıyla başlayacaktır. Yazar, bu karşılaşmaya Kâmil Bey’i biraz olsun hazırlamak için onu çevre ile temasa başlatır. “Yalnızlıktan usanıp insanların arasına karışmak” (s. 40) isteyen Kâmil Bey mahalle kahvesine gider. Orada “milletin teslim olmadığını” görür. “Topal Rıza ustanın dediği gibi işlerin er geç düzelmemesine imkân yoktu”. (s. 44) Ne var ki Kemal Tahir burada biraz acele ettiği için, Kâmil Bey’in inanışlarındaki değişmeyi romanın gerektirdiği hareketler içinde vermediği için, Kâmil Bey’deki değişme kişide pek öyle gerçek duygusu uyandır mıyor. Kâmil Bey’in halkla teması, bu temasın ona öğrettikleri daha geniş, daha ayrıntılı verilmeliydi.
Ahmet’in teklifiyle Kâmil Bey’in yaşamında bir değişme başlar. Kâmil Bey’in Milli Mücadele’ye karışmasını Kemal Tahir’in bir rastlantıya bağlaması (Kâmil Bey’le Ahmet’in Köprü’de karşılaşması), ilk bakışta, insana pek de hoş gelmiyor. Ama başka türlü nasıl olabilirdi? Kâmil Bey Milli Mücadele gibi büyük olayın geçtiği bir zamanda yaşıyor. Namuslu bir aydınsa, bir karşılaşma, en küçük bir olay, onu bu haklı yana doğru götürecektir. Çünkü haklı ile haksız, doğru ile yanlış kesin çizgilerle birbirinden ayrılmıştır. Kâmil Bey’in sınıf arkadaşı İhsan’ı mapusanede ziyaret ettiği zaman İhsan’ın dediği gibi: “Yanılmak, insanlar için ayıp bir şey sayılmamak lazım. Lakin, burada şaşırmak, hata etmek olur mu? İki ayrı şey yok ki azizim. İki ayrı şey mevcut olsa, ‘hayırlıyı idrakte yanıldı’ deriz. Bir tek yol kalmış, o da dövüşmek…’” Kâmil Bey gibi bu dövüş için hazırlıklı olmayan bir insanın bu dövüşe katılması ister istemez rastlantısal olacaktır. Bu rastlantı, Kâmil Bey’in boş yaşamına anlam verecektir. O da bunun ayrımındadır. Ahmet kendisinden yardım istediği zaman “Böyle bir hizmete evvelden beri muhtaç” (s. 48) olduğunu hisseder. Bu, aşağı yukarı, yaşamını Kâmil Bey gibi geçirmiş, ama namuslu, iyi niyetli her aydının ruhsal durumudur.
Kâmil Bey’in gelişmesinde, karşılaştığı olumlu tipler de, olumsuz tipler de rol oynar. Mapusanede İhsan’ı ziyaret ettikten sonra “İşin şüpheli olduğunu düşünmüyor, inanıyor, şikâyet etmiyor, memnun görünüyordu. İmrenmemek imkânsızdı ve İhsan kadar kuvvetli olmak lazımdı” (s. 68) diye düşünürken, Babıâli aydınlarını gördükten sonra da “Millete güvenmeyi hiçbir zaman denememiş, henüz bir milletin varlığından haberleri olmamış bütün münevverler gibi, her biri kendilerini teker teker vuruşup teker teker yenilmiş sayıyorlar, bir daha kalkarak yeniden başlamaya cesaret bulamıyorlardı. Yalnız imtiyazlı bir zümreye dayanmaya yeltendiği, halkı büsbütün terk ettiği için çöken imparatorluk, münevverlerini de beraber sürüklüyordu” (s. 93) gerçeğine varır; yahut bazı şairleri, aydınları gördükten sonra, “İçinde yaşadıkları cemiyetle bir kere çatışmışlar. Hayatımızı, insanlarımızı beğenmiyorlar. İstedikleri gibi değiştirmeye güçleri yetmiyor. Üstelik mağlubiyet de çöktü. Geçmişte saklanıyorlar, sembole saklanıyorlar. Hiçbirinde işe yarar, yol gösterir aydınlık yok” (s. 136) gibi güncelliğini koruyan gerçekleri görür.
Bu gerçeklere varan, hareket içine giren aristokrat aydın Kâmil Bey’de birtakım değişmeler başlar: “Şimdi ilk defa, bu son zamanlarda ‘bugün’ü yaşamak zevkini tadıyorum. Ötekilerde mutlaka keder oluyordu. Bugünü yaşamakta ise pek keder yok…” (s. 108)
Kemal Tahir, Kâmil Bey’deki bu fikri değişmeleri gösterirken, onun kimi insanca davranışlarını göstermeseydi, kolaylıkla yapmacıklığa düşerdi, ama Kâmil Bey’i bütünüyle göstermekten çekinmiyor. Gerçekçilik, biraz da, kişilerdeki hoş olmayan yanları da göstermekle, yazarın sevdiği kişilerin kusurlarını saklamamasıyla mümkün. Sözgelimi Kâmil Bey, ilk kez takip edildiğini anlayınca adamakıllı korkar. “Asıl acayip olan korkması değil, bu korkudan utanmaması idi.” (s. 122) Kemal Tahir’in bu tür gözlemleri özellikle mapusane faslında mükemmeldir.
Kâmil Bey geliştikçe karısı geride kalır. #KemalTahir nedenlerini de açıklıyor bunun. Ama, roman bakımından, Esir Şehrin İnsanları’ndaki en gerçek tiplerden biri Kâmil Bey’in karışıdır. Nedime Hanım olsun, Ramiz Efendi’nin karısı olsun, zorlama tipler. O günlerde böyle kadınların bulunduğuna, onların yaptıkları işleri yaptıklarına insan kolay kolay inanamıyor. Ama Nermin Hanım bütün gerçekliğiyle yaşıyor. Kâmil Bey geliştikçe karısı geride kalır, demiştim. İnönü zaferi kazanılmıştır. İşte Kâmil Bey: “Ben de eve gitmeliyim. Müjde götürmek lazım. Böyle dedi ama, müjde verecek kimsesi olmamanın kederini de birdenbire hissetti.” (s. 138)
Kâmil Bey, çağının aydınlarını, çevresini, halkını gördükten, belirli bir gelişmeye vardıktan sonra, Anadolu’ya bir plan göndermek işinden tevkif edilir. Romanın yarısına yakın bir kısmı Kâmil Bey’in mapusanedeki yaşamını, davranışlarını, ruhsal sarsıntılarını, duraksamalarını, kuruntularını, üzüntülerini, her şeye rağmen, namuslu kalışını anlatır.
Kâmil Bey’in arkadaşı Ahmet çözülür, yani söylenmemesi gereken sözleri söyler. Bu çözülmenin Kâmil Bey üzerindeki etkilerini, Kâmil Bey’in çözülme korkusunu, bu korkudan kurtuluşunu Kemal Tahir değme yazarın erişemeyeceği büyük bir gerçeklikle, büyük bir ustalıkla anlatmış. Ya Kâmil Bey’in mapusaneden karısını düşünmesi… “Kâmil Bey, Nermin’e karşı uçsuz bucaksız bir acıma duydu. Yüreği sızladı. Yine öyle, yemekleri soğutana kadar bekler! Ayşe uyuduktan sonra, yine öyle hırkası omuzunda, bir şeyler örüyor gibi kendisini aldatarak, yüreği korku ile dopdolu.” (s. 212) İnsanı bir şiir gibi çarpan satırlar bunlar. Ama Kâmil Bey “Nedime Hanım’a da acele bildirmek lazım. Bilhassa tehlikenin yalnız onun başında dolaştığını haber almalı.” (s. 213) diye düşünecek kadar da olgunlaşmıştır. Sonra, Niyazi’nin ispiyon olduğunu anlaması. Buna varmak için yaptığı tahliller.
Bunlar, Kâmil Bey’i tip olmaktan kurtarıp insan yapan parçalardan. Çünkü Kâmil Bey’in önceden çizilmiş bir kaderi olmadığını, yazarın istediği hareketleri yapmaya mecbur olmadığını (Kemal Tahir’in Kâmil Bey’i sevdiği açıkça belli olduğu halde!) görüyoruz. Kâmil Bey, yolunu kendi buluyor; duraksamaları, korkuları, ilerleyip gerilemeleri, bocalayıp karara varmaları içinde, yolunu kendi buluyor. Böyle olmasa, romanın bitimine çok az kalmışken (276. sayfada), Kemal Tahir, Kâmil Bey’in üç kez “Hangisi doğru? Hangisi?” diye adeta bağırmasına müsaade eder miydi? Kâmil Bey, bu duraksamalardan geçerek gerçeklere varıyor; bunun için bizi de vardığı gerçeklere inandırıyor. “Kâmil Bey, yüreğini çıkarıp verir gibi, ona bir sigara uzattı. Karşısındakinin hissettiklerini aynen duymak ve aynı şeylere inanmak! Asıl kardeşlik bundan ibaretti.” (s. 287) Kâmil Bey artık ben’den biz’e geçmiştir. Nedime Hanım’ın sözü, bundan sonra, insana daha bir gerçek, daha bir elle tutulur, gözle görülür gelir: “O gece, haklı bir gaye uğruna, bilinen ve bilinmeyen arkadaşlarla beraber mücadele etmenin emsalsiz emniyetini, bunun yüreğe verdiği ferahlığı bir daha unutmamak üzere hissettim.” (ss. 130-131) Büyük olayların büyük duyguları. Bir destan havası bütün kitap boyunca sürüp gidiyor. Çağımızda aydın kişinin, kendinden verdiği ölçüde, mutluluğa, huzura kavuşacağını bütün kitap boyunca görüyoruz. Romanı bitirdikten sonra ünlü bir Fransız yazarının bir sözünü hatırladım, sanki Esir Şehrin İnsanları için söylenmiş: “Bir kitabı okuyup bitirince sizde ruhça bir yükselme olmuşsa, hiç çekinmeyin, o kitabın büyük bir eser olduğunu söyleyebilirsiniz.”
ESİR ŞEHRİN İNSANLARI ELEŞTİRİSİNE EK
Kâmil Bey’i Esir Şehrin İnsanları’nda tanımıştık. 1958’de yazdığım yazıda #KurtuluşSavaşı’nın ülke gerçeklerinden habersiz bir paşazade üzerindeki değiştirici etkilerini, keyfine göre yaşamaktan başka bir derdi olmayan kültürlü ve zengin bir aristokratın, ülke insanlarını, ülke gerçeklerini tanıyarak, nasıl sorumlu bir aydın, yürekli bir yurtsever haline geldiğini göstermeye çalıştım. Bugün de Kemal Tahir’in en sevdiğim romanı Esir Şehrin İnsanları’dır, daha doğrusu bu romanın birinci baskısıdır.
Kemal Tahir, Kâmil Bey’in mapusane yaşamını Esir Şehrin Mahpusu’nda anlatır. Eski paşazade Kâmil Bey artık “#Millici abi”dir. Esir Şehrin Mahpusu, Kâmil Bey’in, karısı Nermin Hanım’ı boşamasıyla sona erer.
Her iki roman Kâmil Bey’in belirgin niteliklerini vurgular: Kültürlü, sakin, kolay kolay sinirlenmeyen, alçakgönüllü, yaptıklarıyla övünmeyen, hatta övünülecek davranışlarını bile saklayan, onurlu, kendinden çok başkalarını düşünen (bu yüzden yedi yıla mahkûm olmuştur), bileği güçlü biri.
Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları’ndan 15 yıl sonra yayımladığı Yol Ayrımı’nda (Sander Yayınları, 1971), Üçüncü Bölüm’ün V. kısmında, Kâmil Bey’in eski karısı Nermin Hanım’ı Kâmil Bey hakkında konuşturur ve birdenbire ilk iki romanda tanıdığımız Kâmil Bey gider, yerine “başka” bir Kâmil Bey gelir.
Bunu belirtebilmem için epey alıntı yapmam gerekecek. Yol Ayrımı’nın 443. sayfasında, Nermin Hanım, Murat’la Şükran Hanım’a “Kâmil Bey’le hangi şartlar altında ayrıldığımızı biliyorsunuz, değil mi, efendim?” diye sorar, karşılık gelmeyince, anlatmaya başlar:
“Mahpustaydı Kâmil Bey, ağır cezaya çarptırılmıştı 1921’de… Bir gün apansız boş kâğıdını yolladı. Bunu yapmasaydı, içinde bulunduğumuz şartlarda yedi yıl bekleyebilir miydim? Bu soruyu, şimdi, şöyle ya da böyle karşılamak gereksiz… Mektuba eklediği gazete parçasında boşanma sebebi anlaşılıyordu. #KuvayıMilliye’ye çalıştığı için yedi yıl cezaya çarpılmış bir insanın karısı, düşmanların milli bayramları onuruna verdikleri bir baloya katılmıştı. Suçluydu…” (ss. 443-444)
“… Ayşe’nin babası (Kâmil Bey – F.N.), yüzde yüz haklı da sayılmaz! – Biraz bekledi: – Evet… Halamın kocası iş yapıyordu işgal ordularıyla… Toplantılarına gitmek zorundaydı. Bir gün önce hastalandı. Ben zaten gitmeyecektim. Enişte hastalanınca, Şkrimi değiştirdim. Gitmeyi daha uygun buldum.” (s. 444)
Nermin Hanım’ın bu açıklamasına Şükran Hanım da, Murat da inanırlar: “Şükran gözlerini kısmış, Murat kıpkırmı- zı kesilmişti. Nermin, bu kadar kolay anladıkları için karşı- sındakilere minnetle gülümsedi.” (s. 444) (Murat, daha on beş yaşında bir çocukken tanımıştı Kâmil Bey’i, hapisanede; ve o ana kadar hep Nermin Hanım’ı suçlamaktaydı; “kıpkırmızı kesilmesi”, Nermin Hanım’ın söylediklerinin doğruluğuna inanmasından. Şükran Hanım da, Murat’la konuşurken, “Nermin Hanım, bana kalırsa, çok haklı olduğu halde,…” (s. 452) der. Kâmil Bey’i bu kadar iyi tanıyan Murat, Nermin Hanım’ın sözlerine inanırsa, Şükran Hanım “çok haklı” derse, okurlar haydi haydi inanacaklardır Nermin Hanım’ın sözlerine. Bunu istiyor Kemal Tahir.)
Nermin Hanım şöyle sürdürüyor Kâmil Bey’i suçlamalarını:
“… Bana hep… Ne kadar güçlü adam gibi görünmüştü. Ruhuyla, aklıyla güçlü. Meğer ne kadar kolay yanılıyormuş insan, en yakınlarında bile… Pazı gücünden başka hiçbir gerçek gücü yokmuş… Gücü değil, güçlenme yeteneği bile yok… (…) Ayşe’nin babası, örneği az bulunur bencillerdendi. (…) Ayşe’nin babası o kadar bencildi ki, haklı bir davaya inanmak, bunda direnmek, kazanmak bile onu güçlü kılamadı. Kederle gülümsedi: -Destan kahramanlarının yerine koydu kendisini. (italikler benim. -F.N.) Bir çeşit Allah’lık özentisidir bu… İnsanları, insancıl yasalarla yargılamaktan çıkmıştır. Kendilerini kutsal misyon yüklenmiş sayanların zulme varan, orada, rahatça yerleşen bağışlamazlığı… En korkunç alçaklık… 1921’lerde ne yaptı Ayşe’nin babası?.. Bütün namuslu insanların yapmayı ödev bildiğini… (italikler benim. – F.N.) Kolayca yaptığını… Aslında, kimi insanlar için, tehlikeli boğuşmalara atılmak, evinin gündelik geçimini sağlamaktan daha kolay oluyor. Daha büyük sorumluluk yükleniyor gibi davranıp asıl küçük, gündelik sorumluluklardan kaçmak… Ayşe’nin babasına, 1921’lerde, İstanbul şehrinde bize ekmek parası kazanmak, hapse girmekten çok daha zor geldiğine eminim.” (italikler benim. – F.N.) (ss. 445-446)“Kin tutmasaydı kaçar mıydı zaferden sonra?.. Hadi, zaferden sonra, demeyelim, zenginliğini yeniden ele geçirdikten sonra, yıllarca kızını olsun gelip görmez miydi?” (s. 447) (italikler benim. – F.N.)
Bunlardan sonra Nermin Hanım yeni bir suçlama yöneltir Kâmil Bey’e:
“Bunlar gerçekten romantik (italikler benim. – F.N.) yaratıklardır. Gerçek romantikler (italikler benim. – F.N.), ne kadar yumuşak, hatta gözü yaşlı görünseler, gerçekten üzülmezler. Çünkü romantik (italikler benim. – F.N.) olmak bencil olmaktan gelir bence… Gerçekten üzülebilmek için insanın gerçekçi olması gerekir. Kâmil Bey, kızının ne sağlığıyla ilgilendi, ne okumasıyla… (İtalikler benim. – F.N.) Kinin korkunçluğuna bakın ki, bir kere bile uzaktan görmediğine eminim!” (s. 448)Şükran Hanım’ın, Kâmil Bey’in boşama mektubuna neden gerçeği yazarak evlilik ilişkisini savunmaya çalışmadığı sorusuna Nermin Hanım’ın verdiği cevap şudur:
“Düşündüm epey… Gereksiz gördüm. Çünkü, Ayşe’nin babasını sevmediğimi anladım. Sevip sonra sevmemek değil, hiçbir zaman sevmediğimi… Galiba o da beni, hiçbir zaman gerçekten sevmemişti.” (s. 449).
Alıntılar epey uzun oldu, farkındayım, ama zorunluydu. Çünkü, bildiğim kadarıyla, edebiyat tarihinde hiçbir romancı, yarattığı roman kahramanlarının kişiliğini sonradan değiştirerek onu küçültmeye, bunu yapabilmek için daha önce yazdıklarını değiştirmeye kalkışmamıştır; roman kahramanını küçük düşürmek için bir başka roman kişisine gerçekdışı (“roman dünyası” içinde “gerçekdışı” demek istiyorum) sözler söyletmemiştir.
Önce Kemal Tahir’in Neriman Hanım’a söylettiği yalandan başlayalım.
Neriman Hanım, Fransızların milli bayramları onuruna verdikleri baloya gidişinin (bu, Kâmil Bey’in boşama nedenidir) gerekçesini şöyle açıklıyor: “Halamın kocası iş yapı- yordu işgal ordularıyla… Toplantılarına gitmek zorundaydı. Bir gün önce hastalandı. Ben zaten gitmeyecektim. Enişte hastalanınca, Fikrimi değiştirdim. Gitmeyi daha uygun buldum.”
Oysa Esir Şehrin Mahpusu’nda (Sander Yayınları, 1970), hapishaneye gelen hizmetçi Eleni, Kâmil Bey’in “Nerede hanımlar?” sorusuna “Uyuyorlar Beyefendi. Ben gelirken daha kalkmamışlardı. (…) Hiç yatmadılar efendim. Sabahleyin geldiler. Gün doğduktan sonra. (…) Fransızların balosuna gittiler” diye cevap verdikten sonra Kâmil Bey’le Eleni arasında geçen konuşma şöyledir:
“— Enişte Bey’le Hala Hanım gitmediler mi?
— Gitmediler.
— Neden?
— Doktor Lütfü Bey masraf etsin, diye.
— Anlamadım.
— Doktor Lütfü Bey çok pinti… Büyük Hanımefendi’yle Beyefendi giderlerse, paraları Beyefendi verir. Sabriye Hanım ‘Siz gelmeyin de, doktorun yüreğine insin!’ dedi. (Yol Ayrımı’nda Doktor Lütfü Bey’le Neriman Hanım’ın evlendiklerini öğreneceğiz. – F.N.) Hiç acımadan masraf ettirmiş. Dönüşte, Sabriye Hanım, anlattı da gülmekten katıldık. Sabaha karşı, Doktor Bey’e: ‘Nermin Hanım, Hacıosman Bayırı’nda bülbül dinlemek istiyor.’ demiş. Doktor biraz düşünmüş, sevinmiş. (…) Mister Tomson var. Prenses Fahire Hanımefendi, Kontes Bolkinova… Bir de Fransız subayı… Biraz bülbül dinlemişler.” (ss. 350-351)Kimi romanlarda romancının roman kişisine yalan söyletmesi o kişinin ruhsal durumunu açıklamaya yarar; ustalıkla yapılırsa, çok anlamlı olur, romancı birkaç sayfada anlatılabilecek şeyleri birkaç tümceyle anlatabilir. Örnekse, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ında, Selim İleri’nin Yaşarken ve Ölürken’inde bunun başarılı örnekleri vardır. Yol Ayrımı’nda, oldukça ilkel biçimde de olsa, Kemal Tahir de kullanır bu yöntemi: Kadir’in Şükran Hanım’a söylediği yalanlar (s. 445 ve 458). Ama Nermin Hanım’ın söylediği yalan, roman kişisini aşan bir yalan, romancı ustalığıyla, roman tekniğiyle ilintisi olmayan bir yalan. Kemal Tahir, Kâmil Bey’i karalamak için yapıyor bunu.
Niçin mi bu kadar kesin konuşuyorum? Şunun için: Nermin Hanım, Kâmil Bey’i küçültmek için, şöyle diyordu: “Ayşe’nin babasına, 1921’lerde, İstanbul şehrinde bize ekmek parası kazanmak, hapse girmekten çok daha zor geldiğine eminim. (…) Yakalandığı zaman evde sütçüye verilmek üzere bıraktığı yirmi kuruş vardı. Halamın evine bu yirmi kuruşla gidebildik.” Kemal Tahir, Nermin’in bu sözlerini doğru göstermek için Esir Şehrin İnsanları’nın ikinci baskısında birtakım değişiklikler yapmış, birinci baskıda Nermin’i yalanlayacak tümceler vardı, ikinci baskıda çıkarmış bu tümceleri. İşte örnekler:
Nermin Hanım’ın, Kâmil Bey’in tevkifini “enişte bey”e nasıl haber verdiğini birinci baskıda (Martı Yayınları, 1956) şöyle anlatıyordu Kâmil Bey’e: “Aşçı kadını derhal enişte beyime yolladım.” (s. 250) “Aşçı kadın”lı bir evle “süt parası için ancak yirmi kuruşu olan” bir ev bağdaşamayacağı için ikinci baskıda (Sander Yayınları, 1969) Kemal Tahir Nermin Hanım’a şöyle dedirtiyor: “Enişte Beyime hemen telgraf çektim.” (s. 353)
Birinci baskıda, Avrupa’dan dönünce, “Beyoğlu’nda iyi bir otele indiler” (s. 23) diyen Kemal Tahir, ikinci baskıda “otel” sözü etmez, Kâmil Bey’le Nermin Hanım’ı Nermin Hanım’ın halasının evinde buluruz. Amaç belli: “İyi bir otel’le aşırı parasızlık bağdaşamaz.
Kâmil Bey, servetinin durumunu öğrenmek için avukatına gider. Kemal Tahir birinci baskıda şöyle diyor:
“Dosyalar ortaya döküldü. Uzun ve karışık hesaplardan sonra, Kâmil Bey’in, İstanbul’da, iki dükkânla Bağlarbaşı’nda bir köşkten başka bir şeyi kalmadığı anlaşıldı. Daha doğrusu, merhum babasından bazı borçlar çıkaran dostlar, miras iddia eden uzak akrabalar çıkmıştı. (…)”“Nişantaşı’ndaki konak satılırken eşyalarını, avukat bir yere depo etmişti. Gidip onlara baktılar. Lüzumluları ayırdılar. Üst tarafını derhal koltukçulara verdiler.” “Dükkânların birkaç senelik kiraları da peşin alındığı için, Kâmil Bey’e, sattığı menkul malların bedelinden başka para kalmıyordu.” (ss. 23-24)
Bu parça, ikinci baskıda şöyle olmuş:
“Kira getiren mülklerden para edenlerin yok pahasına satıldığı, birtakımının da yanıp kül olduğu anlaşıldı. Yangın yerindeki arsalara dönüp bakan yoktu. Bazı hisseli mülklerin hissedarları, ölüm yüzünden, o kadar artmış, bunların nerede bulunduklarını, sağ olup olmadıklarını öğrenmek o kadar imkânsızlaşmıştı ki, kimi dükkânlarla kimi hanların mülkiyeti adeta, kiracılara geçmişti. Bundan başka, kiralar yıllardan beri artırılmadığı için, boşaltma davalarına harcananlarla icra masrafları alınacak paraları aşmışa benziyordu.” (ss. 102- 103)Görülüyor ki ikinci baskıda ne “iki dükkân”dan söz ediliyor, ne de satılan “menkul malların bedelinden” Kâmil Bey’e kalan paralardan. Buna karşılık, Kemal Tahir, birinci baskıda geçen “Dükkân… dükkânlardan birini satmalı!” (s. 44) tümcesini –belki de dalgınlıkla– ikinci baskıda (s. 120) olduğu gibi bırakmış. Ayrıca Esir Şehrin Mahpusu’nda “dükkânlar” sözcüğü iki kez geçiyor: 283. ve 365. sayfalarda. Esir Şehrin Mahpusu’nda (s. 283) Nermin Hanım’la hapishanede konuşurken şöyle der Kâmil Bey: “Ama gene de para ister. Daha dışardayken kararlaştırmıştım. Evde bir sürü işe yaramaz öteberi var.
“Birkaç smokin, birkaç frak… Eski para koleksiyonu… Bazı biblolar, Çin vazoları… (Kâmil Bey’in, birinci baskıda, “altından yapılmış bir küçük Buda heykeli”ni –Kemal Tahir, bunu, ikinci baskıda “Şldişinden yapılmış” (s. 152) biçiminde değiştirir– satmak için götürdüğü antikacı Salomon’un: “Güzel parça, meraklısı bulunursa, iki yüz, iki yüz elli eder.” dediğini, “münasip bir müşteri” çıkıncaya kadar “alelhesap yüz lira” verdiğini (s. 74) anımsarsak, “Bazı biblolarla, Çin vazolar’’ının değeri hakkında bir kanıya varabiliriz. – F.N.) Bunları satalım gitsin! Dükkânlarla Bağlarbaşı’ndaki köşkü de elden çıkaralım!” Hala Hanım, “Siz şimdi hacir altında olduğunuzdan hiçbir şey satamazsınız!” derse de, bu sözlerin doğru olmadığını son sayfadaki (s. 365) boşama mektubundan anlarız: Kâmil Bey’in “Ayşe’ye bırakacağım dükkânlarla köşk için avukatım eniştenizi görecek” demesi satışın mümkün olduğunu gösteriyor. Tabii, Nermin Hanım’ın para sıkıntısı konusundaki sözlerinin geçersizliğini de.
Kemal Tahir, “menkul malların satışından” Kâmil Bey’in eline geçen paradan ikinci baskıda söz etmez, buna karşılık ikinci baskıya birinci baskıda olmayan bir tip ekler: Derviş Fuat Bey; ve Derviş Fuat Bey’in “bir ara tekkeye bağışlamayı düşündüğü” (s. 92) 1.200 lirayı Kâmil Bey’e verdirir, Kâmil Bey’e de bu parayı kabul ettirir. Oysa çizilen Kâmil Bey kişiliğinin bu parayı kabul etmesi olanaksızdır. Kemal Tahir, bir kez daha, roman kahramanını küçültmek istemiştir.
Kemal Tahir Kâmil Bey’in para durumunu olduğundan daha kötü göstermek için ikinci baskıda niçin yapıyor bu değişiklikleri? Nermin Hanım’ı haklı çıkarmak için! Birinci baskıda 15. sayfada olmayan bir paragrafı, Kemal Tahir, ikinci baskıda 12. sayfaya eklemiş:
“Nermin’in bütün silahlara karşı meydan okuyan kişisel gücünün bir tek yufka noktası vardı: Güven içinde yaşamak istiyor, önemli önemsiz hiçbir güvensizliğe, en küçük bir direnme gösteremiyordu.”
Kemal Tahir, ayrıca, Yol Ayrımı’nda, “Çünkü, Ayşe’nin babasını sevmediğimi anladım. Sevip sonra sevmemek değil, hiçbir zaman sevmediğimi” diyen Nermin Hanım’ın bu sözlerine gerekçe hazırlamak için, ikinci baskıya (s. 13), birinci baskıda olmayan, son paragrafı eklemiş:
“… (Kâmil Bey’i) Güvenilir bulduğu için kocalığa kabul etmişti. Bu kararda Kâmil Bey’in babadan kalma ünlü zenginliğinin yeri, ancak, kişiliğinin verdiği güven duygusu kadardı. Bu güven duygusu, evlendikten sonra kocasını sevmesine yardımcı olacak yerde, aralarında garip bir engel meydana getirmişti. Nermin, her güvensizlik ürküntüsünü atlatışında, kocasına yeni bir güvenle sığınmaktaydı ama, bu hal, şuurunu zorlayarak, her zaman yeniden gayret harcaması yüzünden, kendisini sevgiye doludizgin bırakmamasına, biraz ürkek, biraz utangaç, belli belirsiz soğuk kalmasına da sebep olmaktaydı.”
Nermin Hanım, “Ayşe’nin babasını sevmediğimi anladım” dedikten sonra, “Galiba o da beni, hiçbir zaman gerçekten sevmemişti” diyordu. Kemal Tahir, Kâmil Bey’in sevgisinden söz ederken, birinci baskıda şöyle der:
“Kâmil Bey, aşkı hiçbir zaman, geçici maceralara karıştırmamış, evleninceye kadar, hiçbir kadını ciddiye almamıştı. Karısını, işte bu, asla yıpranmamış yüreğinin bütün kabiliyeti ile sevdi. Bu sevgide, ağırbaşlı sahici bir aşk, bir haklı övünme vardı.” (s. 15)
Kemal Tahir, ikinci baskıda bu paragrafı şöyle değiştirmiş:
“Kâmil Bey, bekârlığında, aşkı, geçici ilintilerle hiç karıştırmamış olduğu için, Nermin’i, yıpranmamış yüreğinin var gücüyle sevmişti. Bu sevgide, gerçek aşkın ağırbaşlı, ödevlerini savsaklamaz, aşırı dikkati, candan yakınlığı vardı. Bunca yıllık karısındaki gizli tutukluğu sezmemesi, güvenilir erkek olduğuna yüzde yüz emin bulunmasından, sevdiği kadının en küçük ürküntüde kendisine sığınmasını olağan saymasındandı.” (s. 14)Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları’nın ikinci baskısında yaptığı bu değişikliklerden sonradır ki Yol Ayrımı’nda Doktor Münir’e şunları söyletir:
“Gerçek sevişmenin ruhu güçlendiren yorgunluğunu ömürlerinde duymamış bahtsız kadınlardan bu Nermin Hanım… -Biraz düşündü: -Bana kalırsa, Kâmil Bey de bu cins erkeklerden sayılır.” (ss. 419-420)Bir roman kişisi (Doktor Münir), başka roman kişileri (Nermin Hanım’la Kâmil Bey) hakkında hiçbir zaman böyle konuşamaz. Kemal Tahir’in romanlarını okumuş olanlar, romancının birçok düşüncesini Doktor Münir’e söylettiğini anımsayacaklardır. Nitekim, Doktor Münir’in bu sözlerini, ancak, klasik romanın “her şeyi bilen, her şeyi gören” Tanrı romancısı söyleyebilir.
Nermin Hanım, “Ayşe’nin babasına, 1921’lerde, İstanbul şehrinde, bize ekmek parası kazanmak, hapse girmekten çok daha zor geldiğine eminim. (…) Geçim zorluğuyla karşılaşır karşılaşmaz, sorumluluktan kaçmayı seçti.” (Yol Ayrımı, s. 446) diyordu. Oysa Esir Şehrin İnsanları’nda Kemal Tahir, Kâmil Bey’i şöyle düşündürür:
Bu Kâmil Bey mi geçim zorluğuyla karşılaşır karşılaşmaz sorumluluktan kaçan! Bu Kâmil Bey mi karısına kızına ekmek parası kazanmak zor gelince kolay (!) yolu, hapse girmeyi seçen!
Nermin Hanım, Kâmil Bey’i suçlarken, ısrarla, Kâmil Bey’in “romantikliği” ve bencilliği üzerinde durur: “Gerçek romantikler, ne kadar yumuşak, hatta gözü yaşlı görünseler, gerçekten üzülmezler. Çünkü romantik olmak bencil olmaktan gelir bence.” (Yol Ayrımı, s. 448) Oysa Esir Şehrin İnsanları’nda olsun, Esir Şehrin Mahpusu’nda olsun, Kâmil Bey’in, Nermin Hanım’ın kullandığı anlamda, “romantikliğini”, “bencilliğini” gösteren bir davranışını bulamazsınız. Nermin Hanım’ın suçlamalarının tam tersini gösterecek pek çok alıntı yapabilirim, ama okurların sabrını daha fazla zorlamak istemiyorum. Sadece “romantikler” sözcüğü üzerinde durmakla yetineceğim: Öztürkçe yazmaya böylesine özen gösteren Kemal Tahir, “romantikler” sözcüğü yerine Türkçe bir sözcük bulup kullanabilirdi; kullanmıyor; ısrarla “romantikler” diyor. Ve anladığım kadarıyla bunu bilinçli olarak yapıyor. (Nâzım Hikmet’in Türkçede başka adla yayımlanan bir romanının gerçek adının Romantikler olduğunu biliyor muydunuz?)
Yol Ayrımı’nın Esir Şehrin İnsanları’nın birinci ve ikinci baskılarıyla ve Esir Şehrin Mahpusu’yla birlikte okunması, ilginç bir gerçeği gözler önüne seriyor: Kemal Tahir, 1956’da yayımlanan Esir Şehrin İnsanları’nda yarattığı Kâmil Bey’in kişiliğini 1971’de yayımlanan Yol Ayrımı’nda -Nermin Hanım’a yaptırdığı açıklamalarla değiştirmiş; bunu yapabilmek için de Esir Şehrin İnsanları’nın 1969’da yayımlanan ikinci baskısında birçok değişiklik yapmış, romanı nerdeyse yeniden yazmıştır.
Nermin Hanım’ın Yol Ayrımı’nda anlattığı Kâmil Bey, üst üste çekilmiş iki fotoğrafın verdiği izlenimi verdi bana: Kamil Bey’in altında bir başkasının varlığını sezmemek olanaksız. Kemal Tahir, sanki Kâmil Bey’i bahane ederek bir başkasıyla hesaplaşmakta. (Ben, bu “başkası’’nın Nâzım Hikmet olduğuna inanıyorum.) Ve bu arada, tabii, kendisiyle de. Bütün çabası, Kâmil Bey’i suçlayarak huzura kavuşmak sanki.
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.