Jean-Philippe Toussaint’in Banyo Adlı Romanında Parçalanmışlık ve Hareketsizlik
-
Jean-Philippe Toussaint’in Banyo Adlı Romanında Parçalanmışlık ve Hareketsizlik
Jean-Philippe Toussaint’in Banyo Adlı Romanında
Parçalanmışlık / Hareketsizlik Olguları ve Paris*Makale Yazarı: Fatih Aynacı
*Bu makale Roman Kahramanları dergisi SAYI 28 – Ekim /Aralık 2016’da yayımlanmıştır.
XX. yüzyıl genel hatlarıyla irdelendiğinde evrensel boyutta iki büyük dünya savaşına ve birçok toplumsal olaya sahne olması bakımından aslında “kopuş yüzyılı” olarak değerlendirilebilecek bir süreçtir.[1] Yüzyılın genel yapısı ve onu şekillendiren temel unsurlar ele alındığında sosyal bir varlık olan insanın ve insan yaşamının bir kopyası olarak kabul edilebilecek romanın bu değişimden etkilenmemesi düşünülemez. Tüketim odaklı postmodern dünya düzeninin kentleşme ve bireyselleşme eğilimini kuvvetlendirmesi, aşırı bireyselleşmenin ise bireyi yalnızlığa, kendini dış dünyadan soyutlamaya, hatta kendine dahi yabancılaşmaya itmesi, insanın bu kaçınılmaz değişimin girdabına kapıldığını göstermektedir. Bu çerçevede edebiyat, bu gibi olguların en iyi şekilde yansıtılabildiği alan olarak önemli bir görev üstlenmektedir. Durumu XX. yüzyıl edebiyat anlayışı açısından değerlendirdiğimizde, post-modern insanın çıkmazlar içinde “yitik ben”i arayışını en sade biçimde yansıtan minimalist yaklaşım, kent ve birey ilişkisini ortaya koyma noktasında bize rehberlik etmektedir.[2] Nitekim postmodern ve minimalist anlayışın kent yaşamıyla kurduğu organik bağ, romanların yapısına da etki etmiş ve toplumdan soyutlanmış bireyin ortaya çıkışını hızlandırmıştır. Bu noktada eğilimin önde gelen temsilcilerinden Belçika asıllı yazar Jean-Philippe Toussaint’in Banyo adlı yapıtı, Paris kenti ile birey arasındaki etkileşimi görebileceğimiz önemli edebi yaratılardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada Toussaint’in Banyo başlıklı yapıtı, parçalanmışlık ve hareketsizlik konularının Paris şehriyle ilişkisi ve bu ilişkinin romanın yapısı ve anlatı başkişisi üzerine etkileri yönünden incelenecektir.
Banyo’nun çok yönlü ve okuru derinlere sürükleyen yapısı onu incelenmeye değer bir yapıt haline getirmektedir. Hacimli bir yapıt olmamasına rağmen okuma süreci boyunca sıklıkla geriye dönüp ayrıntıları irdeleme ihtiyacı hissettirmesi ve okuru anlatı başkişisinin düzensiz bilinçaltı yolculuklarına maruz bırakması rahatsız edici bir okuma sürecinin yaşanmasına ve sürecin uzamasına neden olmaktadır. Okurda uyandırılmak istenen rahatsızlık ve sıkılma duygusu, aslında yüzyıl insanının iç âlemindeki gelgitleri ortaya koyması bakımından kasıtlı olarak tercih edilen bir yöntemdir. Gösterilen tüm dikkate rağmen, süreç tamamlandığında, okurda beklenmedik bir şaşkınlık ve boşluk hissi kendini gösterir. Bunun nedeni olarak romanın anlatı biçimindeki parçalılık ve birçok şey anlatılmasına rağmen, zihinlerde hiçbir şey anlatılmamış algısını ortaya çıkaran ve Paris kentinin aralıksız devinimine karşı duran hareketsizlik olgusunun devinimsiz varlığı gösterilebilir. Toussaint burada, minimalist kurgu yoluyla XX. yüzyıl çerçevesinde dikkatleri insanlığın temel sorunları üzerine çekmeyi ve bu sorunları üstü örtük biçimde eleştirerek mesajını okuruna aktarmayı amaçlar.
Anlatı bir bütün olarak değerlendirildiğinde, parçalanmışlık olgusunun yapıtın neredeyse bütün katmanlarına yayıldığı fark edilmektedir. Modernizmin ortaya koyduğu bütüncül, evrenselleştirici bakış açısının postmodern teoriyle birlikte nasıl yok olmaya doğru evrildiğinin anlatı eksenine yansımasını bu olgu üzerinden görmek mümkündür. Toussaint’in anlatı yoluyla kanıtlamak istediği şey, postmodernizmin kent yaşamının içine işleyen, bireyi ve edebiyatı etkileyen yıkıcılığıdır. Anlatı evreninde cereyan eden bu küçülme ve kesitlere ayrılma hareketi, sadeleşmeyi kendine çıkış noktası olarak belirleyen minimalizme de belli oranda katkı sağlar. Bu parçalanma ve minimalleşme, aslında toplum odaklı genellemeci anlayışın bireyselleşmeyi salık veren postmodern tüketim kültürü karşısında eriyişinin somutlaşmış bir ifadesidir. Bireyselleşmenin yıkıcı etkileri edebiyat ürünlerinin de yeniden şekillenmesine ve parçalı bir yapıya bürünmesine neden olmuştur. XX. yüzyıldan itibaren birbirinden bağımsız, parçalı, kesitsel anlatılar yoluyla, kapsayıcı ve kavrayıcı bir izleksel anlatı evrenine ulaşmak hedeflenmiştir. Dolayısıyla hacimli edebi yapıtlardan, kısa özlü yapıtlara bir geçiş söz konusudur.
Banyo romanında anlatının üç ana bölüm üzerine kurulmuş olması parçalanmışlık olgusunun varlığını gösteren en temel gösterge olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yapısal durum, kahraman ile Paris arasındaki ilişkiyi göstermesi bakımından önem taşımakla birlikte, kahramanın yaşam karşısında sıkışmışlığının ve iç bunalımının adeta somutlaşmış bir ifadesi olarak karşımıza çıkar. Yapıtın başına eklenen epigraftan da anlaşılacağı üzere #Pisagor teoremine atıfta bulunarak Paris, Hipotenüs, Paris üçlemesiyle bölümlere ayrılan anlatı, ilk bakışta birbirinden bağımsız gibi görünen parçalı bir yapı ortaya koyar. Birey ise iki Paris arasında kalan Hipotenüs başlığıyla temsil olunur. Anlatının birinci (Paris-1) ve sonuncu (Paris-2) bölümleri birbiriyle paralellik gösterir. Bir başka ifadeyle anlatının başı aslında hikâyenin sonudur. Bununla ilgili olarak başlamadan bitmiş bir anlatı ifadesini kullanmak yanlış olmayacaktır. Burada asıl dikkat çeken durum, ikinci bölümde kendini gösterir. Hipotenüs başlıklı bu bölüm ilk bölümle ilgisiz bir biçimde anlatı başkişisinin ani bir kararla Venedik’e gidişiyle başlar ve orada yaşananların anlatımıyla devam eder. Dikkatli bir okuma sonucunda anlatının aslında ikinci bölüm olan Hipotenüs ile başladığı, üçüncü bölüm ile devam ettiği ve son olarak birinci bölümün buna eklemlendiği parçalanmış bir yapının varlığı fark edilmektedir. Dolayısıyla Venedik’te başlayan ve Paris’le devam eden yalıtılmış bir yaşam biçimine tanık olunur. Birinci bölümün bitişi göz önüne alındığında anlatının mantıklı bir sonuca ulaşmadığı, askıda kaldığı görülmektedir. Bu durum post-modern yaklaşımın bireyin belirsizliklerle dolu yaşamıyla özdeşliğini ortaya koymasının yanı sıra, belirsizlikten hiçliğe doğru ilerleyen bir sürecin varlığını da kanıtlar.
Yapıtın ana başlıklarında görülen parçalılık olgusu, metnin içyapısında da kendini gösterir. Bu açıdan yapıtta yer alan bütün paragrafların numaralandırılarak anlatılması parçalanmışlık hissini doğuran ilk öge olarak göze çarpmaktadır. Öyle ki bu parçalılık, paragraflar arasında da kendini gösterir. Paragrafların birçoğu birbirinin devamı gibi görünse de, aralarında açıklanmaya ihtiyaç duyan boşlukların varlığı dikkat çekmektedir. Bu noktada minimalist anlatının ayrıntıları olabildiğince aza indirgeme düşüncesi bu boşlukların nedenini anlamamıza yardımcı olabilir. Böylece hem okurun ayrıntılarda boğulmasının önüne geçilmekte hem de okurda merak duygusu canlı tutularak okurun metne dâhil olması sağlanmaktadır. Toussaint, bu yöntemi tercih etmesindeki amacını: “Numaralandırmalar yönetsel bir raporun 1-2 olarak numaralandırılması ve ondan kuşku duyulmaması gibi, bir çeşit inandırıcılık izlenimi vermek içindir. Sonuçta, geçişler üzerine çalışırken, bana parçalarla ilerleme, bir şeyden ötekine geçme olanağı veren bir tekniktir”[3] şeklindeki sözleriyle açıklar.
Parçalanmışlık olgusunu anlatı başkişisi bağlamında ele aldığımızda, post-modernizmin birey üzerindeki törpüleyiciliğinin metne de yansıdığını gözlemlemek mümkündür. Postmodernizmin ve minimalizmin iç içe geçtiği bu tip anlatılarda anlatı kişilerinin sunum biçimi, kentleşmeye, kitle kültürüne ve yeni dünya düzenine boyun eğmiş çağın insanının konumunu göstermesi açısından büyük önem arz etmektedir. Bu yeni düzende bireyselleşme yüceltilmesine karşın bireyin kendisi değersizleştirilmekte ve yaşam karşısında silikleşmektedir. Banyo’da anlatı başkişisinin Paris’in boğuculuğundan kaçarak dış dünyadan soyutlanmış, kapalı alanlara sığınması bunun göstergesidir. Bireyin yaşamda silikleştiğinin bir başka göstergesi de anlatı başkişisinin isimsiz şekilde sunulmasıdır. Nitekim “Birçok kısa öyküde, kimliği açıkça belirtilen karakterler yerine, kadın, erkek, kız, oğlan, gezgin, barmen, asker gibi evrensel sıfatlar”[4] kullanılır. Böylece bir anti-kahraman kişilik ortaya çıkar. Konuşan, varlığı hissedilen ama kimliksizleşmiş kişiliklerdir bu anti-kahramanlar. Toussaint’in Mösyö ve Fotoğraf Makinası gibi yapıtlarında da karşılaştığımız isimsiz anlatı başkişisi Banyo’da da görülmektedir.
Anlatı başkişisinin eylemlerindeki nedensizlik, parçalanmışlık hissini ve Paris ile olan ilişkisini ortaya koyan bir başka unsurdur. Söz konusu bu nedensizlik; başıboşluk, kararsızlık ve kendinden emin olmama olgularını doğururken, aynı zamanda ilişkilerinde sorunlar yaşayan parçalanmış bir kişiliğin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Roman başkişisi için Paris uzaklaşılması gereken bir hastalık gibidir. Ama buna rağmen ona doğru sürüklenmekten alamaz kendini. İkinci bölümde nedensiz ve plansız biçimde Venedik’e gitmeye karar veren ve orada bir otelde kalan anlatı başkişisinin, eşi Edmondsson ile telefonda görüşürken Paris hakkında dile getirdiği şu sözlerinde sezdirilen nedensizlik, anlatı başkişisinin iç dünyasındaki parçalanmışlığı ortaya koymaktadır: “Ama Paris’e neden dönmediğimi bir türlü anlamıyordu. Bana sorduğunda da yüksek sesle: ‘Paris’e neden mi dönmüyorum?’ diyordum. ‘Evet,’ diyordu, ‘neden dönmüyorsun?’ ‘Bir nedeni mi var?’ ‘İleri sürebileceğim tek bir neden var mı?’ ‘Hayır’ ”.[5]
Edmondsson’un anlatı başkişisinin karısı olduğunu anlatının sonlarına doğru öğrendiğimiz bu yapıtta[6], Paris bağlamında ele alınan ve kapitalist anlayışla yoğrulan kent yaşamının kişiler arası ilişkileri zedeleyen, parçalayan ve bireyi yalnızlığa iten etkisi açıkça görülmektedir. Hem düşünce hem de yaşam biçimi bakımından uyumsuz, parçalanmış bu evlilik ilişkisi postmodern bireyin konumunu en iyi şekilde ortaya koymaktadır. Çevresindekilerle sağlıklı bir iletişim kuramayan birey giderek yalnızlaşmaya, içine kapanmaya ve çevresine yabancılaşmaya başlar. İkinci bölümün 73 numaralı paragrafında anlatı başkişisinin: “Otelin yemek salonunda karnımızı doyururken, #Edmondsson’un bakışlarını üzerimde hissediyordum. Sessizce yemeğimi yemeyi sürdürüyordum. Ama odama çıkmak, yalnız kalmak istiyordum. Üzerime çevrili bakış istemiyordum artık. Kimsenin beni görmesini istemiyordum.”[7] şeklindeki sözleri postmodern yaşamın etkisi altında biçimlenen yozlaşmış, kopuk bir ilişkinin bireyi yalnızlığa nasıl ittiğini göstermesi nedeniyle dikkat çekici bir örnektir.
Bu noktadan itibaren, incelememizin diğer bir izleği olan hareketsizlik olgusuna ve bu olgunun Paris ile ilişkisine değineceğim. Okuma süreci tamamlandığında, gerek anlatı düzleminde, gerekse anlatı başkişisinin yaşamında gözle görülür bir durağanlığın varlığı göze çarpmaktadır. Parçalanmışlık olgusunda olduğu gibi hareketsizlik olgusu da yapıtın geneline yayılmaktadır. Tüketim kültürünün hız odaklı felsefesine bir karşı duruşu temsil eden durağanlık olgusu, Toussaint’in Mösyö ve Fotoğraf Makinası yapıtlarında da görülen ortak bir izlektir. Bu bağlamda Paris hızı; anti-kahraman aracılığıyla kendini gösteren birey ise, durağanlık olgusunu temsil etmektedir. Toussaint, minimalizme dair düşüncelerini ortaya koyarken, dünyevileşen yaşamın bütün hızlılığına ve zamanın hızlı tüketimine karşı durarak, yavaş ve dingin hareket etmeyi bir yaşam felsefesi haline getirir. Böylece hızla tüketilen zamanın yıkıcılığı karşısında insanlığın düştüğü durumu ve bu duruma ilişkin kendisinin savunduğu ilkeleri göstermeyi amaçlar. Zamanın akışının ve devinim halindeki Paris kentinin anlatı başkişisi üzerinde yaptığı olumsuz etki: “Zamanın akışının bile beni bir kez daha ürküttüğü bir anda, penceremde gözlerimin önünde olup biten çeşitli hareketlerin, yağmurun, gidip gelen insanların, yoldan geçen arabaların, bende korku yaratışının da kanıtladığı bir anlaşılmazlıkla kötü havadan birden bire korkuya kapılan bendim aslında”[8] şeklindeki ifadelerle ortaya konulur. Görüldüğü gibi dış dünyanın baş döndürücü hızı, anlatı başkişisini korku ve endişeye sevk etmektedir. Hıza teslim olmak istemeyen anti-kahraman çareyi kendisini toplumsal yaşamdan soyutlamakta bulur.
Anlatı başkişisinin eylemleri göz önüne alındığında, gazete almak, hava durumunu takip etmek, dart oynamak, futbol müsabakası izlemek, sinema, tiyatro ilanlarına göz gezdirmek gibi içi boş, sıradan faaliyetlerde bulunduğu fark edilmektedir. Fakat anlatı başkişisi, yaşamının bir parçası olan bu sıradanlık ve durağanlıktan garip bir biçimde haz almaktadır. Paris’in devinimli yaşamından kurtulmak isteyen, bu nedenle Venedik’e giden anlatı başkişisi bu sıradanlığın ve boşluğun oluşturduğu hazzı kapalı bir uzam olan otel odasında dart oynarken sarf ettiği “Oklarla oynarken sakin, dinlenmiş oluyordum. Kendimi yatışmış hissediyordum.
Boşluk beni her dakika biraz daha büyüyerek sarıyordu ve kafamdaki tüm gerilim izleri yok oluncaya kadar bu boşlukla doluyordum”[9] sözleriyle dile getirir. Dolayısıyla burada postmodern anlayışın hız-haz odaklı bakışının karşısına hareketsizlik-haz olgusu yerleştirilir. Bu anlamda postmodernizme yönelik minimalist-eleştirel bir yaklaşım söz konusudur. Anlatı başkişisinin Paris’in boğucu hızlılığına karşı bir kaçış yeri olarak seçtiği, romana da ismini veren banyoda, hareketsiz geçirdiği zamanlardan ne kadar büyük bir zevk aldığını ve bu hazza engel olacak hiçbir şeye izin vermediğini onu küvetten çıkıp yeni bir şeyler yapmaya ve bu tekdüze yaşam biçiminden sıyrılmaya davet eden annesine verdiği cevapla ortaya koyar: Oyalanma gereksiniminin benim gözümde pek matah bir şey olmadığını söyledim. Adeta gülümseyerek, oyalanmadan korktuğum kadar hayatta hiçbir şeyden korkmadığımı söyleyince, benimle baş edemeyeceğini anladı ve kurulmuş bir makine gibi bana milföy uzattı.[10]
Hızla yapılan eylemlerde, eylemden alınacak hazzın yok olduğunu göstermeye çalışan Toussaint, bu anlamda hareketsizliğin huzur verici bir etkiye sahip olduğunu düşünür. Hızın insanın düşmanı olduğunu ve hıza mahkûm olan insanların mutsuz bir yaşam sürdüklerini vurgulamaya çalışır. Dolayısıyla burada Paris’teki devinimli yaşam biçimine karşı çıkan anlatı başkişisinin hareketi en alt seviyeye düşürme çabası, minimalizmin “en aza indirgeme” söylemiyle ilişkilendirilebilir. Anlatı başkişisi hareketsizlik-haz ilişkisini ve hareketsizlikteki zenginliği, Mondrian’ın resimleriyle ilişki kurarak şu sözleriyle açıklar:
Mondrian’ın resminde beni hoşuma giden hareketsizliğidir. Hiçbir ressam hareketsizliğe bu kadar yakından yaklaşmamıştır. Hareketsizlik hareket yokluğu değil, hareketin her türlü perspektiften yoksunluğu demektir, hareketsizlik ölümdür. Resim genelinde hiçbir zaman hareketsiz değildir. Satrançta olduğu gibi #Mondrian’ın resimlerindeki hareketsizlik dinamiktir. Her parça, hareketsiz güç olan her parça, güç halinde bir harekettir. Mondrian’da hareketsizlik durağandır.[11]
Kent yaşamının hız eksenli postmodern yaşam kültürüyle birleşmesi sonucu ortaya çıkan akışı durdurmanın imkânsızlığının farkından olan anlatı başkişisi her şeye rağmen elde edilen bu hazzın devam etmesini arzular. Bu durum hareket ile hareketsizliğin mücadelesi şeklinde cereyan eder.[12] Bu anlamda anlatı boyunca kapalı uzamlar olarak karşımıza çıkan banyo, otel ve hastane odaları zamanın durdurulamayan akışından kaçışı simgelemesi bakımından bir sığınak olarak düşünülebilir.[13] Öte yandan imgelemde oluşturulan durağan bir eylem yardımıyla zamanın akışını yavaşlatmanın bu ereği gerçekleştirebilmenin tek yolu olduğu düşünülür. Anlatı başkişisi bunu, bir restoranda yediği damblanşın eriyişiyle anlatmaya çalışır. Dış gerçekliğin akışına dirense de kendi iç âleminin bu akışa karşı duramadığını ve benliğinin Paris’in hız odaklı yaşamına kaçınılmaz biçimde aktığını: “Kıpırtısızca durmuş, gözlerim tabağa dikili hareketsiz bakıyordum. Kıpırdamıyordum. Ellerim masanın üzerinde donmuş kalmış, tüm gücümle hareketsizliği korumaya, onu alıkoymaya çalışıyordum, ancak hareketin gövdemde de aktığını bal gibi duyumsuyordum”[14] şeklindeki sözleriyle ortaya koyar. Hareketi dondurmaya yönelik yaptığı girişimlerin sonuçsuz kalacağını bilmesine rağmen bunu yapmaya devam eden anlatı başkişisi Venedik’e trenle giderken dış harekete ve kendi iç hareketine direnç göstermekte zorlandığını: “Geceyi bir tren kompartımanında yalnız, ışıksız geçirmiştim. Hareketsiz, yalnızca harekete, dış harekete, hareketsizliğime rağmen beni hareket ettiren dış harekete duyarlıyım, ama aynı zamanda tüm gücümle sabitleştirmek istediğim vücudumun kendi iç hareketine, istisnai bir kuvvet göstermeye başladığım anlaşılmaz harekete de duyarlıyım”[15] ifadeleriyle dile getirir. Burada bireyin bütün korkularına rağmen, dış gerçekliğin ve kent yaşamının yıkıcı gücüne karşı koymakta zorlandığını görmekteyiz.
Anlatı başkişisi Paris’in tüm hareketliliğine karşı, her ne kadar hareketsizliği hazzın kaynağı olarak görse de, bu hareketsizlik onu giderek yalnızlığa, yalıtılmış bir yaşama sürüklemektedir. Çevresindeki baş döndürücü hızdan uzaklaşmaya çalıştıkça yalnızlığa gömüldüğünü gören anlatı başkişisi, harekete geçmenin en doğru şey olacağını düşünür. Bunun farkındalığına varan anti-kahraman, onu korku ve endişeye sevk eden dürtülerine karşı koymanın gerekliliğini ve bu hareketsizliğe bir son vermenin nedensiz de olsa zamanının geldiğini “[…] bir insanın dünyadan el etek çekerek bir banyo küvetinde yaşamasının belki de pek sağlıklı bir şey olmadığını anlatıyordum. ‘Riski göze almalıyım,’ diyordum başım önüme eğik, küvetin emayesini okşayarak, ‘soyut yaşamımın huzurunu tehlikeye atma riskini göze almak zorundayım, buna şunun için’… Cümlemi tamamlamadım”[16] şeklindeki ifadeleriyle açıklar. Görüldüğü gibi burada, insanın tüketim kültürünün oluşturduğu hızlı yaşama arzusuna direnmeye çalışsa da bu girdaba kapılmaktan kurtulamayacağı vurgulanmak istenir.
Çalışmanın başından bu yana anlatılanlar göz önüne alındığında Toussaint’in, Banyo adlı bu yapıtında Paris bağlamında üstü örtük biçimde günümüz kent yaşamının eleştirisinin yapıldığı anlaşılmıştır. Bu eleştirel yaklaşımın aynı zamanda postmodernizm tarafından oluşturulan karmaşa ortamına karşı duran minimalist anlayışın bir yansıması olduğu görülmüştür. Bununla ilgili olarak yapıttan yola çıkarak, parçalanmışlık kavramının #postmodern anlayışın; hareketsizlik kavramının ise #minimalist felsefenin bir unsuru olarak kabul edilebileceği sonucuna varılmıştır. Paris kentinin anlatı başkişisi üzerinde yaptığı etki, bu etkinin postmodern-minimalist anlayışla kurduğu bağ ve parçalanmışlık-hareketsizlik olgularının Paris ile ilişkisi isimsiz anti-kahramanın davranışları ve yaşam biçimi temel alınarak ortaya konulmuştur. Bireyselleşme ve parçalanmışlığın tüketim kültürü ile yakınlığı; hareketsizliğin, hız ve yalnızlaşma ile etkileşimi metin ve anlatı başkişisi bağlamında değerlendirilmiş ve böylece Toussaint’in XX. yüzyılın sorunlarına duyarlı bir yazar olduğunu fark etme imkânı elde edilmiştir.
————
* Arş. Gör., Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Fransız Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı.
[1] Bkz. BEST, S.- KELLNER, D.,Postmodern Teori, Çev: Mehmet Küçük, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2011, s. 10.
[2] Tilbe, A.-Kuzeci, D., “Jean-Philippe Toussaint’in Banyo (Salle de Bain) Adlı Romanın Küçürek (Minimaliste) Bir Bakış”, Edebiyat Edebiyat Öğretimi ve Deyişbilim Yazıları, Uluslararası V. Dil, Yazın, Deyişbilim Sempozyumu, Cilt: 2, 2005, s. 638-647. s. 640.
[3] Jourde, Michel, “Monsieur s’amuse Interview avec Jean-Philippe Toussaint” Dans Les Inrockubtible, Paris, printemps, 1992.
[4] Bates, H.E, Kısa Öykü-Yazınsal Bir Tür Olarak, Çeviren: Gökçen Ezber, İstanbul, Bilge Kültür Sanat Yayınları, 2001, s. 10.
[5] Toussaint, Jean-Philippe, Banyo, Çeviren: Mustafa Balel, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1990. s. 46. / Toussaint, Jean-Philippe, Salle de Bain, Édition de Minuit, Paris, 2005.
[6] a.g.e., s. 79.
[7] a.g.e., s. 60.
[8] a,g.e., s. 20.
[9] a.g.e., s. 56.
[10] a.g.e., s. 8.
[11] a.g.e., s. 57.
[12] Özcan, M. Emin, “Espace dans ‘La Salle de Bain’ de J-P. Toussaint” Cahier de Linguistique et de Littérature- Mémoire et Espace (Abdelghani El Himani) No: 2-3, Novembre 2001-Mars 2002, s.182.
[13] a.g.e., s.184.
[14] Toussaint, a.g.e., s. 54.
[15] a.g.e., s. 34.
[16] a.g.e., s. 10.Kaynakça
• Bates, H.E, Kısa Öykü-Yazınsal Bir Tür Olarak, Çeviren: Gökçen Ezber, İstanbul, Bilge Kültür Sanat Yayınları, 2001.
• Best, S., Kellner, D., Postmodern Teori, Çeviren: Mehmet Küçük, İstanbul, Ayrıntı Yay., 2000.
• Jourde, Michel, “Monsieur s’amuse. Interview avec Jean-Philippe Toussaint” dans lesinrockuptible, Paris, 1992.
• Özcan, M. Emin, “Espace dans ‘La Salle de Bain’ de J-P. Toussaint” Cahier de Linguistique et de Littérature-Mémoire et Espace (Abdelghani El Himani) No: 2-3,Novembre 2001-Mars 2002.
• Tilbe, A.-Kuzeci, D., “Jean-Philippe Toussaint’in Banyo (Salle de Bain) Adlı Romanın Küçürek (Minimaliste) Bir Bakış”, Edebiyat Edebiyat Öğretimi ve Deyişbilim Yazıları, Uluslararası V. Dil, Yazın, Deyişbilim Sempozyumu, Cilt: 2, 2005, s. 638-647. Toussaint, Jean-Philippe, Salle de Bain, Édition de
• Minuit, Paris, 2005.
• Toussaint, Jean-Philippe, Banyo, Çeviren: Mustafa Balel, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1990.
Sorry, there were no replies found.