Faehmel: Canavarın Kutsal Ekmeğini Yemek
-
Faehmel: Canavarın Kutsal Ekmeğini Yemek
Canavarın Kutsal Ekmeğini Yemek*
Makale Yazarı: Batıgün Sarıkaya
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ocak/Mart 2018, 33. sayıda yayımlanmıştır.
“Saat Dokuz Buçukta Bilardo” Üzerine Bir Deneme
“Kötü bir dünyada yaşıyoruz. Kalbi temiz olanlar çok az.” (Böll, 1986, s.62)
Yeşil çuha üzerinde birbirine çarpan sarıbeyaz-kırmızı toplar gibi, geçmişin görüntüleri de bir yerlerden çıkıp birbiriyle çarpışıyor bu romanda. Her sabah 9.30 ile 11 arasında gittiği Prens Heinrich otelinin bilardo salonunda, mimar Robert Faehmel, belki de vicdanının sesini dinlemek için kendisine son bir sığınak buluyor. Nazi Almanyasının yıkıntıları arasından çıkan ve kendini yeniden inşa etmeye çalışan bir ülkenin hesaplaşması; Faehmel’in tek başına yaptığı bu maçlar sırasında ortaya çıkan bireysel bir hesaplaşmanın içinden aktarılıyor.
Yazar bizi, okur olarak öyle bir yerde konumlandırır ki bu hesaplaşmanın tüm ağırlığını bütün bir kitap boyunca üzerimizde hissederiz. Okumanın getirdiği ahlaki yükümlülük, kitabın aktardıklarını süzgeçten geçirirken, bize insanlık durumu üzerine düşünme fırsatı verir. “Gerçekte ne oldu, olaylar nasıl meydana geldi?” gibi sorular değildir aklımızda dönüp duranlar. Savaş denilen o tarifsiz canavarın insanlar üzerindeki etkisine yönlendirir #HeinrichBöll bizi. Bu etkiler oldukça uzun bir zamana yayılan bir anlatı çerçevesi kurar. Faehmel ailesinin üç kuşakta gelişen öyküsü, roman boyunca verilen çok fazla ayrıntı ve farklı zihinlerden süzülüp gelen, adeta damıtarak anlayabildiğimiz hikâye parçalarıyla yavaş yavaş belirip su yüzüne çıkmaktadır. Romanın karmaşık bir kurgu içinde verdiği olayları az çok kronolojik bir düzende anlatmakta fayda var:
6 Eylül 1958’deyiz. Baba Heinrich Faehmel 80. yaşına adım atar. Geride acılarla, pişmanlıklarla, sorgulamalarla dolu bir hayat var. Yeni bir hayat kurmak için 1907 yılında yirmi dokuz yaşındayken yerleştiği bu küçük şehirde büyük mimarlarla yarışa girmek cesaretini göstermiş. Kilisenin açtığı yarışmayı hazırladığı planlarla ve başrahibin etkisiyle kazanarak St. Anthony Manastırının yapımını üstleniyor. Yörenin saygın ve zengin Kilb ailesinin kızı Joanna ile evleniyor. Sonrası Willhelm Almanya’sından Nazi dönemine uzanan bir savruluş. Önce ilk savaşta iki çocuklarını kaybediyorlar. Ardından Nazi yükselişi sırasında babası Heinrich ile aynı meslekte karar kılmış olan Robert, gençlik yıllarında yakın arkadaşı Schrella’nın yaşadıklarına şahit olduktan sonra bir nazi olmamaya ve onlarla mücadele etmeye yemin ediyor. Çünkü önünde iki seçenek belirmiştir: -Böll’ün iki seçenek arasındaki zıtlığı vurgulamak adına simgeleştirdiği gibi- ya “Mandanın ilahi sırrından yiyecek”(1) ya da “Tanrının kuzuları”ndan biri olmayı seçecektir. İlk seçeneği kabul etmeyen Schrella ve arkadaşları gibileri, Nettlinger ve diğerlerinin faşist baskısından kurtulamaz, itilip kakılır, beyzbol maçlarında yüzlerine kasten top atılarak yaralama girişimlerinde bulunulur, merdiven altlarında dayak yerler; bu durum savaş zamanında ölümlere kadar gidecektir.
Robert, verdiği karardan sonra belirgin bir intikam hissiyle arkadaşlarıyla bir yerleri bombalamaya başlar. Fakat bunlar amaca ulaşan eylemler değildir. Örneğin öldürmeyi tasarladıkları beden eğitimi öğretmenleri Wackes’ı bile ancak ayaklarından yaralayabilirler. Fakat bu olay içlerinden birinin idamıyla, meyhane sahibi dostlarının da Schrella’yı bir gemiyle yurt dışına göndermesiyle sonuçlanır.
Robert, tam da bu dönemde asıl büyük sorunları ağabeyi Otto ile yaşamaya başlar. Otto, kısa sürede değişmiş ve faşizmin yükselen sesine ayak uydurmuştur. Dostları Nettlinger ve Wackes’le sık görüşmeye başlamış, onları evinde ağırlar olmuştur. Alman zaferine duyulan sarsılmaz inancın, yükselen milliyetçi değerlerin bu daha yirmisindeki zihni ele geçirmesiyle Otto birdenbire başka bir insana dönüşmüştür. Baba Faehmel, bu durumu engelleyemediği, oğlunun yaptıklarına göz yumduğu için sonradan büyük bir pişmanlık duyacaktır. Anne Joanna ise sert tepkiler vermiş ve Otto ile yaşadığı fikir ayrılığını davranışlarıyla da belli etmiştir. Annenin çabaları sonuç vermez ve aile içindeki uçurum giderek büyür. Otto özellikle de çocukluğunda çok sevdiği, ödevlerine yardım ettiği küçük kardeşi Robert’a Nazilere duyduğu açık nefret için kin beslemektedir. Aralarındaki sorun giderek büyüyecek ve bir dışlanmışlık ilişkisine dönüşecektir.
Robert, bir süre sonra yurt dışına kaçmak zorunda kalır. Bu kaçış denemesinden önce yakalanır, sorgulanır ve dövülür. Hapsedildiği yerden Nettlinger’in yardımıyla kurtulur. Romanda Nettlinger’in neden Robert’a yardım ettiği açık değildir. Robert’ın bu sırada kendi çocuğunu taşıyan eşi Edith, Fahmael ailesine taşınmıştır. Robert’ın annesi bu duruma daha fazla dayanamaz ve oğlunun geri dönmesini sağlamak için ailenin geçmişten tanıdığı bir validen yardım ister. Dönemin yönetimiyle kurulan manevi bağ, tek bir şartla Robert’ın geri dönüşüne izin vermektedir: Gelir gelmez askerlik yapmalıdır ve bir daha bu tür siyasi işlere burnunu sokmamalıdır.
Robert dönüş yapar ve askerlik süresince, mimar olduğu için, patlayıcı uzmanı olarak değerlendirilir. Çılgın bir komutanın başında olduğu, her yeri sorgusuz sualsiz bombalayan ekipte yer alır. İşin ilginç yanı, bombalanan bu noktalar arasında savaşın sonuna doğru, üstelik de gerçekten patlatılması gerekmeyen ama “ateş alanı” denilen askeri gerekçeyle göze batan manastır da bulunmaktadır: Robert’ın babası Heinrich’in kendisine ün ve başarı yolunu açan Aziz Anthony Manastırı. Robert’ın bu manastırı yok edişindeki çılgınlık ve durumu önleyebilecek bilgisi olmasına rağmen emre karşı gelmemesi, aslında Almanya’nın değerlerine duyduğu öfkenin bir yansıması olarak okunabilir. Çünkü manastır, generalin istediği hedefleri vurmak için gerçekte bir engel teşkil etmemektedir. Onun ortadan kaldırılışı Robert’ın kendi dünyasına, kendi ırkına dair hesaplaşmasının bir yolu gibi görünür. Böll’ün aktardığı simgesel yapı içinde “kurmak ve yıkmak”; merkezinde insanların çektiği acıların yer aldığı romanın diyalektik zemininde durur.
Otto, 1942 yılında, daima inandığı Alman zaferi uğrunda Kiev’de ölür. Daha doğrusu onlara iletilen bilgi bu yöndedir. Ailenin simgesel parçalanmasının net ve keskin kavşaklarından biridir bu. Zaman geri döndürülemez biçimde eylemleri ve düşünceleri kalıplaştırır, hatıralar yoluyla kahramanlarımızın dünyasında çakılı kalan bir yüke dönüşür. İnsanlar arasındaki derin ayrılıkların çözülemediği bu tip durumların belki de en güçlülerinden biri ile karşılaşır Robert ve ailesi. Baba Faehmel ömür boyu Otto’yu bu çılgınlığa sürüklenirken engelleyememenin pişmanlığını yaşar, anne Faehmel oğlunun ölmeden önce kendilerini ihbar ettiğinden kuşkulanmaktadır, Robert ise ölüm haberinin ardından onu kardeşi gibi görmekte zorlandığını fark eder. Bu, karşısında olduğu ikiyüzlü uygarlık masalının onun vicdanında haklı çıkamayacağının da bir kanıtı gibi görünür.
Savaşın bitiminde Amerikan askerlerince yakalanıp sorgulanan Robert, yurduna geri döner ve iki çocuğu, Joseph ve Ruth’u yanına alır. Bu arada eşi Edith’i de bir bombalama sırasında kaybetmiştir. Hayatındaki sorgulama ritüeli de burada başlar. Her sabah dokuz buçuktan on bire kadar Prens Heinrich Oteli’nde kendi kendine bilardo oynamaya gider, onunla sadece otelin komisi Hugo içeride kalmaktadır ve Robert oyun boyunca sırlarını Hugo ile paylaşır, geçmişten taşıyıp getirdiği ve kimseye anlatmadığı hikâyeleri yeşil çuha masanın üzerinde ortaya döker. O saatlerde ailesi ve en yakın dostu Schellar dışında kimsenin kendisini aramasını istemez. Sekreteri Leonore’a ve otel görevlilerine kırmızı bir kartta yazılı olarak bu talimat verilmiştir. Bilardo masasındaki bu hesaplaşma yalnızlığı içinde, Robert uzun yıllardır görmediği ve nerede olduğunu bilmediği gençlik dostu, ölmüş eşinin kardeşi Schrella’nın bir biçimde karşısına çıkıp onunla yeniden ilişki kuracağına inanır. Geçmişle kurulacak bu dolaysız bağ, belki de vicdanı içinde serpilen eylemlerin anlamlandırılmasını sağlayacaktır.
Olayların düğümlendiği ve karakterlerin kendilerini ifade şansı bulduğu 1958 yılının 6 Eylül’ünde sabah, sekreteri Leonore, bu kuralı önemli sandığı bir durumdan ötürü bozar ve Robert’ın yerini “yüksek bir makam sahibi, önemli biri”ne, Nettlinger’e, söyler. Oteldeki karşılaşma yaşlı resepsiyonist Joechen’in göreve bağlılığından ötürü gerçekleşmez, Nettlinger, bilardo salonuna gidemeden, Robert onun adını duyunca arka kapıdan çıkıp gider. Ama burada okuru bir sürpriz beklemektedir: Schrella, onca yıldan sonra siyasi bir suçlu olarak ülkeye giriş yapmış ve yetiştiği şehre gelmiştir. Ne var ki tutuklanır ve hapse atılır. Çıkışını da eski düşman Nettlinger sağlar. Prens Heinrich’de öğle yemeği yerler. Ama Schrella, Nettlinger’in tavırlarına uzun boylu katlanamaz ve şehirde anılarının, gençliğinin peşine düşer.
Bütün bir romanı, anıların yeniden kurulması olarak okumak gerekir. Heinrich Böll’ün zihin bulmacası gibi kurduğu örgüde bir zihinden diğerine geçerek, savaş sonrası Almanyasına dair bir zihin panoramasına şahit oluruz. Romandaki bu anlatıcı genişliği ve anlatıcıların oldukça rahat biçimde değişmesi, Böll’ün kendi yargıları kadar savaşın etkilerini bir ailenin çevresinde ama en geniş alanda, belki de gizli saklı kalmış belleklerin içinde aramasının sonucudur. Bu, yine de romanın ahlaki düzlemde taşıdığı değere zarar vermez. Aksine açabildiği pencere ölçüsünde, okurun kendi değerlendirmesini yapmasına zemin hazırlar. Yazarın dönemi değerlendirmesinin öznel mi nesnel mi olduğu sorunundan ziyade romanın temel bir ahlaki duruş üzerine kurulmuş olması dikkate alınmalıdır. Edebiyat bilimci Heinrich Vormweg, Böll’ün ilk anlatılarında kurduğu yapının geleneksel anlatı örnekleri olduğunu, nesnellik ve doğru anlatı tarzında gerçekliğin tipik görünüşlerini aktardığını belirterek sonraki yıllarda kurduğu yapıtlardaki ahlaki duruşun buradan çıktığını söyler. Yazarın anlattıklarıyla arasına koyduğu mesafe ve okura aktarmak istediği arasındaki bu denge de metnin ahlaki değeridir. Kimi eleştirmenlerse Heinrich Böll’ün yapıtlarında ahlaki unsurların varlığını kabul etmekle birlikte estetik-biçimsel kalite eksikliğinden bahsederler. Bu açıdan ahlaki ölçütleri ikincil olarak değerlendirmişlerdir. (Aytaç, 1999, s.166)
Gerçekten de yazarın özellikle öykülerinde, savaşa ve savaş sonrası toplumsal düzene getirilen eleştirel bakışın ön planda olduğunu görürüz. Bu bakış içinde ahlaki bir yargılamanın yeri oldukça belirgindir. Nihayetinde Heinrich Böll, İkinci dünya Savaşı acısını yaşamış bir yazar olarak o dönemi ve kuşağını yansıtan, temsil eden bir yazardır. Bu büyük savaşın maddi manevi tüm yönleriyle yarattığı yıkıntı ve çöküntüye tanıklık etmiştir. Yapıtlarında sadece yıkılan şehirler ve caddelerden bahsetmemekte, aksine insanların yok olmaya başlayan umutları ve savaşla birlikte değişen hayatları, ölümü, acıyı, yok oluşu konu etmektedir. Özellikle dört elle sarıldığı konular insancıl bir yön taşır: Savaş düşmanlığı, savaş sonrası Almanya’nın ekonomik ve ahlaki problemleri, refah toplumunda başka çehrelere bürünse de süregelen Nazi felsefesi, renkli basının pençesine düşen bireyin trajedisi gibi. (Aytaç, 1995a, s.117).
Her ne kadar yapıtlarında toplumsal eleştiri yönlü duruşunu oldukça net ve aydınlık bir hümanizma biçiminde gösterse de bir #postmodern anlatma yöntemi olarak “Saat Dokuz Buçukta Bilardo”da kuşaklar arasında yaşanan gerilimi farklı anlatıcılar üzerinden olabildiğince esnetir ve geliştirir. Kuşkusuz bu durum romanın içeriğinden de kaynaklanmaktadır. Üzeri örtülen bir büyük dönemi kendi pencerelerinden yaşamış karakterlerin, iç monologları biçiminde ilerler hikâye. Okuyucu için başta bu durum zorlayıcı bir okuma deneyimi sunar. Çünkü hikâyenin zamanı, aslında tek bir gün içinde beliren olaylara ilişkindir. Karakterlerin zihinlerine girerek ulaştığımız geriye dönüşlerle, olay çerçevesi yaklaşık elli yıllık bir zamansal düzlemde gezinir. Bu yöntemin bir önemli etkisi de Almanya’nın geçirdiği dönüşümlere ilişkin panoramik gözlem imkânı sunmasıdır. Yapıtta sadece savaştan etkilenen insanların zihinlerinde dolaşırız. Nazi yanlısı figürler ise anlatıcı karakterlerin anılarında yer alır ya da olaylar içinde yan karakter olarak görünürler. Kitabın İkinci Dünya Savaşına yakın bir dönemde yazılıp yayımlandığını (1959) düşünürsek bu tercihin son derece işlevsel olduğunu belirtebiliriz. Heinrich Böll’ün tartıştığı ahlaki sorun bir bakıma, büyük bir kötülük karşısında sıradan insanın, kendi değerlerini kurmaya çalışan halktan kişinin tavrını yansıtarak verilmektedir.
Bununla birlikte hikâyenin bir aile üzerinden sunulması, yazarın Nazi devrinin insanlığa ters düşen korkunç havasını canlandırırken aile kurumundan yararlanmış, aile ilişkilerinin bu havadan etkilenişini vermek istemiş olması dikkate değerdir. (Aytaç, 1995b, s.36) Böylelikle H. Böll, Kocaman bir ulusta meydana gelen ideolojik yarılmayı iki kardeş arasında patlak veren ve tamiri imkansızlaşacak bir ayrılık üzerinden yansıtarak savaşın acımasızlığını dolaysız bir yerden rahatlıkla aktarmış olur.
Üstelik bu durum tarihsel olarak da son derece ilginçtir. Almanya’nın o kara günlerinde giderek büyüyen ırkçı söylemin ve bu minvalde kendini var eden son derece katı yönetim anlayışının karşısında yığınların tutumu hakkında bize fikir vermektedir. Böll, insanların sisteme karşı duruşlarını dönemin siyasal hareketi içinde belirginleştirmek için ‘manda’ ve ‘kuzu’ simgelerine başvurur. Kutsal Mandanın etinden yeme cesareti gösterenlerle buna karışmayan ve bir kuzu olarak yaşamak zorunda kalan kitlelerin çatışması, Nettlinger, Otto – Schellar, Robert kişilikleri üzerinden yansıtılır.
Bu vicdani hesaplaşmada zamansal bir kayboluş da yaşarız. Büyük ölçüde savaş sonrası dünyasının bellek yitimine gönderme yapan yazar, karakterlerin çelişkilerini, tutarsızlıklarını birbirine oldukça etkili biçimde eklenmiş on üç bölümde yansıtır. Durağan bir zamansal anlatının içinde, geriye dönüşlerle son derece güçlü sıçramalar gerçekleşir. Karakterlerin bugünün den geçmişteki hâllerine bakışı, o günlerde düşündüklerinin o zamanki algılarıyla şimdinin arasında değerlendirilmesi, şaşırtıcı sürprizler sunar. Özellikle Heinrich’in Almanya’nın sert dünyasında kendine ait ve güçlü bir yaşam kurabilmek için verdiği mücadele, din ve iktidarla arasındaki mesafeli tutum, buna karşılık burjuva değerlerini bir oyun olarak görmesi, yıllar içinde karşılaştığı acılarla “gülme” algısını değiştirir. Her şeye alaycı yaklaşan bu adam, geçmişin ağırlığı altında ailesine yeni bir yön vermek ister. Karısı, Otto’nun aileyi ihbar ettiği dönemde zarar görmesin diye akıl hastanesine yatırılmıştır, gelgitli zihninde kitabın sonunda karşımıza çıkacak bir intikam denemesinin izlerini görürüz. Çocuklarını elinden alan savaşın temsilcilerinden bir generali hedef almıştır Joanna. Robert’in babasının yaptığı mimari yapıyı yerle bir edişindeki öfke, ailesinden sakladığı bir gerçek olarak aklının bir köşesinde daima ortaya çıkmayı beklemektedir. Kuşağı tamamlayan Robert’in oğlu Joseph ise aile geleneğinde olduğu gibi mimarlığı seçmiştir, ama babasının savaş sırasında Aziz Anthony Manastırını havaya uçurduğunu öğrenince mesleği bırakma kararıyla mücadele etmektedir. Karakterlerin vicdan muhasabesinde belki en önemli unsur, tüm Alman halkına hamledilen bir “dinlenme isteğidir.” Birilerinin o acılı, kötü hikâyeleri dinlemesi ve ülkenin, daha doğrusu insanlığın geleceğine bu şekilde yön vermesi gerekmektedir.
Robert’in her sabah bir otelin bilardo salonunda hayatının çeşitli dilimlerini anlattığı Hugo iyi bir dinleyicidir. Çevresinde kendine muhatap bulamayan karakterimiz, bu bilardo saatlerinde anılarını ona anlatırken aslında bize de iletmiş olur. Sonunda örnek dinleyicisini kendine evlât ve varis edinmesine de şaşmamak gerekir. (Taner, 1995, s.251)
Belki Böll’ün gelecekle ilgili iyimserliği de burada gizlidir. Olayların sonunda Joanna’nın generali öldürme teşebbüsüne rağmen, Faehmel ailesinin keyfi kaçmaz ve birlikte yarınlara duyulan güven yeniden tesis edilir.
1. Birçok çeviride Böll’ün simgesel olarak kullandığı ifadenin karşılığı olarak “Manda” ya da “Öküz” sözcükleri yer
alıyor. Bizim kaynak olarak kullandığımız roman çevirisinde ise Manda ifadesi yerine “canavar” sözcüğü yeğlenmiş.Kaynakça:
Aytaç, Gürsel (1995a). Edebiyat Yazıları III. Ankara: Gündoğan.
Aytaç, Gürsel, (1995b) Romancı Yönüyle Heinrich Böll. Gündoğan Yayınları: Ankara
Aytaç, Gürsel (1999) Genel Edebiyat Bilimi. Papirüs Yayınları: İstanbul
Böll, Heinrich (1986) Saat Dokuz Buçukta Bilardo. Çev: Mehmet Harmancı, Oda Yayınları: İstanbul
Taner, Haldun. (1995) Çok Güzelsin Gitme Dur. Bilgi Yayınevi: Ankara.
Sorry, there were no replies found.