EINSTAND NE DEMEK NEMEÇEK?
-
EINSTAND NE DEMEK NEMEÇEK?
EINSTAND NE DEMEK NEMEÇEK?*
Makale Yazarı: Şiirsel Taş
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Nisan / Haziran 2010, 2. sayıda yayımlanmıştır.
Pal Sokağı Çocukları, #Budapeşte doğumlu Ferenc Molnár’ın ilk kez 1907 yılında yayımlanan eseri ve yazarın bütün dünyada en fazla tanınan kitabıdır. Öyle ki, Molnár’ın yazar kimliği, Macar edebiyatı içinde olmasa bile dünya edebiyatındaki konumu itibariyle bu eserin gölgesinde kalmış ve pek çok okur için Molnár, romanın bir çocuk edebiyatı klasiği haline gelmesi nedeniyle, çocuk edebiyatı yazarı olarak algılanmıştır. Budapeşte’de yoksul bir semt olan #Józsefváros’ta yaşayan bir grup çocuğu ve onların biricik yaşam alanı olan #Arsa için verdikleri mücadeleyi anlatan roman, #Nemeçek ve #Boka karakterleriyle Molnár’dan daha fazla tanınır hale gelmiştir. Öte yandan yazar, Pal Sokağı Çocukları’yla ortak bir kaderi paylaşmıştır. Çocukların Arsayı erişkinlerin dünyasına terk etmesinden yıllar sonra, 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Molnár, Nazilerin Macar Yahudilerine zulmünden kaçarak önce İsviçre’ye, ardından ABD’ye göç etmiş, yaşamının sonuna kadar Macaristan’dan uzak kalmıştır. (1)
Macaristan’da yirminci yüzyılın başlarında alevlenen halk edebiyatı-kent edebiyatı tartışması, “ulusal karakterden yoksun kozmopolit Yahudi halkı” edebiyatı ile “gerçek Macarlar”ın ürünü olan edebiyat arasında sahte ve yapay bir ayrım yaratmış ve bu ayrım, kodlanmış anti-semitizmin üzerini örtmek için kullanılmıştır. Hızlı asimilasyona rağmen, giderek güçlenen #antisemitizm dalgası Yahudi yazarların tepki göstermesine yol açmış, ahlak kurallarını hiçe sayan asimilasyona karşı ikili kimliğin benimsenmesi yönünde, Yahudi halkını dayanışmaya çağıran güçlü sesler çıkmaya başlamıştır. (2) Bu çağrının, Molnár’ın romanında, idealize edilmiş çocuk karakterler üzerindeki etkisi yoğun biçimde hissedilir ya da başka türlü söyleyecek olursak, Molnár’ın Pal Sokağı Çocukları, birlik, beraberlik ve dayanışmaya davet eden bu çağrının bir parçası haline gelmiş gibidir.
I. Dünya Savaşı sonrası yaşanan hayal kırıklığını ve askeri liderlere duyulan güven yitimini de kanıt göstererek, Molnár’ın romanının savaş karşıtı bir söylem tutturduğunu düşünenler olmakla birlikte, (3) bu yorum, yazarın romanı kurgularkenki hedeflerini açıklamaktan çok, yorumu yapanların romanı tarihi arka plandaki algılayışı ile ilgilidir. Aksi takdirde, anakronistik bir açmazla karşılaşılacaktır; zira Molnár romanı I. Dünya Savaşı’ndan önce yazmıştır. 1920’lerin başında okurlar, romanda antimilitarist bir öz yakalamış olsalar bile bu, Molnár’ın savaş sonrası yaşanacak hayal kırıklığını önceden sezmiş olduğunu göstermez. Kaldı ki romanın sonunda, savaş sonrası #hayalkırıklığı ile özdeşleştirilen “gerçekle yüzleşme”yi saymazsak, Molnár, Pal Sokağı Çocukları’nın ağzından gayet #militarist bir söylem tutturur. Yazarın savaşla ilgili hayal kırıklığını, 1914-1915 yıllarında Galiçya cephesinde savaş muhabiri olarak görev yaptığı sırada yaşadığı varsayımından yola çıkmak daha akla yakın gözükmektedir. (4)
“Arsa… Ey dağlarda, ovalarda yaşayan, bir adımda ucu bucağı görünmez tarlalara ulaşabilen güçlü, kuvvetli, sağlıklı çocuklar! Siz ki, güzelim mavi göğün altında yaşamaya, sonsuz uzaklıklara alışkınsınız. Siz ki, koca apartman blokları arasında sıkışık yaşamak zorunda değilsiniz. Büyük kent çocuğu için, boş bir arsa ne demektir bilebilir misiniz? O çocuklar için arsa, ova demek, kır demek, #bozkır demektir. Çürük tahta perdelerle, göklere yükselen apartmanlarla sınırlanmış küçücük bir toprak parçası, o çocuklar için sonsuzluk ve özgürlük demektir. Pal Sokağı’ndaki o Arsada bugün dört katlı bir apartman yükselmektedir. O Arsa, vaktiyle bir sürü çocuk için mutluluk demekti” (s. 22). (5)
Saydam Kahraman Nemeçek
Arsayı mesken tutan Pal Sokağı Çocukları ile #BotanikBahçesi’nde karargâh kuran Kızıl Gömlekliler arasındaki mücadeleyi anlatan roman çift kahramanlıdır aslında: Pal Sokağı çocuklarının lideri olan ve yiğitliği, sağduyusu, vicdanıyla kahramanlaşan #Boka ve “saydam kahraman” Nemeçek. #Moretti, çocuk edebiyatındaki “acıklı edebiyat” örneklerini incelediği yazısında Çocuk Kalbi, Pal Sokağı Çocukları ve Misunderstood (Yanlış Anlaşılan Çocuk) adlı kitapları hem başkahramanları hem de ideal okurları “#oğlançocukları” olan metinler şeklinde tanımlar. (6) Hatta başlangıçta arkadaşlarına ihanet edip Kızıl Gömleklilerin tarafına geçse de, daha sonra, ait olduğunu düşündüğü/ hissettiği Pal Sokağı çocuklarının arasına dönen ve affedilen #Gereb bile bir yan kahraman olarak ele alınabilir. Gereb sonradan nedamet getirerek günahlarından arınır ve tekrar sempatimizi kazanr. Gereb’in hikâyesi, romansal dünyanın ahlaki esnekliğini ve uzlaşmanın avantajlarını göstermek için ideal bir örnek olabilirdi. Ama Molnár’ın Gereb’i romanın başkahramanı yapmaması ve onu hikâyenin olay örgüsünde, sanki olası bir #anlatımodeli olarak düşünmüş de sonra reddetmiş gibi tali bir damar olarak bırakması semptomatiktir.
Buharlı bıçkı makinesinin bulunduğu baraka ile odun istiflerinin sıralandığı Arsa, Pal Sokağı Çocuklarının kendilerine yarattıkları bir alternatif dünyadır ve bu alternatif dünyadaki yaşamın adı “#oyun”dur. Değerlerin oluştuğu ve çatıştığı alan okul değil, oyundur. Oyun –iki #çete arasındaki savaş– oğlan çocuğunun hayatındaki en “özgür” ve en “mahrem” şeydir; burada kuralların, sadakatlerin, şövalyelik adabının öyle sahici bir yeri vardır ki oyun insan davranışının tek hakiki ölçütü haline gelir.
Nemeçek ise bu alternatif dünyanın fark edilmeyen, hissedilmeyen, görülmeyen “saydam kahramanı”dır. “Aslında çocukların gözünde Nemeçek ha var ha yoktu. Aritmetikte sıfır gibi bir şeydi yani. Hiç kimse üzerinde durmazdı Nemeçek’in. Önemsiz, sıska, küçük bir oğlandı işte, hepsi o kadar… Bütün bunlardan ötürü, kurbanlık koyundan farkı yoktu” (s. 17). Arsadaki oyunda her kalenin bir komutanı vardır; her çocuk rütbeli subaydır. Buna karşılık, ordunun yüzbaşıları, üsteğmenleri ve teğmenlerinin emir verebileceği tek kişi, rütbesiz er Nemeçek’tir. “Saydam kahraman”, bir keresinde sonu gelmeyen acemi erliğine itiraz edecek olur: “Burada, rütbesiz kalan tek görevli benim. Yüzbaşım, haksızlık olmuyor mu bu? Birliğimiz kurulduğundan bu yana herkes subaylığa yükseldi. Bir ben böyle acemi er kaldım, önüne gelen bana buyuruyor… Her iş benden bekleniyor…” (s. 35). Ancak, Nemeçek de rütbe alırsa geriye rütbesiz olarak sadece #BekçiYano’nun köpeği #Hektor kalacağı için acemi erin talebi ertelenir.
Boka ile Nemeçek arasındaki ilişki de bu iki karakterin özellikleri bağlamında farklı biçimlerde tanımlanabilir: Mükemmel bir ast-üst ilişkisi, sevecen bir ağabey kardeş ilişkisi, büyüğüne hayranlık duyan korunmaya muhtaç çocukla küçüğünü koruyup kollayan büyüğün ilişkisi. Boka erktir, Nemeçek ise #saflık; #erk Boka’da, saflık ise Nemeçek’te idealize edilmiştir. “Nemeçek severek boyun eğerdi hepsine. Kayıtsız şartsız boyun eğmek kimi çocukların hoşuna gider. Ama çocuklar çoğunlukla buyruk vermeyi sever. Eh, işte böyledir insanlar. Bunun içindir ki, Arsadaki çocukların tümü subayken, yalnızca Nemeçek acemi erdi içlerinde” (s. 25).
Boka’nın yalnız Nemeçek’le değil, kendisine tabi olan bütün çocuklarla kurduğu ilişki (başlangıçta Gereb bunun dışında kalsa bile) güvene dayalı mutlak bir bağlılık, koşulsuz bir itaat üzerinde şekillenir. Boka cesaret, akıl yürütme, vicdan sahibi olma gibi pek çok olumlu özelliği toplar kendinde. Buna karşılık Boka karakterinde, “iyi lider olma” özelliğinin bir yandan beslediği öte yandan kamufle ettiği örtülü bir narsisizmin izlerine rastlarız. “Boka, şu anda, her şeyin kendisine bağlı olduğunu içinde duyuyordu. Şu küçük topluluğun mutluluğu ve geleceği onun ellerindeydi. O neşe içinde geçen öğle sonraları, çeşitli oyunlar, eğlence, hepsi hepsi ona bağlıydı. Böylesine yiğitçe bir görevi üzerine aldığı için de gurur duyuyordu” (s. 121).
Bu narsisizmin bir diğer işaretini, Boka’nın kendine özdeşleşme nesnesi olarak seçtiği tarihi kişilikte buluruz: “Kesin sonucu doğuracak büyük bir savaştan önce komutanlar ne duyarsa, Boka da aynı duygular içindeydi. Büyük savaş adamı #Napolyon’u düşündü… Sonra, gelecek günlerin neler getireceğini hayal etmeye çalıştı. Neler olacaktı acaba ilerde? Yarınlar kendisine ne getirecekti? Gerçekten asker olup, üniforması sırtında, ordulara mı komuta edecekti? Uzaklarda bir yerde, gerçek bir savaş alanında, şimdiki gibi küçücük bir toprak parçasını değil de anayurt dediğimiz o büyük, o paha biçilmez toprakları mı savunacaktı? Yoksa her gün hastalıklarla savaşan, hastalıklara karşı ağır ve zor bir savaşa girmiş bir doktor mu olacaktı günün birinde?” (s. 121) “Boka Arsanın tam ortasında durmuş, ordusunu kıvançla selamlıyordu. Büyük komutan Napolyon aklına takılmıştı yine. Onu da sadık erleri böyle sevmişlerdi, tıpkı şu çocukların kendisini sevdikleri gibi…” (s. 126)
Ancak bu #narsisizm, çift taraflı bir memnuniyetle serpilip gelişir. Boka, diktasını ilan etmez; çocuklar tarafından başkan seçilir, içlerinde “erkek” olmaya, dolayısıyla “erk” sahibi olmaya en yakın kişidir. Eril dille yazılmış romanın (romanda neredeyse esamisi okunmayan kadın karakterler, Gereb’in mektubunu getiren #Mari ve Nemeçek’in annesinden ibarettir), en egemen karakteridir. Bu eril dilin içinde çocuk Nemeçek, Boka’nın karşısında henüz “erk” sahibi “erkek” kimliğiyle tanımlayamayacağımız kadar nötr bir figürdür.
Narsisizme Karşı #Nihilizm
Molnár’ın anlatıcı kimliğiyle söze karışıp belirttiği gibi, çocukların çoğunlukla buyruk vermekten hoşlanmalarına –dolayısıyla buyruk almaktan hoşlanmamalarına– rağmen, hiç kimse başkanın hükmedici özelliğinden yakınmaz; herkes Boka’nın örtülü narsisizmini, liderin doğal yapısal gerçeği olarak kabul eder, benimser. Bütün bunlar, Boka’nın ergenlik çağında dönüşüm geçiren, şekillenen kişilik yapısından mı kaynaklanır, yoksa kendisine atfedilen konum gereği sergilemesi kaçınılmaz olan davranış modelinden mi? Belki de her iki durum birbirini besler. “Şimdilik ‘#Başkan’ unvanımı kullanmayacağımı sizlere açıklarım. Çünkü, bu unvan yalnız barış zamanları için uygundur. Bizler şu sırada savaş içindeyiz. Bu yüzden ‘#General’ rütbesini kullanacağım” der Boka savaşa hazırlandıkları sırada (s. 138). Pal Sokağı çocukları ise şöyle düşünür: “Şu Boka yok mu? Ne de olsa akıllı çocuk. General olmaya en çok yakışanımız odur, en değerlimiz de o…” (s. 144)
Molnár, Pal Sokağı Çocukları’nda birey olarak çocukların kimliklerini az çok siler (ve bunu Boka’nın eliyle yapar). Pal Sokağı Çocukları bir topluluk kimliğiyle çıkar karşımıza; çocukların bütün edimleri o topluluğun bütünlüğünü güvence altına almaya, bu bütünlüğü simgeleyen, varlığına zemin hazırlayan Arsayı ne pahasına olursa olsun korumaya yöneliktir. #Kolnay ile #Barabas arasındaki sürtüşme karşısında Boka şöyle der: “Barışın hemen, yoksa ikinizi de kovarım buradan. Birbirimizle iyi geçinelim ki iyi savaşalım…” Bireyler gibi, bireysel anlaşmazlıkların da bir önemi yoktur bu zeminde.
Nemeçek’in #savaşplanı açıklandığı ve savaş hazırlıklarına girişildiği sırada takındığı tutum, bu küçük çocuğun kendini birey olarak değil, ait olduğu topluluğun içinde acı çekme pahasına eriyerek var edebildiğini gösterir. Boka, gösterdiği cesaretin ve Kızıl Gömlekliler ile ilgili verdiği istihbaratın ödülü olarak Nemeçek’i emir subayı atar. Oysa diğer çocuklar (#MacunToplayanlarDerneği’nin üyeleri), derneğin son toplantısında, kaçarcasına toplantıyı terk eden Nemeçek’i hain ilan etmiş, adını küçük harflerle Kara Defter’e yazmışlardır ve bu, olabilecek en büyük aşağılanmadır. Çocuklar, durumdan haberdar olmayan Boka’nın, ihanetle suçlanan, küçük düşmüş Nemeçek’i emir subayı olarak atamasını içlerine sindiremezler. Ancak aralarından yükselen itiraz sesleri Boka tarafından savaş divanına gönderilme tehdidiyle bastırılır. Nemeçek’in, Macun Toplayanlar Derneği’nin toplantısından apar topar ayrılmasının nedeni, komutanına acilen, aralarındaki gerçek hain Gereb ile ilgili bir haberi ulaştırmak zorunda olmasıdır. Ancak yaklaşan savaş nedeniyle Boka, Nemeçek’in iade-i itibar sürecini erteler. Nemeçek hiç itiraz etmez, sineye çeker, bütünün karşısında kendi tekil hiçliğini bir kez daha kabul eder. “Er Nemeçek, esas duruşa geçip sert bir selam çaktı. Şu anda dokunsalar ağlayacaktı neredeyse, öylesine kederliydi. Savaş yüzünden, üzerine titrediği kendi onur sorunu ertelenmiş oluyordu. Ama, yine de, duyduğu acıyı içine atmasını bildi, tam bir asker gibi davrandı” (s. 120).
Molnár bu noktada, “gerçekten ihanet eden Gereb” ile “iftiraya kurban giden Nemeçek” arasındaki farklılığı daha da belirgin kılmak için, günah keçisine dönüştürdüğü Nemeçek’in, okurun gözünde iyiden iyiye mağdur duruma düşmesine izin verir. Çünkü roman boyunca mağduriyeti arttıkça, haksız yere yediği hain damgasının ağırlığı altında giderek daha fazla ezildikçe ve hastalığı ilerledikçe Nemeçek okurun gözünde daha fazla yücelir. Nemeçek’i öldüren “birincisi bir rastlantı sonucu, ikincisi onuru uğruna, üçüncüsü de durum öyle gerektirdiği ve zorunlu olduğu için” üç kez soğuk suya dalması ve giderek ağırlaşan zatürreeye rağmen son gücünü savaş alanında tüketmesidir. Öte yandan, hiç hak etmediği halde hain damgası vurulması da yer bitirir Nemeçek’i; sanki zatürreenin değil, edebiyatta pek sık bir arada kullanılan elem-verem ikilisinin pençesinde eriyip gider Nemeçek. Nitekim Macun Toplayanlar Derneği’nin üyeleri, iade-i itibar için Nemeçek’i ölüm döşeğinde ziyarete geldiklerinde iş işten geçmiştir; Nemeçek onurlandırıldığını göremeden ölür. İşte bu, mağduriyetin son noktasıdır. Molnár’ın Nemeçek’i yüceltmesi öyle bir noktaya varır ki, sonunda yüzbaşılığa terfi etmiş olan acemi er neredeyse, başının üzerinde halesiyle saf bir ruh olarak gökyüzüne yükselen Aziz Nemeçek’e dönüşür. Sarı saçları, bembeyaz hastalıklı yüzü, incecik narin bedeniyle Nemeçek’in görüntüsü, Antoine de Saint-Exupéry’nin #KüçükPrens’ine ne kadar da benzer. Küçük Prens’in boynundaki #beyazatkı, Nemeçek’in boynunda kırmızı bir atkıya dönüşmüştür. Küçük Prens’in “gül”ü, Nemeçek’in “Arsa”sıdır. Üstelik, Boka ile Nemeçek arasındaki bağ, Exupéry’nin romanında Küçük Prens ile pilot arasındaki ilişkiyi fazlasıyla anımsatır.
Nemeçek’in hem #savaşkahramanı haline gelmesi hem de erki simgeleyen Boka’nın karşısında sivrilerek, akılda kalan ana karaktere dönüşmesinin nedeni saydam kahramanlığında yatar. Pal Sokağı Çocukları içinde kendini tam bir nihilizmle bütünün içinde eritebilen tek karakter Nemeçek’tir. Moretti, Nemeçek de dahil “acıklı” edebiyatın bu biçare kahramanlarının asıl suçunun “#kibirlisessizlik” olduğunu söyler. “Kahraman hikâyenin dönüm noktalarından birinde suskun kalmaktadır: daha doğrusu, o ânı belirleyici kılan tam da onların suskunluğudur.” (9) Moretti burada “#suç”u kahramanın değerlerle çatışan bir eylemde bulunması anlamında değil, tersine, savunduğu değerlere bağlı kalma adına kendi sonunu hazırlaması, kendi varlığına karşı işlediği suç anlamında kullanır. Tıpkı, Gereb’in babasıyla yüzleşen Nemeçek’in, oğlunun gerçekten hain olup olmadığını soran baba karşısında suskun kaldığı, daha doğrusu kendini yalancı çıkarmak pahasına, Gereb’i korumak için onun hain olmadığını söylediği anda kendine karşı işlediği suç gibi. Oğlunun aklanmasından memnun olan baba, artık gönül rahatlığıyla Nemeçek’i karalayabilir: “Suratından akıyor alçaklık. Vicdansız bir çocuk anlaşılan” (s. 133).
Gerçek Savaş / Savaş Oyunu
Her şey bir sözcükle başlar: #Einstand . “Bunu anlamak için einstand’ın ne olduğunu bilmek lazım. Bu Budapeşte çocuklarının çok sevdiği #argo bir kelimeydi. Eğer güçlü ve yapılı bir oğlan çevresinde kendinden daha zayıf çocukların bilya attığını, top oynadığını görürse ve onların oynadığı şeylere el koymak isterse einstand demesi yeterliydi. Kulağa hiç hoş gelmeyen bu Almanca kelime, güçlü olanın bilyaları savaş ganimeti olarak gördüğünü, kavgaya hazır olduğunu ve buna karşı direnenin ise dayak yemeyi göze aldığını anlatırdı. Yani einstand bir tür savaş ilânıydı. Ama aynı zamanda, olağanüstü durum, sıkıyönetim, kuşatma, birine karşı güç kullanma, dayak atma, korsanlık yapma gibi birçok kavramın da kısa ama özlü ifadesiydi.”10
Kızıl Gömleklilerden Pastor Kardeşler, Nemeçek’in bilyalarına einstand yaparlar (el koyarlar). Bir sonraki aşama Arsaya einstand yapılmasıdır. Ancak Arsa, Pal Sokağı çocuklarının Kızıl Gömleklilere öylece bırakabilecekleri bir şey değildir. Zorbalığa karşı onurlu bir mücadeleye girişme kararı verirler. Diğer cephede de bir onur inşası söz konusudur; #FerençAtş komutasındaki Kızıl Gömlekliler için oyunun asıl ödülü Pal Sokağı’ndaki arsayı ele geçirmek değil, –düello etiğinin gerektirdiği gibi– cesaretini (başta kendine) ispatlamak, ideallerine sonuna kadar sadık biri olabilmek, gerçek anlamda “büyüyebilmek”tir. (11)
Molnár’ın romanındaki en çarpıcı noktalardan biri, “gerçek savaş” ile “savaş oyunu”nun karmaşık ilişkisidir. Çocuk için oyun bir yönüyle yaşamın provası, diğer yönüyle yaşamın kendisidir. Bu bağlamda, Pal Sokağı Çocukları’nda savaş sözcüğünün geçtiği ifadeler “gerçek savaş” ile “savaş oyunu” arasında bir sarkaç gibi gelip gider. Yazar, savaş kavramındaki bu salınımı kimi zaman çocukların ağzından dile getirir, kimi zaman anlatıcı kimliğiyle kendi söze karışır: “Savaşa katılan erler de bu duyguyu taşırlar içlerinde: düşman görülmedikçe en küçük şey bile korku verir onlara, ama ilk mermi kulaklarının dibinden geçsin hele, birdenbire yüreklenir, ölüme koştuklarını bile unuturlar” (s. 54). “Burçların siperlerin tepelerinde kıvırcık kafalar, dört açılmış gözler! Gerçek bir savaşa az kala, o savaşa katılacak erlerin tıpkı böyle baktığını, nice zeki ve ciddi savaş muhabirinin kaleminden okumuşsunuzdur. Şu anda, siperlerdeki çocuklar da aynı hava içindeydiler” (s. 120). “Gerçek savaşları izlemiş olan savaş muhabirleri, en büyük tehlikenin karışıklıktan doğduğunu yazarlar. Savaş alanlarına hükmetmiş komutanlar, toptan tüfekten korkmamış, ama en önemsiz bir şaşkınlığın büyük karışıklık doğuracağını düşünerek, kuşkulu saatler geçirmişlerdir. Toplarla, tüfeklerle silahlanmış gerçek bir ordu bile karışıklık sonucu şaşkına dönerken, askercilik oynar gibi dövüşmeye kalkışmış birkaç kırmızı gömlekli çocuk mu karşı duracaktı bu kurala?” (s. 167).
Kimi Ölür, Kimi Büyür
Kızıl Gömleklilerin Arsaya saldırmak üzere olduğunu öğrenen Boka ise şöyle der: “Bugünden başlayarak sıkıyönetim ilan ediyorum. Herkes, üstlerinin buyruklarına kayıtsız şartsız uyacaktır. Tüm subaylar da bana uyacaklar. #Savaş bu, #çocukoyuncağı değil!” Ergenlik çağı, bir yüzü çocukluğa, diğer yüzü erişkinliğe dönük karmaşık bir süreçtir ve tam da bu yüzden hüznün gölgesindedir… #Ergenlik #hüzün demektir. Giden ve bir daha geri gelmeyecek olanın hüznü. Giden çocukluktur, biseksüalitedir, anne babayla kurulmuş olan o yoğun bağdır. Gidenlerin yasını tutmak gerekir. Ergenlik bir yas sürecidir ve “mutlu ergen yoktur.” (12) Boka’nın sıkıyönetime, kayıtsız şartsız itaate ve savaşın çocuk oyuncağı olmadığına dair sözleri, on dört yaşındaki bu ergenin yetişkin yüzünün sesidir. Ancak komutanın, çoğu kendinden küçük olan bir çocuk-ergen grubuna seslenişindeki bu sert tonlama, onun vicdan sahibi, adil ve dürüst kimliği kadar ve hatta bundan daha da çok, ergenliğinin çocuk yüzünün etkisiyle yumuşayıverir. “Kızıl Gömlekliler güçlü ve bizden üstündürler. Kıran kırana çarpışma olacak. Kimseyi zorla savaşa sürüklemek niyetinde değilim. Onun için şimdiden açıklıyorum: Savaşa katılmak istemeyenler ellerini kaldırsınlar.” (s. 110) Moretti, bu romandaki kolektif ideallerin, Vatan’ın başındaki otoriteler borazanı öttürünce koşulması gereken birer vazife değil, bir seçim meselesi olduğunu söyler. (13) Bununla birlikte, bu seçim hakkını tanıyan Boka’dır ve generalin “savaş, çocuk oyunu değildir” derken “gerçek savaş” tarafına savurduğu sarkaç, aynı hızla “savaş oyunu” tarafına geri döner. Çünkü gerçek savaşta hiçbir komutan, emri altındakilere seçme hakkı tanımaz. Yine de, Nemeçek’te gördüğümüz idealize edilmiş saf ve masum çocukluk, Boka’da yerini ağırlıklı olarak ergenliğin idealize edilmiş erişkin yüzüne bırakır.
Ergenlik (adolesans) terimi 1900’lü yıllarda kullanılmaya başlanmış; psikanaliz, psikoloji, kriminoloji, pedagoji, sosyoloji ve edebiyat, bu yaşam döneminin tanımlanmasına katkıda bulunmuştur. Savaşın bir macera ya da dürüstçe oynanan mertlik oyunu şeklinde idealize edilmesi, edebiyatta eril ergen kimliğinin düzenlenmesinde başlıca yol olarak kullanılmıştır. Savaş öncesi dönemde Avrupa’nın güçlü toplumlarında, zorunlu askerlik, erkekliğe adım atmada etkili bir çıraklık aşaması olarak değerlendiriliyordu. Ergen okurlara yönelik “#vatanseverlikedebiyatı” ise savaşa zihinsel bir ön hazırlık sağlamanın yanı sıra, okuyan toplumun çoğunluğunda savaş beklentisinin bir hevese dönüşmesini körüklüyordu. Gençliğin, özellikle de genç erkeklerin entelektüel “aşırı eğitim”den azat edilmesi, onlara “sağlıklı” ve “normal” gelişimleri için gereken zaman ve ortamın tanınması, 19. yüzyılda hâkim olan “yenilikçi” özdenetim ve içgüdüleri baskılama sürecinin rahatlatılması gerekiyordu. Bununla birlikte, gençliğe tanınan bu yeni bağımsızlık elbette ki saygın örgütlenmelere yönlendirilmeliydi. Bu dönemde eril saflıktan yola çıkan yeni geleneksel hareket –örneğin, izciler– ordunun düzenli ve hiyerarşik değerler sistemine geri dönmeyi sağlayarak, “çöken” modernizm ve “dejenerasyon”un karşısına çıkarılmıştır. (14)
Molnár’ın aynı dönemde yazmış olduğu Pal Sokağı Çocukları’nda da savaş, o yıllarda etkisini gösteren “vatanseverlik edebiyatı”nı olumlarcasına, arkadan vurmaya izin vermeyen, dürüstçe oynanan bir savaş oyunu şeklinde idealize edilmiştir. Pal Sokağı Çocukları’nın, modern anlamda ergen çeteleriyle ilgili yayımlanmış ilk roman olduğu ve “#çeteiçgüdüsü”nü baskılamaktan, anlamaya ve manipüle etmeye doğru değişen ıslaha yönelik yaklaşımlara önemli katkısı olduğu düşünülebilir. (15) Savaş stratejisinin ve savaşın gidişatının uzun uzun betimlendiği sayfalarda okur “gerçek savaş”/”savaş oyunu” ikileminin yaşandığı iki farklı sahne arasında gelgit yaşar. Kaldı ki, yaşam mücadelesi perspektifinden bakıldığında bu çatışma, iki ergen çetesinin arasında geçen alelade bir kavga olarak değil, “gerçek bir savaş” olarak da düşünülebilir. Çünkü Pal Sokağı’ndaki Arsa, “çocukların oyun/yaşam alanı”dır. Arsa, çocukların kendilerini eğleyebilecekleri keyfe keder seçeneklerden biri değil, çocukların çocukluklarını yaşayabilecekleri “varlığı zorunlu ve yaşamsal tek alan”dır. Kızıl Gömleklilerin lideri Ferenç Atş, en yalın ifadeyle şöyle dile getirir bu gerçeği: “Bizim amacımız, bir oyun yerine sahip olmak. Burada oyun oynanmıyor ki. Bizim sokakta hep bir oyun yeri için savaşılır öteden beri. Bir oyun yeri gerekli bize… İşte o kadar…” (s. 58)
Pal Sokağı Çocukları ’nda, çocukların yaşadıkları psikolojik deneyimler, erkek çocuklarını hedef alan daha önceki kitaplardan farklı olarak, dini ya da salt ahlaki değil, varoluşsaldır. (16)
Arsanın Pal Sokağı Çocukları için taşıdığı değer, yazarın kullandığı metafor üzerinden okuru da bir anlam kaymasının esiri olmaya doğru sürükler. “Şu bir karış toprak parçasına duydukları sevgi gözlerinde ışıyordu. Bütün güçleriyle savaşmaya hazırlardı. Arsaya duydukları sevginin yurt sevgisinden farkı yoktu” (s. 37). Zihnimizde beliren yeni imge, “arsa”nın sözlükteki karşılığına öylesine baskın çıkar ki, romanın sonunda Arsanın gerçek anlamına uygun düşen akıbetini kabullenmek, Nemeçek’in ölümünü kabullenmek kadar zor gelir. Oysa arsa en basit anlamıyla, “kent ve kasabalarda üzerine yapı kurmak için ayrılmış, kent yönetiminin sunduğu hizmetlerden yararlanabilecek nitelikte toprak parçası”dır (17), çocuklara ayrılmış oyun alanı değil. “Gerçek savaşların nedeni hangi temele dayanıyorsa, Kızıl Gömleklilerin savaşı da aynı temele dayanıyordu. Günümüz politikacılarının ağzıyla buna ‘hayat alanı’ dendiğini bilirsiniz. Kızıl Gömleklilere top oynamak için bir alan gerekliydi; bu alanı başka yoldan elde edemeyecekleri için savaş açıyorlardı” (s. 59). Ancak romanın sonunda Boka’nın da fark ettiği gibi, çocukların, ne yaparlarsa yapsınlar kendi iradelerinden ve sınırlı olanaklarından daha güçlü olan “üstün ve doğal sahiplenmenin yıldırıcı gücü”ne karşı direnmeleri olanaksızdır. (18) Kendine özgü hiyerarşisi olan alternatif bir dünya yaratmanın peşinde olan çocuklar başlangıçta, “asıl” dünyanın kendine göre bir rasyonelliğinin olduğunu kabul ederler belki ama dünyanın nabzının evrensel ve nesnel bir rasyonellikle attığını ve bunun karşısında itiraz ve taleplerde bulunmanın aptallık ya da intihar anlamına geldiğini kabul etmezler. (19) Oysa ki o alternatif dünya, asıl dünyanın içindedir zaten; dolayısıyla bir yanılsamadan başka bir şey değildir. İşte romanın sonunda Boka’yı büyüten, yaşadığı bu kabullenme sürecidir; büyüme şansını yitiren Nemeçek ise ölümüyle ve en çok da ölümünün boşuna olmasıyla Boka’nın büyümesine yardım eder.
“Acıklı” Edebiyatta Acının Kökeni
Molnár’ın romanında, savaşa hazırlık ve düğümün çözüldüğü çarpışma anları da dahil olayların büyük bölümü, kurgunun mekânsal altyapısını oluşturan Arsada geçer. Daha geri planda olmakla birlikte çocukları okuldaki sınıflarında, Kızıl Gömleklilerin karargâhı olan Botanik Bahçesi’nde de görürüz. Savaştan sonraysa mekânsal odak noktası Arsadan uzaklaşıp Nemeçek’in hasta yatağına taşınır. Nemeçek ölüme çeyrek kala sanrılarla boğuşmaya başlar. Hayali bir savaş meydanında çarpışmakta, Macun Toplayanlar Derneği tarafından uğradığı haksızlığa karşı isyan etmektedir. Nemeçek, öleceğini bildiğini söyleyince, Boka geçiştirmek için “Saçma” karşılığını verir. Uğradığı haksızlık nedeniyle onur ve dürüstlük konusundaki hassasiyeti giderek artan Nemeçek’in, yalan söylediğinin ima edilmesine dahi tahammülü yoktur. “Size söz veriyorum. Öleceğim.”
Ateşli sayıklamalarla geçen dakikalar, Nemeçek’in ailesine de daha yakın olduğumuz anlardır. Doktorun, kaçınılmaz sonun yakın olduğuna ve hali vakti yerinde olmayan ailenin cenaze masraflarını karşılayabilmek için hazırlıklı olması gerektiğine dair üstü kapalı uyarısıyla şaşkına dönen terzi baba, Nemeçek son nefesini verene kadar, bilincini ölüm gerçeğinden olabildiğince uzak tutmak istercesine mekanik hareketlerle elindeki işe verir kendini. Anneyse elinden bir şey gelmemesinin çaresizliğiyle acı içinde çırpınır durur. Peki ya Nemeçek’in dostları, Pal Sokağı çocukları “Çocuklar, durup kuşları seyrettiler. Hiçbir şeyin farkında değillerdi sanki. Arkadaşlarının öldüğünü biliyor, ama derinliğine kavrayamıyorlardı. Yaşamları boyunca ilk kez karşılaştıkları bu anlaşılmaz, yabancı olay karşısında, birbirlerine şaşkınlıkla bakıyorlardı” (s. 211).
Nemeçek’in ölümünün ardından Boka, Arsadan ne kadar kaçıp uzaklaşmaya çalışırsa çalışsın, kendisine acı veren bir duyguyla o yöne doğru çekildiğinin farkına varır. “Nemeçek’in o koca Ferenç Atş’ı, tıpkı Davud Peygamberin Calut’u yendiği gibi, alaşağı ettiği yer”e gider. “Toprağın üzerine eğildi, o değerli ayak izlerini aradı. Ayak izleri, tıpkı küçük dostunun şu dünyadan silinip gittiği gibi, silinmişti” (s. 214). Moretti, Pal Sokağı Çocukları’nı da dahil ettiği “acıklı” edebiyatı bir tek şeyle itham eder: Acının kökenini, varlığının müstehcen olduğu yerde, yani insanlar arası ilişkilerde değil, kaçınılmaz olduğu yerde, yani doğada aramakla. Salt doğal sebeplerle gelen ölüm, işte bu yüzden “acıklı” edebiyatın en önemli kalıplarından biridir ve de en büyük yalanı. Burada yalan olan elbette her ölümle gelen o dinmez üzüntünün vurgulanması değil, yegâne meşru adresi insan toplumu olan haksızlık ve kötülüğün ölüme yansıtılmasıdır (genç birinin ölmesi hep “haksızlık” gibi gelir). “Acıklı” edebiyat tüm suçu doğaya atarak toplumun hazin kifayetsizliğini göstermeye ve böylece toplumu aklamaya çalışır, nihai amacı budur. Böylece, başlangıçta bizi acıyla karşı karşıya getirerek kışkırtmış olduğu bilgi potansiyelini tüketir ve inkâr eder. (20)
Ergenlik hüzün demektir. Giden ve bir daha geri gelmeyecek olanın hüznü. Çocukluk gibi… Nemeçek gibi… Arsa gibi… Sonuçta Boka ile birlikte okur da kendini, ölen Nemeçek’in ve üzerine bina inşa edilen Arsanın yasını tutmaktan alıkoyamaz. Nemeçek’in öldüğü an, Moretti’nin ifadesiyle, olgularla değerlerin nihai olarak birbirinden boşandığı, dolayısıyla ereksellik fikriyle nedensellik fikri arasında herhangi bir ilişkinin kalmadığı, bunun sonucunda da “#gözyaşı”nın döküldüğü andır. Ölen kişiyi maksadını gerçekleştiren bir insan olarak görmek mümkün değildir (bu metinlerde ilke olarak intihara yer yoktur); o, kontrolü dışındaki bir nedenler zincirine maruz kalan biridir – yani arzularının icracısı değil, en radikal haliyle “gerçekliğin” kurbanıdır. (21)
#LeoniaJanecka’nın, ölüme hayli yaklaşmış olan Nemeçek’i kucağında taşıyan annesini ve arka planda Pal Sokağı Çocuklarını resmettiği kitap kapağı bir başka görüntüyle örtüşür. I. Dünya Savaşı’nda orduya gönüllü olarak katılan küçük oğlu Peter’ı ve yıllar sonra, II. Dünya Savaşı’nda torunu Peter’ı kurban veren Alman sanatçı Käthe Kollwitz’in Anne ve Ölü Çocuğu adını taşıyan oymabaskısını. (22) Bir farkla ki, Kollwitz’in yapıtında acının ifadesi, çok daha gerçekçi, çok daha kesiftir. Ölü çocuğunun soluk bedenini bacaklarıyla kolları arasına kıstırmış hayvansı, çıplak bir anne gözleriyle, dudaklarıyla, nefesiyle, bir zamanlar rahminde var olmuş ve şimdi de ellerinden kayıp giden yaşamı içine çekip yutmak ister gibidir. (23)
Tıpkı Molnár’ın, Arsaya inşaat yapılacağını öğrenen Boka için yazdığı “bir daha dönmemecesine ülkesinden ayrılıyordu sanki” cümlesiyle, kendi geleceğini öngörmesi gibi, Kollwitz de Anne ve Ölü Çocuğu’ nda kendisini bekleyen acıyı, gerçekleşmesinden yıllar önce Kassandravari bir duyarlılıkla resmetmiştir. Anne ve Ölü Çocuğu sanatçının yaşamış olduğu gerçek acının resmi değil, yaşayacağı acı gerçeğin resmidir. Kollwitz bu oymabaskıyı yaptığında (1903), Molnár henüz Pal Sokağı Çocukları ’nı yazmamıştır; Peter doğduğunda Nemeçek henüz ölmemiştir; Peter öldüğündeyse Arsa çoktan yok olmuştur.
Çünkü bir yerlerde, birilerinin ağzından hep aynı sözcükler dökülür: Einstand ! Yaşamına el koydum!
Kaynaklar:
(1) Ferenc Molnár, Pal Sokağı Çocukları , çev. Tarık Demirkan, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1. basım, 2007, çevirmenin “Dünyanın Bütün Çocukları Pal Sokağı’ndandır!” başlıklı önsözünden, s. 9, age s. 12
(2) Szilvia Peremiczky. “Árpád and Abraham were fellow-countrymen” An outline of Jewish literature in Hungary. Hungarian Studies 2004; 18/2, s. 167
(3) Lóránt Czigány’den aktaran Anssi Halmesvirta, Ferenc Molnár and the Culture of Adolescence. Hungarologische Beiträge 5; 1995, s. 21
(4) Anssi Halmesvirta, Ferenc Molnár and the Culture of Adolescence. Hungarologische Beiträge 5; 1995, s. 21
(5) Pal Sokağı Çocukları ’ndan yapılan alıntılar, aksi belirtilmedikçe, Zeyyat Selimoğlu’nun çevirisindendir (İstanbul: Can Sanat Yayınları, 5. basım, 2007). Bu nedenle, romanda adı geçen isimler, Selimoğlu’nun çevirisine uygun olarak okunduğu gibi yazılmıştır.
(6) Franco Moretti, Mucizevi Göstergeler: Edebi Biçimlerin Sosyolojisi Üzerine, çev. Zeynep Altok, İstanbul: Metis, 2005, s. 192
(7) age s. 212
(8) age s. 201
(9) age s. 203
(10) Tarık Demirkan’ın çevirisi.
(11) Moretti, age s. 201-2
(12) Talat Parman, Ergenlik ya da Merhaba Hüzün , İstanbul: Bağlam Yayınları, 3. basım, 2008, s. 13
(13) Moretti, age s. 201
(14) Anssi Halmesvirta, Ferenc Molnár and the Culture of Adolescence. Hungarologische Beiträge 5; 1995, s. 20
(15) John Neubauer’den aktaran Anssi Halmesvirta, Ferenc Molnár and the Culture of Adolescence. Hungarologische Beiträge 5; 1995, s. 21
(1)6 Anssi Halmesvirta, Ferenc Molnár and the Culture of Adolescence. Hungarologische Beiträge 5; 1995, s. 24
(17) Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük, İstanbul: Can Yayınları, 7. basım, 2008
(18) Anssi Halmesvirta, Ferenc Molnár and the Culture of Adolescence. Hungarologische Beiträge 5; 1995, s. 27
(19) Moretti, age s. 212
(20) Moretti, age s. 217
(21) Moretti, age s. 196-7
(22) Semra Daşçı, Avrupa Resminde Çocuk İmgesi , İstanbul: Bağlam Yayınları, 1. basım, 2008, s. 195.
(23) Rosemary Betterton, “Mother Figures: The Maternal Nude in the Work of Käthe Kollwitz and Paula Modersohn-Becker”, Intimate Distance: Women, Artists and the Body , Routledge Publishing, 1996, s. 42-43.#çocukedebiyatı #Macaryazar #MacarEdebiyatı #Naziler #MacarYahudileri #PalSokağıÇocukları
#KızılMaskeliler #saydamkahraman #alternatifdünya #rütbesizer #kırmızıatkı #acıklıedebiyat
#acınınkökeni #şiirseltaş
Sorry, there were no replies found.