Christine: Devlet Halkına Acımasızca Davranırsa

  • Christine: Devlet Halkına Acımasızca Davranırsa

    Posted by romankahramanlari on 12 Temmuz 2024 at 11:15

    Devlet Halkına Acımasızca Davranırsa*

    Makale Yazarı: Tahir Şilkan

    *Bu makale, ROMAN KAHRAMANLARI Temmuz/Eylül 2016 27. sayıda yayımlanmıştır.

    Stefan Zweig’ın, Türkçeye “Sabırsız Yürek, Merhamet, Acımak, Tehlikeli Merhamet” gibi isimlerle çevrilen tanınmış romanı dışında tamamladığı diğer #roman, Türkçeye Değişim Rüzgârı olarak çevrilen The Post Office Girl’dür. Stefan Zweig’ın tamamladığı ancak hayattayken yayımlamadığı Değişim Rüzgârı, ülkemizde ilk kez 1998 yılında okura sunulmuştur.

    Yarım kalan Clarissa romanı gibi yazılışından ancak 40 yıl sonra yazarın anadili olan Almancada yayımlanabilen #DeğişimRüzgârı, Stefan Zweig’ın 1933 yılından sonra evini ve ülkesini terk etmek zorunda kaldığı sürgün yıllarında yazdığı kitaplardandır.

    Stefan Zweig, Değişim Rüzgârı’nda; savaşın, insanların yaşamında nasıl travmalar yarattığını gösterir. Savaş sonrasında, değişen Avusturya ve Avrupa’da parçalanan hayatları, savaşın her sınıftan insanda yarattığı farklı etkileri, geleceksizliği, sınıfsal çelişkilerin insanların iç dünyalarında yarattığı değişimin sonuçlarını anlatır.

    Değişim Rüzgârı’nda savaşın sonuçlarını, #Christine ile Ferdinand’ın değişen ve kesişen hayatları ekseninde anlatan #StefanZweig, romanda “kendi yaşamına kendi iradesiyle son vermenin insanın yaşamı boyunca sahip olduğu tek özgürlük” olarak nitelemesinin yanı sıra “devlete karşı yapılan hırsızlık” eyleminin felsefi gerekçesini ortaya koyarak özöldürümden başka bir çıkış yolu olduğunu söyler.

    Stefan Zweig, romanında, Avusturya’da bir köy postanesinde tek memur olarak çalışan Christine’nin değişen hayatını anlatır. S. Zweig, Christine’nin ailesi ve gençlik dönemini özetle anlatırken savaşın yarattığı, savaş sonrasında da süren, hayatı insanlar için dayanılmaz kılan yıkım, açlık, yoksulluk ve umutsuzluk günlerini gözler önüne serer. Zweig, roman boyunca savaşın insanların yaşamını nasıl altüst ettiğini, okuyucunun belleğine kalıcı bir biçimde yerleştirmeyi başarır.

    1926 yılında Viyana’ya trenle iki saat uzaklıktaki Klein-Reifling Postanesi’nde çalışan Christine’ye, bir telgraf gelir. Telgrafta Claire ile Anthony, Christine’nin kendileriyle birlikte tatil yapacak olmasından memnun olacaklarını ve onu beklediklerini yazmaktadır. Clara, Christine’nin yıllar önce geçmişte mankenlik yaparken yaşadığı “uygunsuz” bir ilişki nedeniyle para verilerek Amerika’ya göç etmek zorunda bırakılmış teyzesidir. Yıllar geçmiş, evlenmiş, savaş sayesinde çok zengin olmuş ve şimdi kocasıyla İsviçre Alplerindeki çok lüks ve konforlu otelde tatil için Avrupa’ya gelmiştir. Tatilde kendilerine eşlik etmesi için ablası Mary’i davet etmişler ancak kadın kalbinden rahatsızlığını gerekçe göstererek kendi yerine kızının bu on dört günlük tatile çağrılmasını istemiştir.

    Christine, giyimiyle, hareketleriyle, tavrıyla yoksulluğunu yansıtan, henüz 28 yaşında olmasına karşın çalışma koşullarının ağırlığı, yaşlı ve hasta annesine bakmak zorunda ol ması, yaşadığı köy ortamının bıktırıcılığı gibi nedenlerle adeta yaşlı biri gibidir. Annesini yalnız bırakmak istememesine karşın, kendisine ilgi duyan köy öğretmeninin annesi ile ilgileneceğini söylemesi üzerine tatile gider.

    İstasyonda kendini karşılayan otel görevlisi bagaj kuponunu istediği anda dünyası yıkılır, Christine’nin. Öteki arabalara yüklenen timsah derisi, yılan derisi, güderi gibi çok pahalı derilerden yapılmış, çok yeni bavulların yanında elindeki hasır bavuldan duyduğu utanç, otele vardıklarında giydiği kıyafetle doruğa çıkacak, kendisini karşılayan teyzesinin samimi davranışıyla ilk “fırtına” atlatılacaktır.

    Sonrası, masallardaki “Peri kızı”nın değişim hikâyesi gibidir. Teyzesinin kendi gardırobundan verdikleri ve yeni alınan kıyafetler, takılar, otelin kuaförünün becerisi, zaten oldukça güzel ve alımlı olan Christine’nin gerçek bir masal kahramanına dönüşmesini sağlar.

    Birbirinden şık, güzel kıyafetler, uygun takılar, makyaj, vb. sonucunda Christine, oteldeki herkesin ilgi gösterdiği, zengin meslek sahibi erkeklerin dans etmek için sıraya girdiği bir genç kız olacaktır. Değişimi güçlendiren en önemli olgu isminin “ Fraulein von Boolen” olarak değişmiş olmasıdır.

    İsminin soylu bir isimle değişmesi, Christine’ye çok ayrı bir güç verip oteldeki seçkin konukların gözdesi olması (orta yaşlı ünlü bir coğrafya bilgininin evlenme teklifi yapmayı düşünmesi, bir genç mühendisin ilgisi gibi), Christine’nin de bunu benimseyip havalara girmesi, çok geçmeden hedefe konulması sonucunu doğuracak, ismi kullanmaya hakkı olmadığı, bunun gerçek olmadığı söylentisi otelde kulaktan kulağa yayılacak, bunu seslendirenler olacaktır.

    Clarie Teyze, yeğeni hakkında söylentilerin artmasını tehlikeli bulacaktır. Otuz yıl önce ülke yi terk etmesine yol açan ( kocasının bilmediği) skandalın ortaya çıkacağı korkusu ile tatilini bitirmeden otelden ayrılacaklarını yeğenine bildirir. Christine, müthiş bir hayal kırıklığı içerisinde, yaşadığı “düşsel değişimin sihirli gücünü” bir anda yitirecektir. Otelden sabah trenine gitmek üzere ayrılırken geldiği gün giydiği eski kıyafetleri giyince kendisini tanıyamayan resepsiyon görevlisinin sorgusuna muhatap olacaktır.

    Christine, trene bindiği sırada gelen bir telgrafta annesinin ölmek üzere olduğunu haber alacak, köye döndüğünde annesinin gece öldüğünü öğrenecektir.

    İki hafta bile sürmeyen tatilde yaşadıkları Christine’yi değiştirir. Gitmeden önce kendisine olan ilgisini belli bir sempatiyle karşıladığı köy öğretmeniyle asla birlikte olamayacağını görmüştür. Önceden her şeyiyle bütünleştiği postane, köy, yıllardır bir arada olduğu insanlar, Christine’yi bunalttıkça bunaltır. Rüya gibi yaşadığı günler gözünün önünden gitmez. Kahredici yalnızlık, sıkıntılı köy yaşamı, tekdüze işyeri, birbirinin aynı günler ve geceler… Sonunda üçdört hafta geçince, hafta tatilinin başladığı gün alınan bir tren biletiyle Viyana’ya gider Christine.

    Viyana’da hafta sonu yaptıkları Christine’nin o tatilde yaşadıklarının etkisinden kurtulamadığını gösterir. Akşam Viyana’ya varır varmaz küçük bir otele yerleşerek kuaföre gidip değişmek, oteldeki gibi olmak ister. Operaya gider, çıkışta lüks bir otele gidip kendini göstermek ister. Ancak kıyafetlerini böyle bir yerde yemek yemek için uygun bulmaz; erkenden otele gidip yatmak istememektedir; yolda kendisine laf atan, yaklaşan gençle bir bara gider. Barda genç onunla öpüşmek istediği zaman ondan uzaklaşır ve oteline döner.

    Christine, pazar gününe de sıkıntıyla başlar. Viyana’da yaşayan ablası ve eniştesinin evine gider. Ablası, eniştesi ve çocuklarla beraber tramvaya bindiklerinde enişte bir asker arkadaşıyla (Ferdinand) karşılaşır.

    Eniştesi evlerine davet ettiği Ferdinand’la askerde yaşadıkları üzerine sohbete başlar. Ferdinand’ın anlattıkları dehşet vericidir. Dört yıl Sibirya’da yaşamak zorunda kalış, gayriinsani asker sevkiyatları, yırtılan bacak lifleri, kırılan parmaklar, sefalet, sakatlık sonucu meslek sahibi olamama, geleceksizlik, askerden dönüşte devletin ilgisizliği, geçici işlerde çalışma, işsizlik, yoksulluk, yalnızlık, mutsuz bir hayat… Konuşmanın biçimi, Ferdinand’ın üslubundaki hırçınlık, arkadaşıyla hesaplaşmaya yönelen önce gerginleşen sonra dinginleşen bir zaman dilimi yaşanır. Ferdinand, üslubu için özür dileyerek evdekilere veda eder, çıkar.

    Christine köye dönmek için evden çıktığında, Ferdinand’ın kendisini beklediğini görür. Ferdinand ile Christine arasında o gece yaşananlar, beraber geçirilen saatler, trenin kaçması, sonraki trenin de kaçması, ucuz ve pis bir otelde yaşanılan( yaşanamayan) cinsellik, karşılıklı anlattıkları, dostluk, arkadaşlık…

    O günden sonra her pazar Viyana’da buluşma… Yoksulluğun, yetersiz gelirin yarattığı sıkıntılı buluşmalar, borç içinde bir yaşam, sevgili olunma ama birbirlerine sevgi sözcükleri kullanamama, masraf olmasın diye iyi bir yemek dahi yenmeyen buluşmalar, birbirlerine sarılacak, öpüşecek uygun bir mekânın bile olmaması, gerçek bir sevgili ilişkisinin yaşanmaması…

    Buluşmaktan mutlu olunsa da parasızlıktan dolayı yaşanamayan hayat… Christine tren masrafından kurtulmak için Viyana’ya tayininin yapılmasını ister ama talebi uygun bulunmaz. Kahredici köy koşullarında yıllarca aynı biçimde sürecek çalışma yaşamını düşünmek bile kahreder Christine’yi.

    Sonraki günlerin birinde, Christine köyde işinin başındayken birden karşısında Ferdinand’ı görecektir. Ferdinand, Christine’nin köyüne gelmiştir. Şaşırır, korkar Christine, küçücük bir köy… Birlikte görülmelerinin iyi olmayacağını düşünür. Çaresizlik, yoksulluk, aşklarını bile insanca yaşayamamak… Bu koşullarda yaşamımıza son vermek en doğru yol gibi görünüyor, der Ferdinand. Tamam, der Christine ama şimdi olmaz, önce bir gerçek anlamda birlikte olalım, korkmadan, dehşete kapılmadan… Bütün bir gece, birlikte olalım, sonra ölüm kolay…

    Ferdinand’la Christine tabanca kullanarak kendilerini öldürmeyi düşünmelerine karşın bunu gerçekleştiremezler. Çünkü “yaşamdan kaçmak” istediklerini düşünmelerine karşın, her ikisi de yaşamdan kaçmak istemediğini, bunu ikisinin de istemediğini, yalnızca “mahvolan yaşamlarına veda etmek” istediklerini anlarlar. Yaşamdan değil, sefaletten, bu aptal, iğrenç, dayanılmaz ve bir türlü peşlerini bırakmayan sefaletten kurtulmak istemektedirler ve hiçbir çıkış yolu bulamamışlardır.

    Ancak biraz daha düşündüklerinde sondan önce bir çıkış yolu daha olduğunu göreceklerdir. Ferdinand’ın önerisiyle: “Christine’nin çalıştığı postaneyi soymak ve yurt dışına çıkarak çaldıkları parayla yeni bir hayat kurmak…” Postaneyi soyma planını Ferdinand hazırlayacaktır: Başlıklar halinde ve ayrıntılı bir plandır hazırlanan…

    Plan şu başlıklardan oluşmaktadır:
    I. Eylemin Uygulanması
    II. İzlerin Silinmesi
    III. Yurtdışında İzlenecek Yol ve Diğer Planlar
    IV. İşlerin Ters Gitmesi ya da Olayın Ortaya Çıkması Durumunda İzlenecek Yol
    V. Özet ( s.327) Ferdinand, düşündükleri yeni çıkış yolunun felsefi gerekçesi konusunda çok nettir. Bunu, Christine’ye şu sözlerle açıklar:

    “Ahlaki bakımdan en küçük tereddüdüm yok. Devlet bize, bizim kuşağımıza karşı öyle çok suç işledi, öyle acımasız davrandı ki bizim ona her şeyi yapmaya hakkımız var. Ona zarar verebiliriz, hem de istediğimiz kadar zarar verebiliriz; bizler yaralanmış kuşak olan bizler; bizim yaptığımız yalnızca tazminat olarak kalacak. Eğer hırsızlık yapıyorsam, bunu bana kim öğretti, savaş ve devletten başka kim buna beni zorladı? Dürüst, tutumlu ve halkının çıkarlarını düşünen baba devlet yok artık. Devlet bize ahlaksızca davranıyor, bizim de ona ahlaksızca davranmaya hakkımız var. Devlet her bakımdan hak ettiğim malullük emekliliğimi bağlamayı reddediyorsa, o zaman bunu kendim alırım… En küçük bir pişmanlık duymayacağım. Vicdanım çok rahat. Devlet bizim yaşamımızı, sefalet içinde geberip gitmemizi nasıl umursamıyorsa, ben de onu umursamam.” (s.311)

    Ferdinand, planladığı eylemin felsefi gerekçesini açıklamak suretiyle Christine’yi ikna etmek için sözlerini sürdürür:

    “İnsanın yaşamı boyunca sahip olduğu tek özgürlük, hayatına dilediği anda son verebilme özgürlüğüdür. Ancak biz, ikimiz de daha çok genciz ve neyi yok etmek istediğimizi bilmiyoruz. Aslında istemediğimiz ve reddettiğimiz bir yaşamı yok etmek istiyoruz; kim bilir belki de onaylayabileceğimiz bir yaşam vardır. Para olunca her şey değişebilir. Yaşamımızın akışını değiştirebiliriz…” (s.313)

    Romanın sonunda Christine’nin çalıştığı Postaneyi soyup yurt dışına kaçmayı kararlaştırırken hem Ferdinand hem de Christine gerçekçidir. Christine, Ferdinand’ın hazırladığı hırsızlık planını başarılı bulur. Ferdinand, her planda bir eksiklik olabileceğini bu planda da mutlaka düşünemediği bir eksiklik olabileceğini söyler ve planın başarılı olup olamayacağı sorusunu “ bilmiyorum, yalnızca zor olacağını düşünüyorum” diyerek yanıtlar ve devam eder:

    “İnsan kendi yasasına karşı koyunca genellikle başarısız olur, ben burada yasa maddelerini, anayasayı, polisi kastetmiyorum. Bunlarla başa çıkabilir insan. Ancak herkesin içinde kendi yasası var: Kimi yukarıya çıkar, yükselir, kimi aşağıya düşer, alçalır ve yükselmesi gereken yükselir, düşmesi gereken düşer. Ben şimdiye kadar hiçbir şey başaramadım. Sen de hiçbir şey başaramadın, belki de bu bizim ortak yazgımız, birlikte yok olacağız belki de…” (s.337)

    Christine, Ferdinand’a sakin sakin bakarak şöyle der:

    Böylesine açık sözlü olduğun için teşekkür ederim. Eğer bu işten coşkuyla söz etseydin, sana karşı kuşku uyanırdı içimde… Muhtemelen yapacağımız şey boşuna ve hiçbir anlamı yok. Ama bunu yapmamak ve yaşamı olduğu gibi sürdürmek daha anlamsız olurdu. Seninle beraberim, bana güvenebilirsin…”
    “Kesin mi? Vazgeçmek yok bak.”
    “Yok.”
    “O zaman ayın onunda çarşamba günü saat altıda.”
    “Peki.” (s.338)

    Kaynakça
    Stefan Zweig, Değişim Rüzgârı, Can Sanat Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2013.

    romankahramanlari replied 6 months ago 1 Member · 0 Replies
  • 0 Replies

Sorry, there were no replies found.

Reply to: romankahramanlari
Devlet Halkına Acımasızca Davranırsa* Makale Yaza…
Cancel
Your information:

Start of Discussion
0 of 0 replies June 2018
Now