Bir “Poşlast”ın Düş Atlası

  • Bir “Poşlast”ın Düş Atlası

    Posted by admin on 12 Temmuz 2024 at 11:19

    Bir “Poşlast”ın Düş Atlası*

    Makale Yazarı: Zafer Demir

    *Bu makale Roman Kahramanları Ocak / Mart 2016, 25. sayıda yayımlanmıştır. 

    Gogol’ün Ölü Canlar’ı,“seyahat romanıyla, kurnazca planlanmış macera romanı geleneğini” (Günal: 1988:147) son derece sağlam bir olay örgüsü içinde harmanlayan, #mizah ve #hiciv unsurlarının da romanın dokusunda özenle yerini aldığı önemli bir eserdir. Roman bu özellikleriyle, hem çökmekte olan feodaliteye hem de yeniçağın çiçeği burnunda sınıfı burjuvaziye göndermelerle dolu olan Cervantes’in Donkişot adlı romanına benzer. Ancak hemen şunu söyleyelim ki, Gogol’ün Ölü Canlar adlı romanının başkahramanı Çiçikov, “maceracı” yönüyle her ne kadar Donkişot’a benziyor olsa da, temel kişilik özellikleri bakımından Donkişot’u değil, çıkarı gereği ona yoldaşlık eden uyanık yardımcısı Sancho Panza’yı akla getirir. Zaten romanda da Sancho Panza’nın izdüşümüne benzeyen silik bir kopyasıyla, bir başka deyişle Çiçikov’un uşağı Petruşka’yla karşılaşırız. Romanın “#Donkişot”la benzerliğine kanıt olarak araştırmacılar, Gogol’ün romanı yazdığı dönemde Puşkin’e gönderdiği mektuplarda, onun adından birkaç kez söz etmesini de gösterirler. (Günal: 1988) Ölü Canlar’ın aynı zamanda Dante’nin İlahi Komedya’sını andırdığına, Dante’nin bu eserinin düzyazı biçiminde Rus motifleri kullanılarak Gogol’ün ellerinde yeni baştan yaratıldığına, bu nedenle de eserin Rusya’da “poema” olarak bilinen edebî türe ( Bizde bu türe Nâzım Hikmet’in eşsiz eseri Memleketimden İnsan Manzaraları’nı örnek olarak göstermek mümkündür.) dahil edilmesi gerektiğine ilişkin de bazı görüşler bulunmaktadır. Dante’nin bu epik eserinin Cehennem, Cennet, Araf bölümlerinden oluştuğu hatırlanırsa eğer, Nabokov’un şu sözleri de Gogol’ün Ölü Canlar’ı, İlahi Komedya’yı da düşünerek yazdığına bir kanıt olarak gösterilebilir. “Ölü Canlar”ı tamamen yazıya döktüğü zaman, birbiriyle bağlantılı üç imge oluşturacaktı: Suç, Ceza ve Kefaret.” (Nabokov: 2014: 92) “Ölü Canlar”ın yazarının kendisi de eserin bir poema olduğu fikrindedir. Ancak grafiksel görüntüsü dikkate alındığında Gogol’ün en başarılı denemesi olarak kabul edilebilecek bu eserinin poema olarak adlandırılmasının zorluğuna dikkat çeken Birsen Karaca, konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir:

    Poema olarak değerlendirsek Ölü Canlar tamamlanmamış bir eserdir. (…) Gogol’ün planı, tıpkı Dante gibi Araf ve Cennet’i de kaleme almaktır. Oysa elimizde eserin yalnızca Cehennem tablosunu gösteren bölümü var (…) Konuya hem kuramsal çerçeveden hem de eser örneklerinden yola çıkarak baktığımız zaman, şiir biçiminde yazılan roman, öykü mektup gibi eserlerin poema genel başlığı altında toplandığını görüyoruz. Örneğin: Puşkin’in eserlerinin pek çoğu poema sınıfına sokulabilir. Somut bir örnek olarak da Yevgeni Onegin’i gösterebiliriz. Bu eser şiir biçiminde yazılmış bir romandır. (Karaca: 2010: 182, 54)

    Aslında romanı önce Puşkin kaleme almak istemiş, ancak sonradan, yaşanmış bir olaya dayanan bu konunun, bir deha olarak gördüğü Gogol’ün ellerinde gerçek bir yaratıya dönüşeceğine inandığından onun yazmasının daha uygun olacağını düşünmüştür. Gerçekten de Ölü Canlar, dilinin şiirselliği, hicivden mizaha, folklordan mitolojiye, Rus halk edebiyatından devşirdiği zengin üslûp özelliklerinin yanında, kurgusuyla da Gogol’ün edebî olgunluğunun zirvesini oluşturmaktadır.

    Eserin adının okura ilk okunuşta biraz tuhaf gelmesi kaçınılmaz gibidir. Artık hayatta olmayanı, yaşamayanı ifade eden “ölü” sözcüyle bu sözcüğün tam tersini ifade eden “can” sözcüğü alışılmadık bir biçimde romanın adında yan yana gelir. Rusça aslı “duşa” olan “can” sözcüğünün eserde kullanılan anlamı “köle”dir. “Ölü Canlar” tamlamasıyla anlatılmak istenilen ise artık hayatta olmayan kölelerdir. Birsen Karaca bu durumu Rus Edebiyatının Açılımları adlı kitabının Gogol’le ilgili bölümünde “eserin adı okura bu metinde tekin olmayan bir şeylerin var olduğunu bildiriyor. #Çiçikov tarafından artık yaşamda olmayan kölelerin ticari bir meta haline getirilmesiyle de bu tekinsizliğin ne olduğu açığa çıkıyor. Gogol çizdiği grotesk tabloları zaman zaman komik öğelerle beziyor” (Karaca:2010: 54) sözleriyle dile getirir. Kısaca romana adını veren“ölü can”dan kastedilen, Rusya’da özellikle büyük toprak sahiplerinin çiftliğinde karın tokluğuna çalışan, aynı zamanda da alınıp satılabilen köleleşmiş köylülerden (mujiklerden) başkası değildir. Esere konu olan ”ölü can” satın alma olayı gerçektir. Olay Puşkin’in çiftliğine yakın bir yerde yaşanmıştır. Yazıda daha önce de söylenildiği gibi bu ilginç olayı önce Puşkin yazmak istemiştir. Ölü canların listesi “A.S. Puşkin’in isteği üzerine sonradan yazara hediye edilmiştir. Yani Gogol’ün eserinin konusu resmi kayıtlara geçmiş bir gerçektir.“ (Karaca: 2010: 182)

    Ölü Canlar Rus insanın tipik özelliklerini, ruhsal dünyasının derinliklerinde yatan “gerçeği” hayatın kalbinde yaşanan insan ilişkilerinden yola çıkarak son derece şiirsel bir üslûpla çizilen doğa tasvirleriyle birlikte verir. Zaten Gogol’ün de içinde olduğu realistlere göre sanat, “insan hayatının, titiz bir gözlem ve dakik bir analizine dayalı hakiki bir tablosu”nu sunar. Bunun biçimsel göstergeleri, “gerçekçi bir tıpa tıplık gösteren tasvirler, net çevre ve kişi betimlemeleridir.” Birsen Karaca’ya göre “Gogol’ün sanatının gelişim evrelerinde realizmin bu gereklerini yerine getirmediği hiçbir dönem yoktur.” (Karaca: 2010: 54) Gerçi Gogol’ün üslûbuna yazının ilerleyen bölümleri içinde ayrıca değineceğiz ancak burada bir parantez açıp bir soru soralım isterseniz. Soru şu: Peki, yazarımız Gogol’ün gerçeklikle kurduğu ilişki, bir başka deyişle onu algılama biçimdeki özgün yön nedir? Gogol, insan ilişkilerinin dokusuna sinmiş o has “gerçekliği” nasıl bulup çıkarmakta, okura nasıl sunmaktadır? Cevaplaması çok zor ama güzel bir soru oldu değil mi sevgili okur? Ben bu soruya bir cevap vermek yerine az kenara çekiliyor ve sözü bir kez daha Nabokov’a bırakıyorum.

    İnsan görüşüyle bir böceğin çok yüzlü gözünün algıladığı resim arasındaki fark, en iyi filtreyle yapılmış bir yarım ton resimle, sıradan gazete baskılarında gördüğümüz, iri taneli filtrelemeyle elde edilmiş resimler arasındaki farka benzer. Gogol’ün eşyayı görme biçimiyle, ortalama okur ve yazarların eşyayı görme biçimini de aynı kıyaslamaya tabi tutabiliriz. (Nabokov: 2014: 55-56)

    Çarlık Rusya’sındaki ekonomik yozlaşmayı, toplumsal sınıflaşmayı ve Rus insanının içine düştüğü bunalımları merkezine alan bir eser olarak Gogol’ün bu romanı, aynı zamanda dönemini aydınlatan sosyolojik bir belge niteliği de taşımaktadır. #MesudKüçükkalay ve #MüjdatÖzmer, #AzizNesin ve Nikolai V. Gogol’da Bürokratik Devlet Mekanizması: Kamu Tercihi Teorisi Bağlamında Çarlık Rusya’sı ve Türkiye Karşılaştırması adlı makalelerinde romanların antropolojik bir yaklaşımla incelenmesinin, yönetim araştırmalarında ya da örgüt teorisi alanındaki araştırmalarda edebi eserlerin içine gömülü olan teorik çıkarsamaların keşfedilebilmesini sağladığından söz etmektedirler. Yazarlara göre bu tür araştırmalarda edebi esere yönelik daha derinlemesine okumaların yapılması, dönemlerini yansıtan bu eserlerin tanıklıkları aracılığıyla insan ya da yöneten ve yönetilenin, birey ya da örgütün tarihsel bağlamdaki durumunun teorik temellerle ilişkilendirilmesini sağlamaktadır. (Küçükkalay ve Özmer: 2010) Gerçi Gogol, romanını bütünüyle bu mantık içinde kalarak anlamaya çalışan yaklaşımlara karşı temkinlidir. O, döneminin sosyal, kültürel, ekonomik koşullarının elbette ki romana yansıyacağını söyler, ancak romanının edebî yönü atlanarak bütünüyle bu anlayış içinde değerlendirilmesine de karşı çıkar. Öte yandan Gogol, Rus edebiyat eleştirmeni Belinski’ye Ölü Canlar adlı romanıyla ilgili olarak yazdığı mektuplardan birinde, bazı çevrelerce kendisine yöneltilen “Rus halkına erdemli bir kahraman tipi yaratmamış olmak” yönündeki suçlamalara cevaben, eserlerinde yarattığı kişiliklerinin aynı zamanda kendi iç dünyasından izler taşıdığını dile getirerek şunları söylemektedir:

    Kahramanların kötü insanlar değiller. Onlarda tekinin iyi bir yönünü gösterdiğimde, okuyucu sempati duymuştur. Ama her birinin bayağılığı okuyucuları korkuttu. Onları korkutan birbiri ardınca kahramanlarımın daha da bayağı tipleri simgelemeleri, hiçbirinin teselli veren bir yönünün bulunmaması, hiçbir yerde rahat nefes aldırmamaları veya okuyucuya cesaret vermeleridir. Rus insanını değersizlikten çok, kusur ve kesikleri korkutmuştur. (…) Okuyucularımdan bir tanesi bile kahramanlarıma gülerken bana da güldüğünün farkında değil. (Günal: 1988:181)

    Gerçekte Gogol’ün bütün yergilerine rağmen Rus insanına, Rus halkına, duyduğu sevgi romanın bazı bölümlerinde, kimi zaman büyük bir coşku içinde, kimi zamansa şiirsel bir üslup ve hayranlıkla dile getirilir. Anlaşılan #Neva nehrinin kurutulan bataklığı üzerine sıfırdan Batılı tarzda inşa edilen #Petersburg gibi “modern” şehirlerin bulunduğu gelişmiş bölgelerin aksine, feodal ilişkilerin daha geç çözülmeye başladığı Rusya’nın uzak bölgelerinde yaşanan sancılar, Gogol’ü derinden etkilemiş, böyle bir iklim içinde yaşamış her büyük yazarda görüleceği gibi onun lirik söyleminin biçimlenmesine katkıda bulunmuştur. Romanın en şiirsel bölümlerinin Gogol’ün, eşsiz bir üslupla dile getirdiği tabiat tasvirleri olduğu gerçeği dikkate alındığında, Nabokov’un şu sözlerine hak vermemek gerçekten elde değildir. “Rusya fikri, Gogol’ün Rusya’yı gördüğü şekilde (kendine has bir manzara, özel bir atmosfer, bir simge, upuzun bir yol) , kitabın heybetli düşü boyunca tüm güzelliğiyle belirdiğinde, Ölü Canlar’daki asıl lirik bölüm varlık kazanır” (Nabokov: 2014: 71) Gogol’ün memleketi Rusya’ya duyduğu bu sevgi, romanda şu coşkulu sözlerle dile getirilmiştir:

    Rus! Rus! (Rusya’nın kadim ve şiirsel adı) Seni görüyorum: Solgun, kasvetli, darmadağınık bir ülke; gözlere haz ya da korku veren, kibirli sanat harikaları tarafından taçlandırılmış, hiçbir kibirli tabiat harikan yok. Sarp kayalıklarında, sürüyle penceresi olan yüksek sarayların yer aldığı şehirler kurulmamış, gösterişli ağaçlar dikilmemiş, şelalelerin daimi gümbürtüsü ve serpintisinin içinde, duvarlarda sarmaşıklar büyümemiş; toprağın üzerinde yığılı koca kayaların göğe yükselişin seyre dalmak için, başımızı göğe kaldırmamız gerekmiyor… (bu Gogol’ün şahsi Rusyası’dır; Uralların, Altayların, Kafkasların Rusya’sı değil) (Nabokov: 2014: 71)

    Ayrıca Rus insanının önceden öngörülemeyecek çılgınca eylemlerine yön veren o çok renkli kişiliği, tıpkı Rus edebiyatının diğer büyük yazarlarında, söz gelimi Dostoyevski, #Çehov ve #Tolstoy’da da görüleceği gibi Gogol’ü de kendi derinliğine doğru çekmiş olmalıdır. Vladimir Nabokov, Gogol için “Rusya onun tipik Rus kafasında ‘insanlık’la eş anlamlıydı” (Nabokov: 2014: 81) derken, örtülü bir biçimde Rus ruhunun Ölü Canlar’ın yazarının kişiliğinde adeta cisimleştiğini söylemektedir. Romanın ilerleyen sayfalarında Nabokov’un belki de sıradan okura abartılı gelecek bu yorumunun gerçeğin ta kendisi olduğunu görür ve Gogol’ün şu satırlardaki coşkusu karşısında biraz da hayrete düşeriz:

    Rus, sen de aceleci gidişinle, kimsenin yetişemediği o tez canlı #troyka’lara benzemiyor musun? Uçan yol senin altında dumana dönüyor, köprüler gümbürdeyerek geçiyor, her şey geriye doğru düşüp, arkanda kalıyor. Seni görenler, ilahi bir mucizeye tanık olmuşçasına şaşkın, durup bakıyorlar: Gökten yere inmiş şimşek midir bu? Peki! Ne anlama geliyor bu muhteşem devinim.(…) Rus böyle hızla nereye gidiyorsun? Cevap ver. Cevap yok. Orta çan bir rüya içinde titreyerek akışkan monoloğunu seslendiriyor; kükreyen hava paramparça olup rüzgâra dönüşüyor; dünya yüzündeki her şey uçup giderken diğer uluslar ve devletler yan yan bakarak kenara çekilip, ona geçiş hakkı tanıyorlar. (Nabokov: 2014: 71-2) Hatırlayın; aynı coşkulu ruh haliyle insan ruhunun derinliklerini hiçbir yazara nasip olmayacak bir biçimde resmetmesine rağmen gerçekte bir Rus milliyetçisi olan Dostoyevski’nin romanlarında da karşılaşırız. Sanki bu iki yazar, kendi bunalımlarını, özlemlerini, düşlerini, haydi bir adım daha atarak söyleyelim “kurtuluş”larını memleketlerinin, Rusya’nın kurtuluşuyla özdeşleştirmişlerdir. Her ikisinin eserlerinde de Hıristiyan ahlakının sadeliğini ve çileciğini peygambervari bir üslupla çevresine vaaz eden kimi karakterlere rastlamışızdır. Her iki yazarın hayatında da din ve Tanrı düşüncesi önemli bir yer tutmuştur. Ancak yine de, Ölü Canlar’ın birinci cildinden sonra radikal bir papazın etkisiyle kutsal topraklara huzur aramak için giden ve ömrünün sonuna kadar yoksulluk içinde ibadet ederek ölen bir Gogol’le, hayatı boyunca “Tanrı fikrinin kendisine hep azap verdiğini” (Demir: 2015) söyleyen #Dostoyevski’yi aynı kefeye koymak pek de doğru değildir. Gogol’ün giderek bir tür saplantı haline getirdiği, her şeyin Tanrısal iradenin adeta bir gölgesi olduğuna dair inancı konusunda Nabokov şunları söylemektedir:

    Gogol bir vaiz oldu, çünkü kitaplarının ahlakî içeriğini açıklamak için bir kürsüye ihtiyaç duyuyor ve okurlarıyla doğrudan temas halinde olmayı, kendi manyetik gücünün doğal gelişimi olarak görüyordu. Din ona, ihtiyacı olan ses tonlamalarını ve yöntemini kazandırdı. Başka bir şey kazandırdı mı, kuşkuludur.

    Aynı coşkulu ruh haliyle insan ruhunun derinliklerini hiçbir yazara nasip olmayacak bir biçimde resmetmesine rağmen gerçekte bir Rus milliyetçisi olan Dostoyevski’nin romanlarında da karşılaşırız (Nabokov: 2014: 77)

    Gogol’ün son dönemlerindeki ruh halinin nasıl olduğu konusunda ise #Marshal Berman’ın Katı olan Her şey Buharlaşıyor adlı eserindeki şu sözleri sanırım okura bir fikir verecektir.

    Gogol’ün dolandırıcı ve fanatik bir din adamının etkisiyle kendisinin de dâhil tümedebiyatın, şeytan tarafından esinlendiğine inanmaya başlayacak. O zaman da kendisi için en az Pişkarev için yazdığı denli acılı bir son yaratacak: “Ölü Canlar’ın tamamlanmamış ikinci ve üçüncü kısmının elyazmalarını yakacak sonra da ölene kadar aç kalacak. (Berman: 2009:272)

    Neyse biz konumuzdan pek de fazla uzaklaşmayalım. Hatta isterseniz işe romanımızın başkahramanı Çiçikov’un adının ne anlama geldiğiyle başlayalım. Çiçikov bunu gerçekten hak ediyor, yazının ilerleyen bölümlerinde bana daha çok hak vereceksiniz. Birsen Karaca Rus Edebiyatının Açılımları adlı kitabında Gogol’ün Ölü Canlar’ının kahramanlarının adları üzerinden hareketle, romandaki karakterlerin isimleriyle kişilikleri arasındaki ilişkilere değinerek bunun Gogol’ün bilinçli bir seçimi olduğundan söz eder.

    Ölü Canlar”ın başkişisi Çiçikov’un adı “çiçik” sözcüğünden türetilmiştir. Bu sözcüğün anlamı ise “şıklık düşkünü, kıyafet düşkünü, züppe”dir. #Manilov eserin yazıldığı dönemde sıradan bir soyadıdır, ama Ölü Canlar’ın okurla buluşmasından sonra sözlüklere kaydedilen bir anlam kazanmıştır. Bugün Gogol’ün kahramanı Manilov’un soyadından türetilen “manilovşçina” sözcüğü boş hayaller kuran, yaşama karşı pasif bir iyimserlik içerisinde olan kişiler için kullanılıyor. Koroboçka, Rusça “korobka” sözcüğünün küçültülmüş şeklidir. “Korobka”nın sözlük anlamı kutu demektir. Ama Gogol kahramanına “Koroboçka” derken bir başka şeyi daha kastediyor. Yaşını başını almış, hatta ihtiyar sayılabilecek birisi için soyadı olarak sözcüğün küçültülmüş şeklini kullanıyor.(…) #Nozdryov, anlamı “burun deliği” olan “#nozdrya” sözcüğünden türetilmiştir. Sobakeviç’in soyadı Türkçe karşılığı “köpek olan “sobaka” sözcüğünden geliyor. Plyuşkin, “piyuşka” sözcüğünden türetilmiştir. Türkçedeki karşılığı “çörek”tir. Bu verilerden şöyle bir sonuç çıkıyor: Ölü Canlar’ın doğru okunabilmesi için, eser kişilerine verilen soyadlarının ne anlama geldiğini yalnızca uzmanlar değil, okurlar da bilmek zorundadır. (Karaca: 2010: 184)

    Sırası gelmişken benim yazının başlığına uygun olacağını düşündüğüm Rusça “poşlast” sözcüğünün de anlamını vermiş olalım ki, Çiçikov hakkında söylediklerimiz biraz daha yerli yerine oturuversin. Nabokov, Batı dillerinde tam olarak karşılığının bulunmadığını düşündüğü Çiçikov’un şahsında somutlaşan, en başta içtenliksiz davranış olmak üzere, ucuz hissiyatı, içi bomboş sefil bir ruhu anlatmak için kullanılan Rusça poşlast sözcüğünü birkaç yönüyle ifade edebilecek bazı kelimeleri şöyle sıralayarak bu sözcüğü kötülüğün krallığıyla yani şeytanla ilişkilendirir: ”yapmacık, sıradan, gösterişçi, zevksiz. (Bu) Şeytanın temel niteliklerinden biridir; bu arada Gogol, Şeytan’ın varlığına, Tanrının varlığına nazaran çok daha ciddi şekilde inanıyordu” (Nabokov: 2014: 45) Öte yandan sözcüğün bağlamına göre, kabalık, sahtekârlık, edepsizlik, gibi anlamlara da geldiğini ekleyelim. Kimi edebiyat eleştirmenlerine göre Gogol’ün ünü ve önemi Ölü Canlar’da açık bir biçimde görüleceği üzere biraz da dönemin Rusya’sındaki toplumsal poşlast’ın maskesini düşürmesindendir.

    Yazıyı sonuna kadar okuma konusunda sabır gösterecek okurlar, yazının sonunda zaten konunun ne olduğunu anlamış olacaklardır. (Öyle umuyorum!) Ancak yazımızı bu satırlara kadar okuyup da “böyle de olmaz ki ama!” noktasına gelmiş okurlar için Ölü Canlar’ın konusundan kısaca söz edelim biraz. Karaca’ya bırakıyorum sözü:

    Eserin sorunsalının ne olduğu sorusuna gelince: Başkahraman Çiçikov bir sahtekârdır, ortama bir bukalemundan daha hızlı uyum sağlar, laf cambazıdır, dış görünüşüyle ve konuşmalarıyla güven uyandırabilen bir ustadır. Çiçikov yaptığı sıra dışı ticaretle okura yalnızca kendisini değil, bu ticaretin yapılmasına olanak sağlayan insanları da deşifre ediyor (Karaca: 189, 90)

    Evet! Gogol, Karaca’nın da değindiği gibi söz konusu romanında Çiçikov’un şahsında Rus insanın ruh dünyasının perdesini aralarken, bütün bir toplumsal çürümeyi yön veren “suç ortaklığı”na ilişkin gerçekleri de ortaya sermektedir.

    Artık kahramanımız Çiçikov’u fizik özellikleri bakımından biraz daha yakından tanımaya başlayarak romanımıza geçebiliriz. Gogol, romanın hemen başlarında N… şehrine gelen atlı arabadaki kişiyi, yani “sevgili” Çiçikov’u, şu sözlerle tanımlamaya çalışır. “Çok yakışıklı değildi ama çirkin de denemezdi. Şişman sayılmazdı buna karşılık ince de olduğu söylenemezdi. Yaşlı denmezdi ama doğrusu pek genç değildi” (Gogol:2007:5) Gogol’ün daha romanın ilk satırlarında Çiçikov’la ilgili verdiği bu belirsizlik dolu tasvir bile, onun çıkarına göre renk değiştiren iç dünyasına ışık düşüren bir nitelik taşır gibidir.

    Romanda perde, söylediğimiz gibi kahramanımız Çiçikov’un atlı bir arabayla N… şehrine gelmesi ve bir hana yerleşmesiyle açılır ve olaylar N… şehrinin merkezinden şehrin taşrasına doğru genişler. Romanda toprak sahipleri başta olmak üzere birçok toplumsal tabakadan insanla karşılaşırız. Bunların içinde, toprak sahipleri, şehrin ileri gelen bürokratları, varlıklı aileleri, her düzeyden memur ve esnaflar bulunmaktadır. Romanda özellikle toprak sahipleriyle kurulan ilişkiler önemlidir. Çünkü bu ilişkiler romana adını veren “ ölü can”larla ilgilidir. Bu toprak sahipleri, Çiçikov’un ölü can satın almak için her birine yaptığı ziyaretlerde, isim karakteristiğine de başvurularak, tipik diyebileceğimiz kişilik özellikleriyle resmedilmektedir. Romanın merkezinde yer alan N… şehrinin ileri gelen aileleri, yöneticileri, memurları ise, romanda daha çok, romanın başkahramanı Çiçikov’un da katıldığı eğlence amaçlı düzenlenen yemekli, içkili toplantılar da bir ara getirilmekte, bazı davranışlarından ve olaylara verdikleri tepkilerden yola çıkılarak kişiliklerine renk veren özellikleri bütün yönleriyle sergilenmektedir. V. Gogol’ün Hikâye ve Romanlarında Hiciv Sanatı adlı tezinde (1988) #ZeynepGünal, romanın birbiri ardına sergilediği tipik karakterler nedeniyle Rus eleştiri sanatında “Portreler Galerisi” olarak adlandırıldığını söyler. (Günal: 1988:148) Bu portreler içinde, roman kahramanımızın, namı diğer Pavel İvanoviç Çiçikov’un kişiliğinin -bir kişiliği olduğunu varsayarsak- yukarıda sayılan bütün sınıflara özgü karakterlerin hicvedilen özelliklerinin kronikleşmiş genel bir toplamından oluştuğunu söyleyelim. Böylece yazının ilerleyen bölümlerinde daha etraflı bir biçimde müşerref olacağımız Çiçikov’un habis ruhuna da bir parça ışık serpmiş olalım. Neden böyle söyledim? Çünkü roman başkahramanımız “sevgili” Çiçikov, tam anlamıyla baştan aşağı bir “bayağılıklar yığınıdır.” O, özlemlerine, arzularına ulaşamamış olmanın ezikliği içinde kıvranan sefil bir ruh ya da bir başka deyişle, amaca giden yolda her şey mübahtır düsturuyla hareket eden kifayetsiz bir muhteristir. Çiçikov’un bu özelliklerinden yola çıkan Rus edebiyat eleştirmeni #Belinski, onu “dolandırıcı ve kazanan kişi olarak dâhi, ancak tamamen boş ve her bakımdan çirkin bir karakter” olarak tanımlamaktadır. Ancak romanda, Nabokov’un aşağıdaki satırlarının romanda izleri sürüldüğünde Çiçikov’un kazanmaya giden yolda yaptığı akla hayale sığmayan budalalıklar, kazandığını kaybetme konusunda gösterdiği marifet ve tuhaflıklar dikkate alındığında, onun çıkarını kollamada değil bir dahi, beceriksiz bir soytarı olduğu bile söylenebilir. Aslında Çiçikov Nabokov’un da yerinde tespiti gibi, zeki değil tüm iddialarına rağmen iflah olmaz bir budaladır:

    Çiçikov’un, esasen gerçeklikten kopuk bir dünya içindeki esaslı gerçek dışılığı, içinde yaşayan budala, kendini belli etmektedir; zira başından beri gaf üstüne gaf yapar. Hayaletlerden korkusu olan bir kadından ölü canlar satın almaya çalışmak, ahmakçadır; kendini beğenmiş kabadayı Nozdrev’le böyle uygunsuz bir anlaşma yapmaya çalışmak, inanılmaz bir akılsızlıktır.(Nabokov: 2014: 45)

    Evet, artık anlaşılacağı üzere kahramanımız Çiçikov, bütün enerjisini ömrü boyunca nasıl olursa olsun bir an önce zengin olmaya adamış bir “poşlast”tır. Çocukluğundan beri yoksulluk, parasızlık onu canından bezdirmiş, onu her zaman özlemlerine, düşlerine ulaşamamış olmanın ezikliği içinde yaşamak zorunda bırakmıştır. Çiçikov’un çocukluğu “yaz kış penceresi açılmayan” bir evde, hastalıktan sürekli inleyip duran bir babanın azarlarını işiterek geçer. Anlayacağınız, tatsız tuzsuz acıklı bir hayattır küçük Çiçikov’un hayatı. Elbette, böyle bir ortamda yaşayan çocuğun derslerine sıkı bir şekilde çalışarak okulda başarılı olması da eşyanın tabiatına aykırıdır.

    İkide bir babasının oturduğu iskemleden kalkıp terliklerini şakırdatarak kulağını çekmek üzere yaklaştığını ve şöyle bağırdığını işitirdi: “Yine budalalığa başladın!” Ve hemen o usandırıcı ödevine eğilerek harfleri süslemeye başlardı. İşte onun çocukluk anıları olan hafızasından silinmeyen izler, bu sözler ve kulağının çekilişinden duyduğu acıydı. ( Gogol: 2007: 249)

    Güce ya da Çiçikov’un anladığı dilden konuşacak olursak paraya olan tutkunluğunun temelinde, babasının ona çok erken yaşlarda, okusun diye getirip bıraktığı yaşlı bir kadının evinden ayrılmadan önce verdiği öğüdün de büyük bir etkisi olsa gerektir. Babası karşısına alarak Çiçikov’a şunları söyler:

    Bak Pavluşka, oku, yaramazlık da etme, tembellik de! Öğretmenlerine ve üstlerine hep saygı göster! Eğer üstlerini sayarsan, dediklerini yaparsan ilerlersin; ama Tanrı bunu esirgerse o başka! Arkadaşlarınla çok içli dışlı olma! Sana yararları olmaz onların; ama seçmek zorunda kalırsan zenginlerle arkadaş ol! İlerde onların sana yardımları dokunur. Kimseye bir şey ikram etme! Onlar Sana İkram etsinler. Parana sıkı ol! Bir kapiği harcarken düşün! Dünyada en değerli şey paradır. Arkadaşın ya da dostun bir felaket anında seni yalnız bırakır, ama para seni hiçbir zaman bırakmaz. Paranın açamayacağı kapı yoktur dünyada! ( Gogol, “Ölü Canlar 2007: 250)

    Lütfen söyleyin şimdi sevgili okurlar! Bir baba henüz daha ilkokula giden oğluna bu öğüdü verir de, bu çocuk ilerde bir “Çiçikov” olmaz da ne olur? (Böylece okurun izniyle eğitmenlik nosyonumuzu kullanarak çocuk eğitiminin önemine de dikkat çekmiş oluyoruz.)

    Çiçikov, babasının bu öğüdüyle kendisine açtığı yoldan ömrünce hiç ayrılmayacak, Şarap Tanrısı Dionisos’tan dokunduğu her şeyi altına çevirmesini dileyen bir Midas gibi karanlık ruhlu bir gezgin olarak oradan buraya sürüklenip duracaktır. Çiçikov’un, bir analojiyle söylersek Midas’ın şapkasının altına saklamaya çalıştığı uzun kulaklarına benzeyen para hırsı, her defasında onu ele verecek, işleri tam yolunda gidecekken, istediği her şeye kavuşmasına tam da bir adım kalmışken, başına mutlaka bir bela gelecektir. Ancak Çiçikov, aynı zamanda kurnazlığını ve paranın gücünü kullanarak bu belalardan başını kurtarmasını da bilecektir.

    Çiçikov, insan tavlama sanatının inceliklerini öğrenmeye henüz ilkokuldayken, zengin çocuklarının yanına oturarak başlar. Onları her seferinde güzel sözler ederek ağzının içine baktırmayı, kendisine bağlamayı bilir. Bunun bir sonucu olarak kendisine verilen yiyecekleri saklar. Sonra da onları ders esnasında çok acıkan zengin çocuklarına satar. Bu iş öyle bir noktaya varır, Çiçikov bu konuda o kadar ustalaşır ki, bir bakışta çocuğun açlık hissinin katsayısına ilişkin kesin bir fikir edinebilmekte ve zaten iki üç katına sattığı yiyeceğin fiyatına hemen o anda yeni bir zam yapabilmektedir. Çiçikov’un kendisine gösterdiği saygıdan, efendilikten, sınıfta sessiz sedasız oturmasından çok etkilenen iyi niyetli bir öğretmeni vardır. Onu çok başarılı bir öğrenci olarak görmese de diğer çocuklardan daha çok seven öğretmeni başka bir şehre atanıp okuldan ayrılmasından hemen sonra hastalanıp yataklara düşünce, kızdığı hatta kulağını çektiği bütün öğrencilerin, ellerinde hediyelerle kendisini ziyarete gelmelerine karşın, o çok sevdiği Çiçikov’un gelmeyişi karşısında şaşırıp kalacaktır. Böyledir işte bizim “Çiçik”! İşi bitince sessizce kaybolup gider. Bir başka deyişle bir varmış bir yokmuş olur.

    Adliyede, küçük bir memurlukta çalışma hayatına başlayan Çiçikov, kısa zamanda amirlerinin gönlünü kazanmasını bilecek, görevinde yükselecektir. Önce gümrükte görev alacak olan “Çiçik”, orada dönen dolaplardan nasibini alarak cebini dolduracaktır. Peki! Hiç merak etmiyor musun sevgili okur! Nasıl sevdiriyor bu Çiçikov amirlerine kendisini? Gogol’ü dinleyelim.

    Önce ufak tefek şeylerle girişti işe; kalemlerinin nasıl açıldığına bakarak onunkiler gibi birçok kalem yonttu ve amirinin kalem hokkasına koyuverdi; masası üzerindeki sigara küllerini temizleyiverdi; mürekkep kalemini silmek için yeni paçavralar getiriverdi. Daireden çıkarken hemen koşup şapkasını bularak saygıyla uzatıverdi; eğer sırtı duvara sürtünüp badanandıysa siliverdi. (Gogol: 2007: 251) Böylece, sonradan devletin bölgedeki kaçakçılıktan işlerinden sorumlu kişi haline gelecek olan Çiçikov, bir üst dereceye yükseltilir. Tek başına kaçakçılığın önüne geçmek üzere bir rapor düzenleyerek türlü yetkiler ve araçlar ister. Emrine bir birlik ve her yerde arama yapma yetkisi verilir. Onun da tek istediği budur zaten. “Çiçikov’un kaçakçılarla işbirliği yaptığı yukarıya haber verilmiş olmasaydı….” (Gogol: 2007: 260, 262) Böyle işte, bir türlü yolsuzluktan vazgeçmeyen kahramanımız kazandığı geliri paylaşmada sorun çıkınca şikâyet edilecek ve kazandıklarını içi kan ağlayarak bu işten yakasını kurtarmak için harcamak zorunda kalacaktır. Çiçikov’un, amacını gerçekleştirmek konusunda uğradığı sayısız başarısızlık dikkate alındığında kişiliğiyle değil belki (çünkü Sisifos “ölümlülerin en bilgesidir”) ama uğradığı hezimetle adeta Yunan mitolojisindeki #Sisifos’a benzer. Hani şu tanrıların büyükçe bir kayayı her Tanrının günü bir dağın zirvesine çıkarmakla cezalandırdığı, kayayı tam zirveye ulaştıracakken ayağı kayıp düşen ve başladığı noktaya dönerek her seferinde kayayı yeniden zirveye taşımak zorunda kalan Sisifos’a. Ama bir farkla orada başarısızlığın nedeni tanrılarken bu tarafta Çiçikov’un kendisidir. Ancak Çiçikov bu olup bitenleri bir türlü kavrayamamakta, hep başkalarını -kimse bunlar- suçlayıp durmakta, gelecekteki yavru “çiçikovları” için de kaygılanmaktadır. Bu anlar Gogol’ün mizah yeteneğinin ortaya çıktığı, Çiçikov’un düştüğü duruma bıyık altından güldüğü anlardır. Yaşanan bir felaketten, başa gelen olumsuz bir işten sonra ortaya çıkan bu mizah anlayışı, roman boyunca sadece Çiçikov için değil, bütün karakterler için bir felaket senaryosundan sonra aynı şekilde kullanılır.

    Peki, ama niçin ben? Niçin felaketler geldi başıma? Benden çok daha fazlasını çalıp da zengin olmayan kim var? Herkes zengin oluyor bu yoldan. Bense kimseye kötülük etmedim, dulların parasını yemedim, kimsenin ayağını kaydırıp yerine geçmedim; fazla olanları aldım yalnız -herkes aldıysa aldım onu da- Ben almasam başkaları yararlanacaktı bundan. Niçin başkaları başarıyor, zengin oluyorsa ben yine solucan gibi sürünüyorum. Şimdi ne yapayım ben? Nereye gideyim? Saygıdeğer bir aile reisinin yüzüne hangi yüzle bakabilirim şimdi ben? Şu dünyada bir kütükten farksız olduğumu bilerek vicdan azabı çekmez miyim? Çocuklarım ne diyecekler sonra arkamdan? İşte diyecekler, babamız hayvanın biriymiş; bize hiçbir şey bırakmadı.(Gogol, Ölü Canlar 2007: 263)

    İşte romanın başlangıcında N… şehrine gelen arabanın içinde, bu son işinde de başarısızlığa uğrayarak kaçmak zorunda kalan bizim sevgili Sisifos, pardon Çiçikov vardır.

    “Ölü Can” almaya gelmiştir bizim Çiçikov N…şehrine. Çünkü onları yaşıyor gösterip devletten her biri için iki yüz ruble almayı ve yine çok kısa zamanda zengin olmayı kafasına koymuştur. Onun bunu nasıl akıl ettiğini ya da ona bu fikri kimin, kimlerin verdiğini roman boyunca anlayamayız. Ama Çiçikov’un bu işe başlamadan önce devlet katında bu işlerle ilgili gerekli araştırmaları yapıp bilgilendiğini de hal ve gidişten anlarız. Roman boyunca onun bu konudaki çabalarına çıkarları gereği çanak tutan her sınıftan insanla karşılaşıyoruz. Bu “Portreler Galerisi”nde yer alan insanların kimler ve hangi sınıfın üyesi olduklarından bazılarının isimlerini de vererek yukarıda söz etmiştik. Gogol, Çiçikov’un gerçekleştirdiği, hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmeyecek bu “ölü can” satın alma yolsuzluğu üzerinden dönemin Rusya’sındaki bütün toplumsal sınıfları içine alan çürümeye dikkate çekmektedir. Romanda, uzun uzadıya sayılıp dökülen, “ölü can”ların gerçek Rus insanına yakışan meziyetleri, dürüstlükleri, sağlamlıkları, sadakatleri, geçip gidene bir ağıt niteliğindedir.

    Sonuçta Çiçikov, bu işten kârlı çıkacak üç yüz bin ruble kadar para biriktirerek kendisine geniş bir çiftlik satın alarak büyük bir toprak sahibi olma yolunda önemli bir adım atacaktır. Ancak yine nasıl olduysa yaptığı kanunsuz işlerden bir şekilde maliyenin haberi olacak, çevirdiği dolaplar Prensin kulağına kadar gidecektir. Çiçikov bir kez daha kendini yeni bir sonun başlangıcında bulacak, bu işten yakasını nasıl kurtaracağının telaşı içinde çaresiz, soluk soluğa kalacaktır. Allahtan onun sızlanıp ağlamalarına dayanamayan varlıklı ve iyi niyetli arkadaşı Murazov devreye girecek, ondan bu kötü alışkanlıklarından kesinlikle vazgeçeceği sözünü alarak Çiçikov’un son kuruşuna kadar kendisinin ödeyeceği kefaret sonucu serbest bırakılmasını sağlayacaktır. Romanın sonunda bizim Çiçikov’u, romanın başında bir yaylı arabayla geldiği N… şehrinden, üzerinde yeni diktirdiği pahalı bir kıyafetle ve yüzünde müstehzi bir gülümsemeyle yaylı bir arabayla, yeni maceralar yaşamak için X şehrine doğru yola çıkarken görür, yazardan yolsuzluk ve rüşvetin giderek Rusya’yı sardığı bilgisini alırız. Romanın sonunda prens, şehir halkına bir konuşma yapmaktadır:

    Kimin daha suçlu olduğunu araştırmayı bir kenara bırakalım. Yurdumuzu kurtarmamız gerekiyor; bizi yıkan yirmi ulusun birlikte saldırması değil kendimiziz yine. Yasaların kurduğu düzenin arasında bu düzenden daha güçlü bir başka düzen kurulmuş. Herkes kendi koşullarına göre değerlendiriliyor. (…) Her birimiz düşman karşısındaymış gibi birleşip namussuzluk ve adaletsizliği ortadan kaldırmanın gerektiğini içimizde duymadıkça bu kötülüklerin kalkmasının imkânı yoktur… (Gogol: 2007: 400)

    Romanın mekânı Gogol’ün birçok öyküsüne de konu olan Petersburg değil, Rusya’nın taşrasında küçük bir şehirdir. Romanda onu N… şehri olarak tanırız.

    Kent hoşuna da gitmişti; öbür gezip gördüğü kentlerden pek de aşağı değildi. (…) Evler bir, iki ve bazen de taşra mimarlarının çok güzel buldukları asma katlarla birlikte bir buçuk katlıydı. Kimi yerlerde bu evler bir tarla kadar geniş sokağın ve sonu gelmez tahta çitlerin ardında kaybolmuşa benziyor; kimi yerde de ise birbiri üzerine binmiş gibi kümeler meydana getiriyor ve buralarda çok canlı ve kalabalık oluyordu. (Gogol: 2007:9)

    Yazarın romanına mekân olarak uzak bir taşra şehrini seçmiş olması, Rus toplumunun dokusuna yayılmış toplumsal çürümenin, yolsuzluğun boyutlarını sergilemesi açısından manidardır. Öte yandan mekân Gogol için özellikle Çiçikov’un N… şehrinden çevre çiftliklere yaptığı ziyaretler boyunca kullandığı bir tuvale benzemektedir. Öyle ki, romanın en şiirsel bölümleri de bu olağanüstü renklerle çizilen tabiat tasvirlerine dayanır. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi Gogol özlediği Rus halkına, Rusya’ya duyduğu sevgiyi anlatmada tabiatı saflığı, doğallığı, bozulmamışlığı temsil etmesi bakımından bir ilham kaynağı olarak kullandığı söylenebilir. Nabokov’a göre Gogol, Puşkin’den önce Rus edebiyatı, deyim yerindeyse yarı kör haldedir. Sadece aklın yönlendirdiği ana hatları algılayabiliyor ve bir köpek misali renklerin kendisini göremiyordur. Avrupa’nın antik döneminden kalma basmakalıp isim-sıfat bileşimlerini kullanmakla yetiniyordur. O zamana kadar edebiyatta söz gelimi gökyüzü mavi, şafak kırmızı, yapraklar yeşil, bulutlar gridir. Ona göre sarıyı ve menekşe rengini ilk gören Gogol’dür. Gökyüzünün gündoğumunda soluk yeşil, bulutsuz bir günde koyu mavi olması, 18. yüzyıl Fransız edebiyat ekolünün katı, basmakalıp renk şemalarına alışmış “klasik” tabir edilen yazarlara, sapkın bir saçmalık gibi gelmektedir. Nabokov’a göre, Manet’in tabloları o günlerin uzun favorili cahillerini nasıl şaşırttıysa, Ölü Canlar’daki Plyuşkin’in bahçesinin betimlenişi de Rus okurunu öyle şaşırtmıştır. (Nabokov: 2014: 55-56) Romanda uzun bir uzun bir tasviri var bu bahçenin ama Nabokov’u kırmayıp #Plyuşkin’in bahçesinden biraz söz edelim.

    Evin arka tarafında köyden ta uzaklara tarlalara doğru uzanan kendi haline bırakılmış eski, geniş, uzun bahçe bu geniş köye bir hava veriyordu. Bu ıssız görüntüye biraz olsun güzellik katıyordu. Kendiliğinden yetişmiş ağaçların ufuktaki tepeleri, yeşil bulutlara ve eğri büğrü titrek kubbelere benziyordu. Koca beyaz gövdeli kayın ağacı fırtına ya da boradan tepesi kırılmış bu yeşillik denizi içinden yükseliyor ve gerçek bir mermer sütun gibi parıldıyordu. Sütun başlığına benzeyen kırık eğri tepesi ise gövdenin kar gibi beyazlığını bir şapka ya da kapkara bir kuş gibi örtmüşe benziyordu. Mürver, üvez, yabancevizi fidanları üzerinde, onları altta bırakarak yükselmiş bir şerbetçi otu, çiti tamamen örterek, kırılmış kayın ağacının yarısına kadar çıkıyordu.(…) Bu güneşte parlayan sık yeşillik yer yer seyrekleşiyor, karanlığa gömülmüş vahşi bir hayvanın ağzını andıran uçurumlara açılıyordu. (Gogol: 2007:127)

    Ölü Canlar’da anlatılan zaman diliminin yılın hangi mevsimine ait olduğu konusunda da tam bir belirsizlik olduğu söylenebilir. Okurun romanda sıkça geçen tabiat tasvirlerine rağmen romanın yılın hangi mevsiminde geçtiğine ilişkin bir fikir edinmesi mümkün değildir. Hangi mevsimdir bu? Yaz mıdır, sonbahar mıdır bu mevsim ya da İlkbahar mı? Romanın kahramanı N… şehrine hangi mevsimde gelir? Şehirde ne kadar kalır? Bunları romandan anlayamıyoruz. Yerde kar falan yoktur anacak buna rağmen insanlar, kalın giysiler içindedirler. Çoğunlukla yağmur yağmaktadır. Ama hava birden açmakta romanın bazı bölümlerinde daha çok da yol boyunca rengârenk tabiat manzaraları ile karşılaşmaktayızdır. Birsen Karaca Rus Edebiyatın Açılımları adlı kitabında romandaki zamanın belirsizliğiyle ilgili olarak şunları söyler.

    Yağmur yağıyor, insanlar iliklerine kadar ıslanıyorlar, üşütüyorlar, yollar çamur oluyor, arabalar saplanıp kalıyor. Ama ertesi gün güneş açıyor ve yerdeki su birikintilerinden eser kalmıyor. Seçilen zaman dilimi nisan ve mayıs ise insanların giydiği koyun postu paltolar abartılı kaçıyor. Ama seçilen zaman dilimi eylül veya ekim ayı ise sorun ortadan kalkmıyor. Çünkü yılın bu zaman diliminde arabaların saplandığı balçıkların sabaha kadar kuruması olanaksızdır. Ayrıca, sonbaharın ilk işaretlerinden olan yaprak dökümüyle ilgili hiçbir bilgi yok. (Karaca: 2010: 188)

    Gogol’ün yer yer romanını mizahi unsurlarla bezediğini ve mizahın romanda genellikle roman kahramanlarından birinin başına gelen bir “felaketten” hemen sonra ortaya çıktığından söz etmiştik. Gogol’ün romandaki karakterin biraz da kendi kişiliğinden bir parça taşıdıkları yolundaki sözlerine bakarak onun romanı yazarken, kendisiyle epey dalga geçtiğini ve çok eğlendiğini var sayabiliriz.Romanın başından sonuna doğru giderek bu mizahi unsurlara biraz değinelim istiyorum. Söz gelimi Çiçikov’un “ölü can” satın almak için gecenin geç bir vaktinde köyüne geldiği yaşlı ve cimri Koroboçka’nın (yazar bize fiziksel özellikleriyle değil kişilik özellikleriyle anlatır onu) evinde yatmadan önce geçen konuşmaya kulak verelim:“ – İşte yatağınız hazır, dedi. Allaha ısmarladık babam, iyi geceler. Başka bir şey ister miydiniz? Belki de ayaklarınızın tabanını kaşıtmaya alışıksınızdır. Bizim rahmetli bunu yaptırmadan uyumazdı.”

    Ama konuk tabanını kaşıtmak istemedi” (Gogol: 2007: 49)

    Yine romanda kavgacı kişiliğiyle her gittiği yerde olay çıkaran, içkiden ve eğlenceden çok hoşlanan, ne zaman nasıl davranacağı pek de kestirilemeyen –evinde Çiçikov’u adamlarına dövdürmeye kalkmış, Çiçikov canını zor kurtarmıştır- kumar düşkünü Nozdrev’in yeni bir “felaket” sonrası düştüğü duruma bir bakalım. Bu Nozdrev denen mendebur yukarda saydığımız bütün meziyetlerinin yanında hem iflah olmaz bir yalancı hem de dolandırıcının biridir. Nozdrev, kanımca romanın en ilginç karakterlerinden biridir. O yüzden ondan biraz daha söz edelim istiyorum. Gogol şöyle anlatır onu:

    Oyun sonradan sık sık başka bir oyuna dönüşürdü: Ya tekme tokat bir güzel dövülür ya da o güzelim favorilerinin kıllarını yoldurmuş olarak dönerdi evine. Hatta bazen tek favori ile döndüğü olurdu, o da epey seyrekleşmiş olarak. Fakat sağlıklı ve tombul yüzü yaratıcılıkta eşsizdi doğrusu. Çok geçmeden eskisinden daha gür olarak çıkardı favorileri, işin tuhafı -ki böyle bir şey yalnız Rusya’da olabilir- Nozdrev kısa bir süre sonra kendine sopa çeken bu dostlarıyla karşılaştığında hiçbir şey olmamış gibi davranır ve o da karşısındaki de hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya başlardı. (Gogol: 2007: 77-8)
    Romanın bir başka bölümünde yeniden karşımıza çıkan Nozdrev, Çiçikov’a şöyle yakınmaktadır. – Anlaşılan bu “favori“ meselesi özellikle taşrada o dönem, “kişiliğin” önemli bir göstergesidir.

    Ah kardeşim bilsen nasıl kaybettim kumarda! İnanır mısın, dört atlı arabamı da her şeyimi de kaybettim. Ne saat ne köstek kaldı. Her şeyi, her şeyi kaybettim… Çiçikov baktı, gerçekten de ne saati ne de kösteği vardı. Hatta favorilerinden biri ötekinden kısaymış gibi geldi ona. (Gogol: 2007:70)

    Mizahî unsurlara bir örnek daha vererek konuyu kapatayım istiyorum. Bu kez roman karakterimiz Sobakeviç. Bu #Sobakeviç denilen adam, insanlara karşı nefret doludur. Ona göre bu şehirde vali’den ve emniyet müdüründen başlayarak bütün insanlar sahtekârdır -kendisi hariç tabii- ve yatıp kalkıp onu kuyusunu nasıl kazacaklarını düşünmektedirler. Oysa kendisinin de eleştirdiği bu adamlardan hiç kalır bir yanı yoktur. Bir başka deyişle düzenbazlık ve sahtekârlıkta fazlası vardır eksiliği yoktur. Ancak bir işte çıkarı varsa eğer hemen arkadaş, dost canlısı bir karakter haline gelir. İşi bittikten sonra eski haline döner. Sobakeviç yemeğe son derece düşkün, sağlam yapılı, irikıyım denilebilecek bir adamdır. Zaten insanda ve eşyada en değer verdiği şey de bu “sağlamlık”tır. Gogol onu bir partide, Çiçikov’un gözünden şöyle resmeder.

    Çiçikov, Sobakeviç’e yan gözle şöyle bakınca onun orta büyüklükte bir ayıya benzediğini gördü. Sanki bu benzeyişi tamamlamak içinmiş gibi ayı postu renginden bir frak giymişti. Kolları uzun, pantolonu bol ve uzundu. Topuklarına eğri büğrü basarak yürür ve sık sık yanındakinin ayağına basardı. Yüzü bakır para gibi kıpkırmızı, ateş rengindeydi. (Gogol: 2007:105)

    Ölü Canlar kurgusuyla da önemli bir romandır. Olay örgüsü içinde roman boyunca hep önce bir işe başlama ya da bir yere gelme, ardından tam işler yolunda gidiyorken gelen bir “felaket”, onun ardından kaçma, sonra yeniden bir başka yere gelerek yeni “işe” başlama şeklinde devam eden bir döngüyle karşılaşırız. Zaten romanın başında perde söz konusu döngünün ilk evresinin yeni bir tekrarıyla açılır “ N… kentinin hanlarından birinin avlu kapısı önüne doğru oldukça güzel, yaylı bir fayton yaklaşıyordu.” (Gogol: 2007:5) ve romanın sonunda aynı şekilde kapanır. “Haydi çocuklar! dedi, bir an önce yola çıkmamız gerekiyor. (…) Araba tamircisine gir de arabayı kızağın üzerine yerleştirin, dedi. (Gogol: 2007:398 )

    Öte yandan Gogol’ün, romanın kimi bölümlerinde geçen olayları anlatırken, hiç akla hayale gelmeyecek, şaşırtıcı metaforlara başvurduğuna şahit olmaktayız. Böyle durumlarda Gogol’ün gerçeklikle kurduğu ilişkinin özgünlüğü daha bir belirginleşmekte, üslubunun şiirsel bir söylem ve derinlik kazandığı görülmektedir. Gogol anlatmak istediği “şey”in ruhunu tam olarak yansıtabilmek, gerçekliğin çağrışım şiddetini artırabilmek için, benzetmeyi birbirine son derece uzak imgeler üzerine kurar, uzak imge her seferinde bir başka öyküden olay örgüsünün içine doğru açılan bir pencere, yazılmış ya da yazılacak muhtemel başka bir öykünden kesilmiş canlı bir parça gibidir. Ancak böyle anlarda çağrışım bir şimşek misali çakıp sönmez, her seferinde romandaki bağlamına, bir başka deyişle söylersek somut olana döner. Örneğin aşağıdaki satırlarda kara giysili erkeklerle, sinekler arasında kurulan olağanüstü benzetme böyledir.

    Çiçikov büyük salona girince mumların, lambaların ve kadın elbiselerinin parıltısından gözleri kamaştı ve bir süre gözlerini yummak zorunda kaldı. Erkekler kara giysileriyle salonda oradan buraya gidip geliyorlardı. Tıpkı temmuzun sıcak bir gününde yaşlı bir hizmetçi kadının açık bir pencere önünde parçalayıp dilimlere ayırdığı kelle şekerine üşüşüveren karasinekler gibi. (Gogol: 2007: 12)

    Gogol Ölü Canlar’ın ilk cildini yayımladıktan sonra, ölümüne kadar geçen on yıl boyunca romanının devamını nasıl getireceği konusunda uzun uzun düşünmüştür. Yazdığı İkinci cildi en son, ölümünden kısa bir süre sonra yakacak olan Gogol, sanki o olağanüstü yeteneğini yitirmiş gibidir. Özellikle ömrünün son yıllarında Tanrıya can-ı gönülden bağlı bir Hıristiyan olan Gogol’ün Ölü Canlar’ın tasarladığı diğer ciltlerini yazmasının temel amacı “insanlıkla eş değer gördüğü memleketi Rusya”da meydana gelen olumsuzluklardan, erdemden, ahlaktan, doğruluktan adına her ne dersek diyelim uzaklaşan Rus insanın sorumlu tuttuğunu söylemek mümkündür. Yazarın Rus insanında görmeyi arzuladığı erdemin ise romanın ilk cildinde, Tanrının insana bahşettiği bire bin veren toprağında büyük bir özveriyle çalışan, çiftliğinde çalışan insanların hakkını teri kurumadan ödeyen, inancı son derece sağlam #Kostanjoglo ile temsil edildiğinden söz edilebilir. Gogol’ün “ Ölü Canlar’da kendisinin İsa peygamberi bir kurtuluş habercisi olarak görmesinden feyz alarak taşra beylerine Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri muamelesi yaptığını görürüz. Bunun yanında romanda toprağın kendisine sağladığı zenginliğin ters teperek dehşet verici bir cimriliğe dönüştürdüğü kimi karakterlere de rastlarız. (Nabokov: 2014: 87) Gogol’ün Hıristiyan inancına bağlılığı dikkate alındığında, yazarın, şeytanî arzuların bir temsilcisi olarak gördüğü romanın başkahramanı Çiçikov’un habis ruhunu iyileştirmek için İncil’in ahlakını bir kurtuluş olarak önerdiği anlaşılmaktadır. Zaten kendisinin de ömrünün son yıllarını, duvarlarına sarmaşık güllerinin tırmandığı bir manastırın bahçesinde, başlarında bir bere, yüzlerinde ilahi bir gülümseyişle bir fresk üzerinde her bir ayrıntıya büyük bir özen göstererek çalışan Rönesans’ın dâhileri gibi romanın geri kalan bölümlerini yazmak arzusuyla geçirmek istediği, anlaşılmaktadır. Nabokov’un Rus Edebiyatı Dersleri adlı kitabının Ölü Canlar’la ilgili bölümündeki şu sözleri de yazarın bu niyetini doğrular niteliktedir.

    Gerçekte yapmaya çalıştığı şey, hem sanatçı Gogol’ü hem de keşiş Gogol’ü memnun edecek bir şey yazmaktı.(…) Gogol edebiyat sanatının, hasta ruhlarda bir uyum ve huzur hissi yaratarak, o ruhları sağaltmayı hedeflemesi gerektiğine kanîydi. (…) Gogol’ün okura -daha doğrusu hayalindeki okura- vaat ettiği şey, olgulardı. Rusları hilkat garibelerinin “adi hususiyetleriyle”, tekil bir sanatçının kutsal şeylere saygısızlık içeren şahsi bakış açısıyla temsil etmeyeceğini söylüyordu; onun temsilinde “Rusların ulusal tabiatları tam anlamıyla, barındırdığı iç kuvvetlerin zengin çeşitliliği içinde ortaya çıkacaktı.” Başka deyişle “ ölü canlar”, “ yaşayan canlar” haline gelecekti. (Nabokov: 2014: 90-1)

    [1] Nikolay Vasilyeviç Gogol, Ölü Canlar, Çeviren: Hakkı Uslu, Elips Yayınları, 2007 Ankara,

    ————
    Kaynaklar
    • Vladimir Nabokov, “Rus Edebiyatı Dersleri”, İletişim, 2014, İstanbul
    • Karaca, Birsen, “Rus Edebiyatının Açılımları”, Kavis, 2010, İstanbul
    • Berman, Marshall, “Katı Olan Her şey Buharlaşıyor” İletişim, 2009, İstanbul
    • Pospelov, Gennadiy, “Edebiyat Bilimi” Evrensel Basım Yayın, 2014, İstanbul
    • Günal, Zeynep, “N.V. Gogol’ün Hikâyeleri’nde Hiciv Sanatı”, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü 2008,
    • Küçükkalay, A. Mesud, ÖZMEN, Müjdat, “Aziz Nesin ve Nikolai V. Gogol’da Bürokratik Devlet Mekanizması: Kamu Tercihi Teorisi Bağlamında Çarlık Rusya’sı ve Türkiye Karşılaştırması” Osmangazi Üniversitesi, İİBF İşletme Bölümü, 2010

     

    #sayı25 #YevgeniOnegin #Koroboçka #mujik #RusEdebiyatınınAçılımları #ölücanlar
    #Nabokov #KatıolanHerşeyBuharlaşıyor #çiçik #çiçikov #poşlast #BirsenKaraca
    #RusEdebiyatı #poema #gogol #EdebiyatveTaşra

     

    romankahramanlari

    admin replied 6 months ago 1 Member · 0 Replies
  • 0 Replies

Sorry, there were no replies found.

Reply to: admin
Bir “Poşlast”ın Düş Atlası* Makale Yazarı: Zafer …
Cancel
Your information:

Start of Discussion
0 of 0 replies June 2018
Now