Roman Kahramanları
Bekir Yıldız: TAŞLAR MÜZESİ’NİN YAZDIRDIĞI ÖYKÜLER
-
Bekir Yıldız: TAŞLAR MÜZESİ’NİN YAZDIRDIĞI ÖYKÜLER
TAŞLAR MÜZESİ’NİN YAZDIRDIĞI ÖYKÜLER*
Makale Yazarı: Leyla Hanay
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ekim / Aralık 2012, 12. sayıda yayımlanmıştır.
Rayların hafızasına kazınmış yol hikâyeleri, gurbet yoluna serili umutlar, dilde mahşer gönülde korku kent, sahip olunamayan toprağın azapları, bozkırın ortasında namus olmuş çocuk gelinler…
Hepsi çarpıcı, gerçeğin ta kendisi. Yıldız öyküleri; yazarının havasını soluduğu, sırtını dayadığı, güneşinde yıkandığı toprağın sesi…
Bekir Yıldız’ın en büyük silahı nesnel gerçekçiliği. Töreye bağlı yaşam biçimini irdelerken parmakları toplumun nabzında. Her atışı, her duruşu okuyucusuna derinden hissettiriyor. Objektif aktarımındaki gizli yönlendirmeler fark ettirmeden okuyucuyu soruna odaklıyor ve düşünmeye başlıyorsunuz. Aynası topluma dönük olan yazar çizdiği tablonun bir parçası olduğunu saklamıyor. Bozkır çocuğu Bekir Yıldız’ı karşınızda buluveriyorsunuz.
Öyküleri #toprak yazıyor aslında
Bekir Yıldız’ın diliyle #Harran: “Toprak ve taş… Küçük küçük insan boyundan küçük kubbeli evler… Sanki yüzlerce yıl öncesine ait tarihi bir film çevirmek için kurulmuş… Taşlar müzesi… Dünyanın en bereketli toprağında, buğday denizinde yüzlerce yıl öncesini yaşayanların müzesi… İnsanın insana neler edebileceğini apaçık gösteren ibret müzesi ya da… Ve yaşayanlar var hâlâ, belki de Harran’ın taşlarından çok…”
Yazarımız öykülerinin ilk cümlesiyle okuyucusunu roman betimlemelerinin derinliğine çekiyor ve o coğrafyada kahramanın iç dünyasında yaşamaya başlıyorsunuz. Duruşunuz, diliniz ve hatta şiveniz değişiyor ve etkileyici bir finalle sizin gerçekliğiniz kahramanınkiyle buluşuyor. Farkına varmanın verdiği ince bir rahatsızlık, sızı içinizi kavuruyor.
Büyümeden gelin, çocuk olmadan ana, yaşamadan yaşlı, koca kadın
#Kavruk topraklardan sessiz bir çığlık yükselirken yıldızlarla örülü bozkır gecelerinde yanık toprak gökyüzünden büyük umutlar besliyor..
On bir yaşında idamlık gelin #Atiye’nin düğün davulunun ardına gizlenen de, toprağı kazıyan Hamise ananın tırnaklarından akan da, #Güllüşan’ın kara çarşafına rengini veren de, #Bedrana’nın boynundaki ilmiği ören de, Nazlı gelinin pak alnını kahpeye çıkaran da, nüfus adını silip kadını avrat eden de hep bu kara, sessiz çığlıkta boğuluyor, gizleniyor. İsimsiz kalıyor. Namus yoluna kurbanlık gelinler, ölüler, gurbete atılan adımlar, yiten hayatlar…
Bozkıra oturup bağdaş kurmuş #GavurDağları olan bitenin şahidi. Zaman bu topraklarda ezan sesiyle ya da ışıklarla ölçülüp biçiliyor. Gün horozun ağzından çıkışıyla başlıyor. Kadının çilesi de öyle… Doğumu kara bir haber gibi haneye düşüyor. Büyümeden gelin, çocuk olmadan ana, yaşamadan yaşlı, koca kadın oluveriyor. Adına #avrat denilip gelin olduğu ilk gün erinin tokadıyla küçücük yüzünde koca bir elin iziyle yaşamaya mahkum ediliyor. Taşıdığı #namus kendisinin dışında herkesin… Babasının, erkek kardeşinin, erinin, kanlısının ve hatta oğlunun. Canından bildikleri gün gelip canını alıyor. Adı töre konuyor.
“Bozkır Gelini”nde “ El iman, el namus…” lafıyla on bir yaşında namus oluyor Atiye. Dağlar demir parmaklık, Atiye ölümün mahkûmu…
“#DavutİleSedef”in öyküsünde obasının hasretini çeken çocuk gelin Sedef dağ yolunda namusundan oluyor. Cezası ölüm. Ölüsüne başlık parası kadar değer biçiliyor. Töre terazisi Sedef’in diğer kefesine kız kardeşini koyuyor. Kız kardeş Davut’a gelin… Babasının tek şartı var: “Sedef’in cenazesi kalksın bacısını öyle götür.” Yaşarken de hiç karşılık vermeyen Sedef’ciğin ölüsü de susuyor. Bozkırda sessiz çığlığın silik izi kalıyor.
“Bedrana” kara yelin önüne kattığı talihsiz gelin… Hafifti toza boğuldu, güçsüzdü yere yığıldı.
“Kadın dar bir pabuçtur, sıkılınca atılır, emme işin içine namussuzluk karışınca atamazsın, vurmak düşer er kısmına. Seni ben bağışlasam baban kardeşin sırada. Bakalım onlar bağışlar mı? Oba kan ister benden kan, kan!.. ”
Kara yelin sildiği yollar Bedrana gelinin son nefesiyle aydınlanıyor. Kalkan leke obaya huzurunu geri bağışlıyor(!)
“Fortsuz açılmayan ağız”;
“#Sinema. Harem bölümüne bakıyorum. Ancak ara sıra filmin ışıklarıyla çarçaflara aydınlık düşüyor. Suskun onlar. Kadınlık yazgılarını seyrediyorlar, diye düşünüyorum. Değil sevmeye, sevilmeye bile hakları olmayan kadınlardı bunlar. Filmden ders almaları için getirilmişlerdi sanki…”
#Yazgı… Filmdeki talihsiz kadının bedenine saplanan bıçak ve duyulan sesler…”Oh, oh eliye sağlık kurban!” Bu ses kadınların gökyüzüne astıkları umutlarını sönmüş birer yıldız gibi düşürüyor, toza bulayıp çamura saplıyor. Çaresizlik, teslimiyet ve ufalmışlık hakimiyetini erkek kahkahaları arasında ilan ediyor. Adına kader deyip boyun eğiyor kadın. Suskun.
#Kanbedeli “kara çarçaflı gelin”;
Töre buyurur. Ölü evinin kanı soğumadan ağıtların yükseldiği haneye gelin gitmelidir titrek, ürkek çocuk bedeni. Ak gelinlik haramdır gün görmemiş yüzüne. Katil babanın aldığı cana bedel biçilmiş, kara çarçafına büründürülüp gelin edilmiştir ölü evine.
“Bir Nazlı Vardı”;
Para saymasını bilmeyen Nazlı’nın önünde sayılıyor #başlıkparası. Ömrü toz, toprak ve hastalıkların toplamına eşit. Gelin olup gidiyor kahpe damgasıyla dönüyor baba evine.
“Nazlı büzüldü. Nazlı korktu. Canı titrer, dili kar gibi erir oldu ağzında.”
“…Demem odur ki oğlum, bacısı kahpe olana kız bulmak kolay değildir.”
“Düşündü, kınasını düğününü, düğün gecesi koynuna giren delikanlıyı. Eri olamadı hiçbir zaman. Sadece yüzünü ve ellerini öpmüştü.”
Gün görmemiş Nazlı gelinin önemsediği, avrat kimliğinin dışında insanca muamele gördüğü tek bir günü vardır.
“Nazlı, seni kim öldürürse öldürsün, yeter ki ellerini ellerine alıp uzun uzun öpen öldürmesin.”
Bekir Yıldız öykülerinde zülfü gerdana düşmüş sevgililer, sevdalılar da var elbet; ama hiç bir ayrılık kavuşmanın saadetini yaşayamıyor. #Değişmeyenyazgı ölüm, gelip hemen kapıyı çalıveriyor. Seven bedenlerin sarılması söz konusu değil, kavuşmayı da ayrılığı da gözler yaşıyor. Gözler kucaklaşıyor, gözler ayrılıyor.
Kadının tek serveti var. Işıksız odalarda gizlediği, eline geçenle düzdüğü ve tarihi alnında yazan saate sakladığı #ÖlüBohçası.
Ve kadın. Gezdiği topraklarda hep gebe. Her mevsimin hasadına eşlik eden bir doğum. Doğumun ardından gelen yılmışlık ve çöküş. “Ekmek” diye dövündüğü toprağa karışan bebesi. Ana toprakta ana olurken ölen kadınlar, kadınlarımız.
Doğuramayan kadının yazgısı “#Kuma”
#Gülbahar kumasını hamamda kendi seçer. Çocuğu verecek olan kadındır. Verememişse suçludur. Boynu bükük kocasının alnını ak edecek, yediği ekmeğin hakkını verecek, kendine bir kuma seçecektir. Ama yine de mutludur; çünkü; #Feride’yi dölleyecek adamın her zaman yarısı kendisine ait olacaktır.”
Hepsi gerçek kadın öyküleri. Yaşanmış, yaşanmakta ve yaşanacak…
Bekir Yıldız’ın kalemi sert, dili acı; ıstırap gömdüğü satırlardan sözcüklerden adresini şaşırmadan okuyucusuna ulaşıyor. Usta güçlü gözlemiyle sahnedeki oyun salonunu dolduruyor. Kadın özgürlüğü en önemli meselesi; ama bunun yanında törenin işlettiği cenderede ezilen herkes kahramanı.
“Doğunun insanı isyan etmedi. Doğunun insanı boyun eğdi Tanrı buyruğuna…”
Tabiatın zulmü karşısında gösterilen kabul. Yüzlerde sefaletin damgası Şark Çıbanı.Yara yüzünden burnu düşen tirnik bebeler…
Yazar coğrafyanın insan bedenine çizdiği resmi bütün renkleriyle ele alıyor. Nasırlı çatlak eller, ayaklar ve kavruk tenler. Çekilen çileye ve uzak hayallere şahit.
“#Karavagonlar ve kara vagonlarda unutulmuş insanlar.”
Doğu yazgısını ölümle, sefaletle kardığında tek umut başka diyarlar oluyor. Ama gurbet acı… Sığamıyor bir avuç toprağa sığan insan bedeni, trenin çizdiği yollardan ulaştığı gavur memleketlerine. İnsan hafızasına buğday başaklarının altın rengi ve ateşin içinde oynaşan bereket düşüveriyor ve daha bir gurbetlik çöküyor yılmış omuzlara. Bu topraklarda tren gurbet demek.
#Tren dağları iplik iplik örer. İsimsiz avrat trende doğurur bebesini. “Uşak oğlanmış, adam sevinçli…”
“Sahipsizler”;
Yurtdışı çileli serüvenin bir başka sahnesidir. Yazarımız çarpıcı ve etkileyici örneklerle bu ıstırabı dile getirir. #RagıpBaba yurt dışında ölür. Ölüsünü yakar ve küllerini “#MadeinGermany” yazan bir vazoya koyarlar. Bir başka öyküsünde işsizlik ve sınır dışı edilme korkusuyla ölen bebeklerini evde bırakıp işe gider anne ve baba.
Adına #fabrikaesansı denen koku gurbetin kokusudur. Demir, duman, yağ, kir, boya ve alın teriyle karılır; horoz sesi yerine çanlarla gelen güneşin altında etrafa yayılır. Bir çeşit köleliktir #gurbetteişçiolmak.
Sahipsiz topraklarda hüküm süren ağalık;
Toprak mı insana bağlı, insan mı toprağa? Bekir Yıldız öykülerinde insan toprağın toprak ağanın malıdır. “Köpek” öyküsünde Hacı Ağa içindeki toprağıyla, insanıyla, hayvanıyla köyünü satar. Değer biçilir insana da davara biçilen kadar.
“Köyümde on dört deve, sekiz at, on yedi merkep vardır. Yüz otuz altı davar, on çift sığırım, yirmi altı iri azap (insan), üç tane asker ocağında altmış küsur sübyan vardır. Otuz altı avrat, yirmi sekiz gelinlik ve de yakında dört tane başka köylerden gelecek acar kız vardır.”
Obaların yasası… Kan Davası…
Tanımadığı yüze, görmediği bilmediği bir davanın kurşununu sıkmak boyun borcu genç delikanlıların. Yapmazsa, yapamazsa yürüdüğü toprak kızgın, tepesine doğan güneş öfkeli, toprağındaki buğday bereketsiz, sevdasını çektiği güzel küskün ve anasının sütü haram. Yıldız’ın öykülerinde sık sık karşımıza çıkan bir gerçek kan davası. Yitip giden her can, köyün obanın yaşam pınarı. Yazarın parmak bastığı değişmeyen, değişmesi gereken bir yazgı.
Çoğu kez ananın, eline tutuşturduğu silah ve sonu gelmeyen ölümün ucunda yaşamlar.
Ağıt…
Ölüm yaşamın önüne bu kadar geçmişken öykülerin değişmez görevlisi ağıtçı kadınlar.
“Bilirdi o, ağıtçıların en ünlüsü olduğunu. Ölünün üzerine sahiplerinden güzel kapanırdı hep.
Aldığı parayı, çoğu kez de para yerine verdikleri ateşi, bulguru hak etmek için neler söylemesi gerektiğini bilirdi.”
“Türkiye camlara yazılmış.”
Yol hikayeleri… Bir otobüse, bir trene sığmış koca bir ülke… Almanya’dan gelmiş. Teybi elinde, naylon gömlekli bir zat, şoförün tipine bakıp bilet kestiren yolcular, yanına erkek yolcu oturtulmayıp korunan kadın namusu, yazarın kalemine camdan yansıyan hayatlar.
Bekir Yıldız kalemine doğuyu, doğunun çilesini sarmış, ilmik ilmik bütün gerçekliği ve renkleriyle insan öykülerini ve manzaralarını büyük bir ustalıkla örmüş bir yazar. Okunmalı. Mesaj kaygısından uzak verdiği mesaj alınmalı.
* Ordu Hamdullah Suphi Tanrıöver Ortaokulu Türkçe Öğretmeni
#yolhikayeleri #umutlar #çocukgelinler #nesnelgerçeklik #töreyebağlıyaşam #aynasıtoplumadönük #bozkırçocuğu #kubbeli #büyümedengelin #çocukolmadanana #yaşamadanyaşlı #kocakadın #idamlıkgelin #Hamiseana #Nazlıgelin #kadınınçilesi #bozkırgelini #töre #gerçekkadınöyküleri
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.