Andreas: KURBANLAR VE CELLÂTLAR

  • Andreas: KURBANLAR VE CELLÂTLAR

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 12:16'de 11 Temmuz 2024

    KURBANLAR VE CELLÂTLAR

    Makale Yazarı: Altay Ömer Erdoğan

     

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Ocak/Mart 2018) 33. sayıda yayımlanmıştır.

    “Ölüm acısının çekildiği yerde bunun bir imgeye dönüştürülmesinde, o imgenin kurbanları yok eden dünyanın tüketimine sunulmasında insanı utandıran bir şey var.”
    Adorno

    “Görünüşte laf olsun diye söylenmiş bazı sözler birdenbire hileli bir havaya bürünür. Ağırlaşıp tuhaf bir şekilde hız alarak gelecek zamanın herhangi bir bölümünde bir yer açmak üzere, konuşandan öne geçer, hedefini kesinlikle bulan bir bumerang gibi korkunç, konuşana geri döner yine. Gelişigüzel bir konuşmanın düşüncesiz boşboğazlığından, çokluk ölüme giden bir trendeki ayrılık konuşması sırasında duyulan şu müthiş kasvetli ve donuk sözler, bütün kaderle ilgili şeylerin korkunç, aynı zamanda da sihirli gücünü birdenbire gören söz sahibinin üzerine kurşundan bir dalga gibi çöker. Sevdalılarla ölüme adanmış erler, içleri hayatın kozmik kudretiyle dolmuş olanlar bu kuvvete sahip olurlar bazen ayırdına varmaksızın, ani bir parıltıyla “taltif” edilir, bir yük altına girerler, o sözler gittikçe çöker, çöker içlerine.” (s.10)

    Heinrich Böll, #DünyaSavaşı yaşamış bir ulusun bireylerinin içlerine çöken barışçıl bir dünya umudunu her zaman yedekte tutarak anlatmış 20. yüzyılın en önemli yazarlarından biri. Kaleme aldığı ilk roman olan Trenin Tam Saatiydi (1) ise savaşın ve militarizmin soğuk yüzü ile ona maruz kalanların insani duyguları üzerinden #kurban ile cellâdı tarih tezgâhına yatırarak sorgulayan ve sorgulama sonucu elde ettiği yapboz hâlindeki #vicdan parçacıklarını #toplumsalbellek bütünlüğüne ulaştıran bir yapıt. Meleklerin bile sustuğu bir tarihsel sıkışmışlığın tablosu. “Tablonun içi yavaş yavaş doluyor… Bu mozaik parçaları bir araya gelince tablo tamamlanmış oluyor… sizin, sizlerin… yaptığınız savaşın… ordunuzun tablosu…” Aslında insanı utandıran pek çok şey var! Ama “bütün bunların böylesine saçma olması korkunç bir şey. Her tarafta öldürülenler suçsuzlar. Her yerde. Bizden ölenler de öyle.” Öyle ki “kader”i bile tırnak içine alan zaman her şeyi yok etmiş; “(…) var olanlar, yalnızca kurbanlarla #cellâtlar.” (s.105) Hakikat bu ikilemden okunacak, kurbanın gözündeki belirsizlik çaresizliğinin dillendirdiği bir sözcüğe eklenecek; “yakında…”

    “Yakında” anlatının nirengi noktası. #Kahramanımız (kaldı ki kahraman olmak istemiyor!) yakında, diye düşünüyor. Düşüncesi #belirsizlik ile #anlamsızlık arasındaki görünmez tel örgüye takılıyor. “Bu ‘#yakında’ ne zaman acaba?” (s.12) sorusu savaşın ne zaman biteceğine gelip dayanıyor. Cepheye katılma emri almış er Andreas, “’Yakında’ öleceğim; daha savaş içinde. #Barış nasıl bir şeydir bilmeyeceğim. Yok barış. Hiçbir şey yok artık, ne müzik… ne çiçek… ne şiir… insanlar sevinemeyecek artık; ‘yakında’ öleceğim” (s.13) yanıtıyla umutsuzluğunu pencereden geçen şehrin siluetine yapıştırıyor. Bir sözcük olmaktan çok öte anlamlar çağrıştıran “yakında”, bir gök gürültüsü gibi fırtınayı ateşliyor sanki. Aydınlığında yeni bir hayat, yeni bir dünya yatıyor.

    Heinrich Böll’ün gözlerini açtığı dünya ise, sözcüğün tam anlamıyla “eski”dir. 1917’de 1. Dünya Savaşı’nın en karanlık günlerinde, tahtadan heykeller yapan #marangoz Viktor ile marangozun ikinci eşi olan Maria Böll’ün üçüncü çocukları olarak ailede yerini alır.2 Gençlik yıllarının bunalımı, büyük #Almanya’nın bunalımıyla iç içe geçer. Beş milyonun üzerinde işsizin yer aldığı toplumun ortak kaderi olan #açlık, #yoksulluk, #haciz ve #ırkçıpolitikalar aileyi de derinden etkiler. 1933’te Adolf #Hitler’in iktidara gelmesiyle Almanya’da oyunun ilk perdesi açılırken Böll de takip eden yıllarda şiirler ve öyküler kaleme alarak yazarlık hayatının ilk perdesini açmıştır.

    Böll, 1939 yazında #KölnÜniversitesi’ne kaydını yaptırır ama aynı yılın sonbaharında askere çağrılmasıyla üniversite öğrenimi yarıda kalır. Fransa, Polonya, Sovyetler Birliği, Romanya, Macaristan ve Almanya başta olmak üzere birçok cephede görevlendirildiği askerliği süresince ailesine ve 1942 yılında evlendiği eşi #AnneMarieCech’e mektuplar gönderir. Dört defa yaralandığı bu süreçte, üniversiteye devam edebilme gerekçesiyle dilekçeler yazarak, hasta olduğunu ileri sürerek, çürüğe ayrılmayı deneyerek, sahte izin belgeleri düzenleyerek çok sayıda askerlikten kaçma girişiminde bulunur. Bu hâliyle romanlarında ana hatlarını çizdiği kahramanlarına çok benzer. 1945’te esir alındığı Amerikalılar tarafından serbest bırakılır. Artık öykülerinde ve romanlarında anlattığı küllerinden doğan Almanya’da, #hayatmücadelesi ile #yazarlık uğraşı at başı gidecektir. Savaş sonrası kendisiyle yapılan söyleşilerden birinde, niye geç yaşlarda yazmaya başladığı sorulduğunda, “Kelimeler beni geç buldu!” diyecektir. Savaşın kesintiye uğrattığı milyonlarca hayattan yalnızca biridir Böll’ünki.

    Hayat ve ölüm hakkında doğru ya da yanlış o kadar çok şey söylenmiştir ki hayatta kalmanın gündelik hedef hâline geldiği savaş dönemlerinde varoluşsal kaygılar da rafa kalkar. Çünkü her gün, her şey yok oluyordur ve insan ne olduğuna dair sahip olduğu perspektifi de yitirmektedir. Böyle durumlarda büyük bir sessizlik başlar. “Hiçbir şey söylemeyenlerin sessizliği korkunç bir şey.” (s.22) Trenin raylar üzerinde çıkardığı ses bir nebze hayata dairdir. Trende tanıştığı erler Sarı ve Sakalı uzamış da hayata dairdir. Onların adlarını öğrenmenin bir gereği yoktur. Nasılsa tren cepheye ulaştıktan kısa bir süre sonra öleceklerdir. Andreas, ara istasyonlarda kaçabileceğini ve bir asker kaçağı olarak bir duvar dibinde kurşunlanana kadar daha fazla hayatta kalmış olacağını aklına getirse bile, yerinden kımıldayamaz; “bu tren bana ait, ben de bu trene aitim, beni başıma gelecek şeye doğru götürüyor,” (s.27) diye düşünür. Ölüm korkusu taşımasa da, ne olduğu belirsiz bir merak, bir huzursuzluk içini kaplamaktadır. Tamamlanmamış, yarım kalacak bir hayat değildir onunki; hiç yaşanmamış bir hayat! Diğer erler de farklı değil; ölüme giderken kumar oynuyorlar, içki içip sarhoş oluyorlar, bir umursamazlık mı? Hayır, insanın içini emen bir şey olduğuna kanaat getiriyor Andreas; uçuruma bir şeyler boşaltmak isteyen bıyıkları terlememiş delikanlıların provasız oyunu bu. Karşı raylardan başka bir cepheye yol alan trendeki ilk kez cepheye taşınanların #BüyükAlmanya için uğuldadıkları coşkulu şarkılar bölüyor sessizliği.

    Bu provasız oyunda kaderleri değilse bile kökenleri birbirine benzeyen genç insanların savaşın motor gücü olmaları anlamsız, anlamsız olduğu kadar acımasız geliyor okura. #WilhelmReich’ın 1930-1933 yılları arasında kaleme aldığı #FaşizminKitleRuhuAnlayışı’nda ana hatlarını çizdiği orta sınıf bireyi, bu kısa romanda Böll’ün cepheye taşınan erler üzerinden ete kemiğe büründürdüğü ve bir karakter altında topladığını iddia edebiliriz. Reich’a göre “Alman faşizminin tutunduğu ana menteşe ırk kuramıdır.” Doğal cinsel yaşam ile orgazm işlevi karşısında duyulan öldürücü korkunun ırkçı davranış biçimlerine neden olduğunu ve Nazilerin cinsel baskı sonucunda biriken enerjileri yücelterek ya da saptırarak ırk uğruna savaşmaya hazır bireyler yarattığını öne sürer. Reich’a göre “Alman savaş önderleri, insan öldürmeye yarayan sert matematik bilimini hiç durmadan deneyen ve yetkinleştiren bilim adamıdırlar. Hepsi birer matematikçi, mühendis, kimyacı gibi en karmaşık sorunları çözecek biçimde yetiştirilmişlerdir. Sanatın ya da düş gücünün hiç işi yoktur burada. Onlar için, savaş uygulamaya konmuş bir fizik bilimidir. Alman askerinin ruhbilimsel eğitimi onu bir kafa koparıcı, deri yüzücü kılmaya yöneliktir. Uğraşı insan öldürmek olan, başka iş yapmayan bir paralı askerdir o. Kendini, yeryüzünün en sert, en acımasız insanı olarak düşünür.” (3) Böll, bu karaktere yine Andreas’ın düşünce dünyası ve tepkileriyle karşı gelmek ister.

    Andreas, “Tuhaf şey. Öpmüş olduğum tek bir kız bile yok” (s.36) diye geçirir aklından. Ama bir kahraman olarak ölmek için nedeni de yoktur; “er meydanında bir kahraman olarak ölmek kadar nefret edeceğim şey yoktu; bir şiiri hatırlatıyordu bu bana, oysa ben bir şiirde ölür gibi ölmek istemiyordum.” (s.38) Dolayısıyla öldürmek de istemez. Asker de olmak istemiyordur aslında, silahını Paul’ün dolabında bırakması bu yüzdendir. #Piyanist olmak istemiştir Andreas, önce zorunlu meslek okuluna yöneltilmesi sonra da askere çağrılmasıyla sanat eğitiminden mahrum kalır. Yalnızca birkaç saniye gördüğü bir çift gözün peşinden hayatını yollara adayabilir, ama son durağı ölüm olan bu kasvetli tren yolculuğu Andreas’ın hayatının olduğu kadar savaşın da önemli simgelerinden biri. Andreas, hem Doğu’ya, #Galiçya’ya hem de içine yolculuğun belirsizliğinde, savaşın insani yüzünü yüzünde toplayan bir Alman genci olarak barışı kurmanın mümkününü ve savaşsız bir dünyanın kapılarını araladığını ne kadar bilmese de sevginin örgütlü şiddete ve dünyaya karşı ne kadar güçlü bir dayanak olduğunu kavrayacaktır. Böll’ün romanları, bu anlamıyla toplumsal bellek ve vicdan temsillerinin sahnesidir.

    #Askerlik ve savaş ortamı, yukarıda değindiğimiz Reich’ın savlarını doğrular niteliktedir. Bir “#erkeklerdünyası” olarak bu ortam, potansiyel hayvani dürtülerin eyleme dönüştüğü bir alan olarak iğrençlik boyutuna varabilmektedir. “Bir nöbetçi amiri tecavüz etti bana. Yıkıldım, bulaşıcı bir hastalık gibiyim artık; dünyada hiçbir zevkim kalmadı, yemek yemekten bile zevk almıyorum, görünüşte yiyorum ama otomatik bir tıkınma, içmem de otomatik, uyumam da… Benim elimden bir şey gelmez, mahvettiler beni…” (s.55) diyor #Sarı. Bir insanın (!) hemcinsine reva gördüğü şey, savaşın mahvedici enerjisinin kaynağını işaret edebiliyor. “#Kadınsızlık” savaşın soğuk yüzü olarak yapışmış aynaya. Hazzın en ilkel nesnesine seslenen bir imdat çığlığı olarak bilinçaltında tutuluyor. Andreas, sivil bir trenle yolculuk etmeyi hayal ediyor; “Sivil bir trenle yolculuk etmek güzel şey. O trenlerin yolcusu yalnız erkekler değildir. Hep, daima erkeklerin arasında olmak feci bir şey, erkekler öyle kadınsız ki!” (s.60) Dini inanışlar ve Katolik ahlak da besliyor bu ortamı. Cemal Süreya’nın #Üvercinka’da dile getirdiği “Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler” mısrasına denklenmiş zaman. Zaman aktıkça, ruhları incitiyor. İncinen ruhlar Tanrıyla bir pazarlık hâlinde tutunuyorlar zamanın sıkışmışlığına. Bir ışık, bir çıkış peşindeler. Kör mağaralarından dünyaya uzatamıyorlar kafalarını. Andreas, “ölümümden bir önceki gece günah işlememeli, içki içip günaha girmemeli, duayı eksik etmemeliyim. Şimdi dua edip günahlarımın affını istemeli, tövbe etmeliyim. Tövbe edilecek o kadar çok şey var ki, böyle benimki gibi mutsuz bir hayatın bile tövbe edilecek tarafı çok” (s.70) sözlerine bağlıyor inancını. Ama buradan bile umuda bir patika açılmadığını fark ediyor olmalı ki, belki de son gecesini aktarma istasyonundan yol alınan gri panjurlu randevuevinde “bütün Alman ordusunun benden kıskanacağı bu güzel kızın yanında” (s.91) geçirmeye niyetleniyor. Kâğıtlarına mühür bastırabilecekleri bir ev burası, Andreas yer katındaki pencerenin kapalı olmadığının farkına varıyor burada. O pencerenin ardına kadar açık olanından bir kadının kalbine adım atıyor; kendisi ne kadar zorunlu bir askerse, o kadar zorunlu bir fahişe olan #Polonyalı “opera şarkıcısı”yla geçirdiği birkaç saat, hayatındaki eksik anlamı da tamamlıyor. Şehvetten ve cinsel yakınlaşmadan arındırılmış bu zaman diliminde kaderinin bir kopyasını da ekliyor geceye. Yıllarca annesi bildiği teyzesinin ona yetmeyen sevgisi ile bir önceki savaştan kalma yarası yüzünden ölen babasının gölgesini düşürdüğü hayatını savaşın bir başka kurbanı olan #Olina’ya teslim ediyor.

    Bütün gece onların olacak, bütün gece. “Seninle göklerin yedinci katında dans edebilirim, aşkın yedinci kat göğünde…” (s.101) diye gözlerinin içine bakıyor Olina’nın Andreas. Andreas’ın yüzüne bakıyor Olina, yineliyor; “Seninle göklerin yedinci katında dans edebilirim, aşkın yedinci kat göğünde…” (s.103) Genç adam, hayatındaki bu ilk buluşmanın son buluşma olacağı ihtimalini yadsımadan, insanlığın içinde bulunduğu duruma aldırmadan aşkın kollarına bırakıyor kendini. Şairin “Bir mısra daha söylesek sanki, her şey düzelecek” diye tırnak içine aldığı havaya #Bach’ı ekliyor. Birbirlerine okudukları mısralar, geçmiş güzel günlerin sade ama mutlu hayatına dair. Savaşın ortasında yarın tetiğe uzanacak parmakların gezindiği piyano tuşları, çağın bütün enerjisini ortaya çıkararak nasıl bir anlam ekliyor tarihe! Bir düşünün, savaşın sonunu getiren anlam, tam da bu! Andreas ekliyor; “yaşamanın tadını damağımda hissetmek de güzeldi, ayrıca.” (s.108) Harabe hâlini almış hayat, onarılabilecek bir tutamak edinmiş oluyor böylece. Mutluluk sahnesi bir yerde kopacak. Bunu herkes biliyor, bilmese de tahmin ediyor. Generalin Olina’yı alması için gönderdiği araç (“orospu arabası” diye adlandırılıyor romanda) kapıda, onunla birkaç saat daha fazla kalabilmek için üniformasını ve çizmelerini feda ediyor. Olina saatine bakıyor ve kendi kol saatini verirse, Andreas’ın çizmelerini kurtarabileceğini düşünüyor; “Bizim için gerekli değil artık.” Andreas, sevgilisinin gözlerinden gözlerini ayırmadan “Bırak kundurayı falan. Çoraplarımla da ölebilirim, çok ölen oldu böyle…” (s.123) diyor.

    Toplumsal bellek vicdan ile buluşmazsa, daha da çok ölen olacak!

    #İkinciDünyaSavaşı’ndan yıkılmış şehir görüntüleri dışında belleklere kazınan iki görüntü var; biri #trenler ve #istasyonlar, öteki #ekmek ve onu elde etme mücadelesi. Özellikle tren ve istasyonlarla ilgili olanı, ayrılışa ve kavuşmaya dem vurduğundan olsa gerek savaşın “odak noktası” olarak ele alınıyor dönem yazarları ve eleştirmenlerince. Paris Review için yapılan söyl
    eşide; yapıtlarında yer alan #ayrılışlar ve #kavuşmalar vurgusuna istinaden sorulan “Tren istasyonu, odak noktası mıydı?” sorusunu şu satırlarla yanıtlıyor Böll; “Ah, evet. Sanırım bu aynı zamanda savaşla ilgili cephelere yol alan yüzlerce tren seferi ve vedalaşmanın her zaman bir son sahne olabileceğine dair. Kimse şunu bilmiyordu: ‘Birbirimizi tekrar görecek miyiz?’ Ben maalesef bir yerden ayrılırken ve yeni bir yolculuğa başlarken bu metafizik deneyimi yeniden yeniden yaşıyorum. #Veda, her defasında muhtemel bir sona göz kırpıyor. Gitmek her zaman zordur. Gerçekçi yön, mecazi olanı dışlamamalı – benim yorumum, burada dünyada kendimizi bir bekleme odasında bulduğumuz.” (4) Bekleme odası, bana kalırsa, her ne kadar belirsizlik ima etse de umuda pencere açmaktadır. İnsan, (Böll’e göre de) geçmişiyle olduğu kadar geleceğiyle de yüzleşebilmelidir.

    Savaş sonrası oluşturulan toplumsal bellek başlı başına bir mücadele alanı hâlini aldığından, #travmasonrası #yüzleşme kendine rağmen ve ötekilik kurgusu geliştirerek sürecektir. Parçalanmış hayatlardan yola çıkan Böll ve dönemin toplumcu gerçekçileri ‘harabe edebiyatı’ yaptıkları gerekçesiyle aşağılanacaklardır. Kendisi, bu konuda şu satırları kaleme alır: “Bizim neslin, 1945’ten sonraki ilk yazarlık denemeleri, #harabeedebiyatı diye tanımlanarak, aşağılanmak istendi. Biz bu tanımlamaya karşı çıkmadık, çünkü bir haklılığı vardı; gerçekten, haklarında yazdığımız insanlar harabelerin üstünde yaşıyorlardı, savaştan dönmüşlerdi, erkekler ve kadınlar aynı oranda yaralıydılar, çocuklar da. Ve keskin bakışlılar görüyorlardı. Kesinlikle tam bir barış içinde yaşamıyorlardı, kendileri, durumları ve çevreleri pek sevimli değildi. Biz yazanlar ise kendimizi onlara o kadar yakın hissediyorduk ki, nerdeyse kendimizi onlarla özdeşleştiriyorduk. Kendimizi karaborsacılarla ve karaborsacıların kurbanlarıyla, kaçaklarla ve değişik nedenlerle vatansız kalan herkesle, öncelikle de çoğunluğu garip ve düşündürücü bir durumda olan, ait olduğumuz nesille özdeşleştiriyorduk: eve dönüyordu bu nesil. Sonunun geleceğine kimsenin inanmadığı bir savaştan geri dönüştü bu. İşte biz savaş hakkında, #evedönüş hakkında ve savaşta gördüklerimiz, eve dönüşte gördüklerimiz hakkında yazıyorduk: harabeler hakkında. Bu ise genç edebiyata yakıştırılan üç kavramı doğuruyordu: Savaş, eve dönenler ve harabe edebiyatı.” (5)

    Edebiyatına ne ad verilirse verilsin o, utanca ortak olmamak için kelimelere sarıldı. “Ben onları hiçbir şeyden koruyamıyorum; korkum bu benim. İnsanların kalpsizliğinden” (Ve O Hiçbir Şey Demedi, s.126) derken savaş bitse bile ıstırabın sürdüğüne; “Yeryüzünde herkes birbirine yabancıdır ya..” (Palyaço, s.40) derken de nedenine işaret ediyordu. Böll’e kulak verip hiçbir şeyi düşünmüyorum da, tek Olina’nın kırık dökük bir araba parçasından aşağı sarkmış elinden Andreas’ın yüzüne damlayan kanı düşünüyorum ve haritanın neden bu kadar sarı olduğunu. Bu sarı haritayı Büyük Almanya rüyasının bir kurbanı olarak bir dünya savaşı süresince adımlamış Böll, “İnsanın yönetilmek için var olmadığını ve dünyadaki yıkımların sadece dışsal azımsanacak türde olmadıklarını, bu yüzden kısa sürede düzeltilemeyeceklerini hatırlatmak bizim görevimiz” (6) dedikten sonra kötülüğe karşı ortaya koyacak bir vicdanımız olduğuna, öte yandan iyi şeylere neden aramamamız gerektiğine inandırıyor bizi. Yetmez mi?

    NOTLAR:
    (1) Yapılan bütün alıntılar Trenin Tam Saatiydi’nin Can Yayınları’nın Haziran 2016 tarihli 2. basımından yapılmıştır. Zeyyat Selimoğlu’nun duru ve akıcı çevirisini özellikle anmak gerek.
    (2) Dosya kapsamında yer alan Gültekin Emre’nin “Fotoğrafta Kadın da Var” adlı yazısında Heinrich Böll’ün çok çocuklu bir ailenin altıncı çocuğu olduğu belirtilmekte. Yazarın babasının ilk evliliğinden üç üvey kardeşi de bulunmaktadır.
    (3) Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Çeviren: Bertan Onaran, Payel Yayınları, İstanbul 1975, s. 400-401
    (4) Heinrich Böll, Art of Fiction No.74, söyleşiyi yapan A. Leslie Willson, the Paris Review, sayı 87, İlkbahar 1983
    (5) Böll, “Harabe Edebiyatına” Sahip Çıkma, Heinrich Böll Yaşamı ve Eserleri, Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği, İstanbul 2009, s.15
    (6) Böll, age, s.15

    #kahramanolarakölmek #göklerinyedincikatındadans

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
KURBANLAR VE CELLÂTLAR Makale Yazarı: Altay Ömer …
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi