Ama Serçe Yine de Düşer…
-
Ama Serçe Yine de Düşer…
“Ama Serçe Yine de Düşer…”*
Makale Yazarı: Sinan İpek
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ocak/Mart 2021, 45. sayıda yayımlanmıştır.
Kafatası kemikleri üzerine uzmanlaşmış bir sosyal antropolog olan Mary Doria Russell, 42 yaşına kadar –kendi ifadesiyle proje önerileri dışında– kurgusal hiçbir şey yazmamıştır. Ta ki Neandertal adamının kaş çıkıntısı ve yamyamlığı üzerine çalışırken aklına bir öykü konusu gelinceye değin… İlkin yazma güdüsünü bastırmaya çalışsa da nihayetinde 10-15 sayfalık kısa bir öykü olacağını umarak Serçe’yi yazmaya başlar. Ancak, öykü uzadıkça uzar ve sonuç, bilimkurgunun başyapıtlarından sayılan, bol ödüllü bir roman olur.
Serçe, 4 ışık yılı ötedeki “Rahkat” gezegeninden gelen gizemli bir müziğin etkisine kapılan bir grup bilim insanının çıktığı keşif yolculuğunu ele alıyor. Bu yolculuğa Cizvitler sponsor oluyor. Amaçları mottolarıyla aynı: Ad Majorem dei Gloriam, yani Tanrı’nın şanını yüceltmek için. Romanın en önemli kişisi Rahip Sandoz, olağanüstü bir dil öğrenme yeteneğine sahip ve Rakhat’tan gelen müziğin tanrısal olduğuna inanacak kadar iyimser. Ancak işler bir süre sonra fena hâlde sarpa sarıyor ve ilk temas felaketle sonuçlanıyor. (Bilimkurgu yazınında yabancı bir türle ilk karşılaşma, “İlk Temas” olarak adlandırılır.)
Russell, Serçe’yi o yıl yazıp bitirse de kitabın yayımlanması 1996’yı bulur. Bu süre zarfında kitabı yayımlatmak için birçok girişimi başarısız olmuş, kendi ifadesiyle tam 31 kez reddedilmiştir. Hiçbir yayıncı, astronot rahiplerin öyküsüne bir şans tanımak istemez. “Bana dediler ki: Bu sadece bir bilimkurgu romanı değil, bu konusu din olan bir bilimkurgu romanı…”
Ancak bu başarısızlıklar onu yıldırmaz ve yayıncıların kapısını çalmaya devam eder. Bu yüzden kendini “dünyanın en neşeli karamsarı” olarak tanımlıyor.
Serçe’nin yazılışı Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinin 500. yılı kutlamalarına denk gelmiş (1992). Russell, insanların Kolomb’u anlamadığını, onun Amerika’yı keşfetmek için yola çıkmış biri gibi algılandığını söylüyor. “Sanki,” diyor, “Kolombus İspanya’dan ayrılmadan önce ‘Hadi gidip nüfusunu yok etmek için bir kıta keşfedelim ve oraya Avrupalı göçmenleri davet edelim, sonra da araba falan yaparız’ demişti. Aslında adam Japonya’ya gittiğini sanıyordu! Kolomb bir grup denizci ile yola çıkmıştı. Denizciler Avrupa kültürünün en iyi temsilcileri sayılmazlar. Benim amacım, günümüzün eğitimli, entelektüel insanlarını o cahil denizcilerle aynı pozisyona yerleştirmekti. Onları bir gemiye bindirip bilinmeyen bir gezegeni keşfe yolladım, çünkü Dünya’da keşfedilecek yer kalmamıştı. Bu yüzden de romanım bilimkurgu olmak zorundaydı. Yazdıkça bu iş beni kendine çekti. Yazarken diyalogların arasına duraklamalar koyuyordum. Çevreyi gözlüyor, etraftaki manzarayı, kokuları tasvir ediyordum. Bütün bunlar çok hoşuma gitti. İyi bir okuyucuydum ama asla kurgusal eserler yazmayı düşünmemiştim. Çocukken bir antropolog olmak istiyordum ve yirmi sene boyunca yaptığım meslek de zaten buydu.”
Russell, Serçe ile James Bliss adlı yazarın A Case Of Concienc’ adlı eseri arasında konu itibarıyla benzerlikler olduğu yönünde bir takım suçlamalara maruz kalmış. Bu eser de “Cizvitler Uzayda” temasını ele alıyormuş. Ama Mary Bliss’in eseri yayımlandığında henüz 8 yaşında olduğunu ve bilimkurgu değil Siyah İnci tarzı şeyler okuduğunu söylüyor. Genellikle, ele aldığı konuyla direkt olarak ilgili kurgusal eserleri okumaktan kaçınıyor çünkü etki altında kalmak istemiyor. Bunun bir istisnası Serçe’yi yazmadan önce Ursula K. Le Guin’in Karanlığın Sol Eli adlı yapıtını tekrar okumasıymış. Bu eserin bir klasik olduğunu düşünüyor. “Doc”u yazarken Rüzgâr Gibi Geçti’yi okuduğunu da söylüyor ama bunu yapmasının nedeni Rüzgâr Gibi Geçti’nin yazarı Margareth Mitchell ile ünlü silahşor Doc Holliyday’ın ikinci dereceden kuzen olmalarıymış.
Russell, romanlarını yazmadan önce yoğun bir araştırma sürecinden geçiyor ve yazılmış mektuplardan, biyografilerden ve tanık ifadelerinden yararlanıyor. Tarihsel romanlar için bunun doğal olduğu düşünülebilir ama aynı şey Serçe ve devamı olan Tanrı’nın Çocukları için de geçerli. Bu kitap için misyonerlerin deneyimleri ve mektuplarına başvurmuş. Tabii, uzay yolcuğu ve genel olarak botanik, gezegen ekolojisi gibi konuları da es geçtiği düşünülemez. Zaten kendisi de bir sosyal antropolog olduğu için, romanını sağlam bir bilimsel temele oturttuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Aşağıdaki alıntı, doğrudan Russell’in kendi Facebook sayfasından alınmıştır (çeviren: Sinan İpek):
Serçe 1996 yılında yayımlandıktan sonra prestijli Arthur C. Clarke Ödülü de dâhil olmak üzere birçok ödül kazandı. Sir Arthur kazananları kendi seçmiyor ama her yılın kazanan romanının bir kopyası kendisine gönderiliyor. 1997 yılında bir sabah, bizzat Arthur C. Clarke tarafından yazılmış olan bir e-posta aldım. Sri Lanka’daki evinin balkonuna uydu çanağı Cizvit bir arkadaşı tarafından takılmış. Ayrıca “Serçe”yi okuduğunu söyleyen Papa’nın astronomu George Coyne ile de teması olmuş. Bir e-postada Peder Coyne kitabı oldukça iyi bulduğunu söylemiş ancak dürüst olmak gerekirse onu gerçek bir bilimkurgu saymadığını da eklemiş. Onun görüşüne göre, bilimkurgunun matematik, fizik veya astronomi ile ilgili olması gerekirmiş.
Arthur C. Clarke ona şöyle demiş: “Bakın millet, Arthur C. Clarke ödülü mistik kitaplara verilmiyor. Ben biyolojik antropoloji alanında doktora yaptım ve başım dik bir şekilde kendimi bilim adamı olarak adlandırıyorum. Gerçi “Serçe”de çok fazla matematik olmadığını kabul ediyorum ama hikâyeyi anlatmak için yeterli miktarda fizik ve astronomi var. Ayrıca dilbilim, sosyal ve kültürel antropoloji, jeoloji, meteoroloji, klimatoloji, paleontoloji, karşılaştırmalı anatomi ve nüfus genetiği gibi bilim dalları da var.”
Bunun üzerine Peder Coyne bilimin ne olduğu hakkındaki tutumunu güncellemesi gerektiğini söylemiş.
Sir Arthur, “Serçe”yi sevdiğini ama kitaptaki “Hey, çocuklar, haydi bir uzay gemisi inşa edelim!” şeklindeki yaklaşımı naif bulduğunu da eklemişti. Bunun gerçek dışı bir yaklaşım olduğunu düşünüyormuş. Ben de Alfa Centauri’ye ulaşmak için gereken süre ve teknoloji konusunda biraz iyimser tahminlerde bulunduğumu kabul ettim.
Öte yandan, birçok bilimkurgu yazarı (Sir Arthur dâhil) yıldızlararası seyahatte insanları ya kış uykusuna yatırmış ya da dondurmuşlardır. Kış uykusunun ya da dondurmanın en az benim kitabımdaki fizik kadar inanılmaz olduğunu ekledim.
Yıldızlararası seyahat hakkında bir hikâye anlatmak için, bilim ve kurgu arasında seçim yapmak zorundasınız. Birinden biri hakkında yalan söylemek zorundasınız. Siz biyoloji hakkında yalan söylediniz ben fizik hakkında yalan söyledim.”
Sir Arthur’un cevabı, “Doria 1, Clarke 0!” şeklinde olmuştu. Sonradan aramızda kısa kısa ama eğlenceli notlardan oluşan bir yazışma devam etti. Bana hep “Doria” diye hitap eder, kendisine de “Art” derdi.
Mary Doria Russell, asıl çıkışını bilimkurgu ile yapmışsa da sonradan bu tarihsel romana yöneldi. Aşağıda kısaca inceleyeceğimiz bu yapıtlar Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yıllarını ele alan A Thread of Grace (2005) ve Gündüz Düş Görenler (2008) ile Vahşi Batı’da geçen biyografik Doc (2011) ve Epitaph (2015) adlı romanlardır. Ne yazık ki Serçe, Tanrı’nın Çocukları ve Gündüz Düş Görenler hariç, bu yapıtlar henüz Türkçeye kazandırılmamıştır.
Russell, Tanrı’nın Çocukları’nın devamını yazmayı düşünmediğini çünkü öykünün o noktada artık tamamlandığını söylüyor. “Her hafta en az bir hayrandan kitabımı üçleme yapıp yapmayacağımı soran bir elektronik posta alıyorum. Ama hayır. Öykü orada bitti. Zaten 1996’dan beri kitabı elime almadım. Sizin kafanızda öykü taze olabilir ama ben uzun zamandır onu okumuyorum bile. Zaten benim aram ikilemelerle iyi. İki bilimkurgu, iki yirminci yüzyıl tarihi romanı ve iki de western yazdım.” Mary, Tanrı’nın Çocukları’nı Serçe hayranlarının talebi üzerine yazmadığını, Serçe basılmadan önce devam kitabının 23 bölümünün zaten yazılmış olduğunu da sözlerine ekliyor.
A Thread Of Grace
Mary Doria Russel Tanrı’nın Çocukları’nı yazdıktan 7 yıl sonra A Thread Of Grace’i yazmaya başlar. İkinci Dünya Savaşı’nda İtalya’daki Yahudilerin hayatını konu alan tarihsel bir romandır bu. Kendisi de İtalyan kökenli olan Russell, Katolik inancını 15 yaşında terk etmiş ve bir süre ateist olarak yaşadıktan sonra Museviliği seçmiştir. Kendi ifadesine göre 35 yaşlarında iken doğurduğu oğlunu ahlaki ve etik bir temelle yetiştirmeye karar vermiştir. Ama kendisi için bu, Hristiyanlık olamazmış çünkü Tanrı’nın İsa kimliğinde vücut bulması fikrinin inanç için bir engel teşkil ettiğini düşünüyormuş. Sonunda Hıristiyanlığın kökeni ve aynı zamanda İsa’nın dini olan Yahudiliğe dönmeye karar vermiş.
Russell, A Thread Of Grace adlı romanını, İkinci Dünya Savaşı’nda sağ kalmayı başaran İtalyan Yahudileriyle ilgili bir kitaptan esin alarak yazdığını söylüyor. O kitabı okuyuncaya değin dünyadaki tek İtalyan kökenli Yahudi’nin kendisi olduğunu sanıyormuş.
Russell, İkinci Dünya Savaşı’nda İtalya’daki Yahudilerin %85’inin hayatta kaldığını söylüyor. Diğer ülkelerde bu oran tam tersiymiş. İtalya üç yıl boyunca Nazi Almanya’sı ile müttefikmiş ve aynı zamanda Yahudi karşıtı yasalara sahipmiş. Hatta o dönem Papa bile Yahudi katliamı konusunda sessiz kalıp herhangi bir yorum yapmamış. Bütün bu olumsuzluklara rağmen İtalyan halkının Yahudileri koruduğunu söylüyor. Böylece 1943’te Naziler İtalya’yı işgal ettiğinde İtalya’da yaşayan 50.000 Yahudi’den 43.000’i hayatta kalmayı başarmış.
Roberto Benigni’nin Hayat Güzeldir adlı filminden nefret ettiğini söylüyor. Çünkü bu filmdeki gibi bir kurtuluş hikâyesinin yaşanmasının imkânsız olduğunu biliyor. Toplama kamplarında ölen bir milyondan fazla çocuğun ailelerinin de çocuklarını çok seven zeki kişiler olduklarını ancak bunun o çocukları kurtarmaya yetmediğini çünkü bu kamplarda hayatta kalmanın kişisel yeteneklere ve inanca bağlı olmadığını da sözlerine ekliyor.
Russell, insanlar bir holokost hikâyesi okuduklarında Musevi değilseler kendilerini kurtarıcılarla, Musevi iseler hayatta kalanlarla özdeşleştireceklerini söylüyor. Çünkü insanlar kendilerinin daima iyi ve şanslı tarafta olduklarına inanma eğilimindeler.
Oğluna kitabı yazmakta zorlandığını, çünkü bunun iyimser bir holokost hikâyesi olduğunu söyleyerek böylesi bir kitap yazmanın imkânsızlığından dert yanmış. Oğlu da “O hâlde Claudette’yi öldürmelisin.” demiş. Mary, bunun imkânsız olduğunu çünkü bu 14 yaşındaki kızın hikâyenin sonunda yer alması gerektiğini söylemiş. “Peki, o zaman,” demiş oğlu, “şimdi kitaptaki karakterlerin bir listesini yapıyoruz ve eve gittiğimizde her biri için yazı tura atacağız. Kimin ölüp kimin hayatta kalacağına böylece karar vereceğiz.” Mary, gerçekten de bunu yaptıklarını ve karakterlerin yaşayıp yaşamayacağına bu şekilde karar verdiklerini anlatıyor.
Konuştuğu savaş gazilerinin çoğunun yaşamalarını talihe borçlu olduklarını görmüş. “Kurşun geldiğinde yüzünüzü sağa değil de sola dönmüş olmanız hayatta kalıp kalmayacağınızı belirler, yaşamla ölüm arasında işte bu kadar ince bir fark vardır.” diyor. Karakterlerin yaşamına şans faktörünü eklemekle gerçek yaşama uygun davranmış olduğunu belirtiyor.
Doc ve Epitaph
Russell, ünlü silahşorlar Doc Holliday ile Wyatt Earp’ü konu alan Doc ve Epitaph adlı romanlarını yazabilmek için çok yoğun bir araştırma yapmış. Hatta kardeşinin intikamını alma derdinde olan Wyatt Earp’ın şüphelilerin peşinde yaptığı 150 kilometrelik yolculuğu, 60 yaşındayken at sırtında tekrarlamış.
Vahşi Batı’nın en meşhur silahşorlarından olan Doc Holliday’in yaşamını yazarken kendini onun annesi gibi hissettiğini söylüyor. “Ona daha uzun bir hayat veremezdim, hikâyesinin sonunu değiştiremezdim. Ama ona sesini geri verebilirdim. Hak ettiği saygıyı yeniden kazanmasını sağlayabilirdim.” Mary, kitaplarının okuyucu üzerindeki etkisi hakkında da şunları söylemiş: “Ben patlamış mısırı severim, her gün yesem bıkmam. Bazı kitaplar patlamış mısır gibidir. Lezzetlidir ama insanın damağında iz bırakmazlar. Oysa bazı yemekler unutulmazdır. Restoran muhteşemdir, aşçı muhteşemdir, atmosfer müthiştir, yemek leziz ve besleyicidir. Tıpkı bazı romanlar gibi… Bunlar insanın dimağında iz bırakırlar.”
Dreamers of the Day/ Gündüz Düş Görenler
Mary, kendisine hangi tarihsel döneme gitmek istediği sorulursa, 1921 Kahire Konferansı’nda bulunmak istediğini çünkü o masada oturan Gethrude Bell, Arabistanlı Lawrance ve Winston Churchil gibi tarihî figürleri uyarmak istediğini, onlara “Barışı sonlandıran bir barış antlaşması”na imza atmak üzere olduklarını; eğer bunu yaparlarsa gelecek yüz yıl boyunca bu coğrafyada savaşın asla bitmeyeceğini ve çizdikleri yapay sınırlar yüzünden kan dökülmeye devam edeceğini söylemek istediğini anlatıyor. 11 günlük o meşum konferans sırasında alınan kararların hâlâ bugünü etkilemekte olduğunu ve yoktan yaratılan Irak, Suriye, Lübnan, Israil ve Ürdün gibi devletlerin huzur bulamayan sahte yapılar olarak kaldıklarını anlatıyor.
Mary, bu yolculuğa kendisi yerine utangaç öğretmen ve ev hanımı Bayan Agnes Shanklin’i göndermiş. Böylece de Dreamers of the Day/Gündüz Düş Görenler ortaya çıkmış. Mary, hikâyesini yazarken dönemin şahsiyetleri tarafından yazılan mektuplardan yararlandığını söylüyor: “İngilizler dünyayı kendi imparatorlukları olarak, diğer herkesi de tebaa olarak gördükleri için yaptıkları ve söyledikleri her şeyin çok önemli olduğuna inanıyor ve her şeyi belgeliyorlardı.” Sonradan Gethrude Stein’ın bir biyografisini okurken kadının bir cümlesinin kendi romanındaki bir cümleye ne kadar benzediğini görmüş ve kendisiyle gurur duymuş: “Gördün mü bebeğim, seni tanıyorum!”
Russell ile “İlk Temas”
Eline kalemi alan herkes roman ve öykünün kendine göre sıkıntıları olduğunu bilir. Esasında bu sorun “Yazarlık ilhamla mı olur teknikle mi?” şeklinde özetlenebilir. 40’lı yaşlarıma girdiğimde ben de yazmak için güçlü bir istek duymaya başlamıştım. Ama Russel gibi içimden gelen bu sese bir süre kulaklarımı tıkadım. Bunu geçici bir heves sandım ama sonra anladım ki yazmak zorundayım. Kafamın içinde dolaşmaya başlayan hikâyeler ve kahramanlar artık dışarı çıkmak istiyorlardı. Hâlâ bile bunların bir kısmı hayatlarına devam ediyor ve bana ne zaman dışarı çıkacaklarını soruyorlar. Ama yazmaya başlar başlamaz, onun zorluklarıyla da karşılaştım. Başlangıçta bunların “havai” şeyler olduğunu düşündüm ama giderek ne kadar basit engellere takılıp kaldığımı gördükçe şaşkınlık içinde kalıyordum. O zaman desteğe ihtiyacım olduğunu fark ettim, ama etrafımda yardım alabileceğim kimse yoktu. Tek başınaydım.
O esnada Serçe geçti elime. Hemen okumaya başladım. Kitap çok sürükleyiciydi ve yazarı da benim aksime kalemiyle ne yapacağını çok iyi biliyordu.
Hayatını araştırdığımda onun da benim o an olduğum yaş civarında, yani 42 yaşında yazmaya başladığını gördüm. Tam olarak böyle birine ihtiyacım vardı. Nihayet Facebook aracılığıyla ona ulaştım. Büyük bir açık yüreklilik sorularıma cevap verdi.
Aramızda şöyle bir yazışma geçti:
Kasım 2012
Sinan İpek: Merhaba. Kurgusal yazın hakkında size bir sorum olacak. Kısa bir hikâye yazmaya başladım ve sonradan bunun bir kısa roman olabileceğini hissettim. Hikâye olarak iyi gidiyor ama kısa bir roman olarak gelecek vaat ettiğini fark ettim. Sorum şu, bir öyküyü romandan ayıran şey nedir? Hangisi olduğuna nasıl karar verebilirim? Siz Serçe’yi yazarken buna nasıl karar vermiştiniz? Esasında Serçe bir kısa öykü olarak da yazılabilirdi ama siz bunu çeşitli karakterler ve ayrıntılarla bezeyip bir romana genişletmeye karar vermişsiniz. Bence Serçe’nin gücü içindeki bu ayrıntılardan geliyor. (Gerçi, romanın biraz daha kısa olmasını istemedim değil, küçük bir itiraf.) Belli ki karakterler yazma koşununda büyük bir gücünüz var. Bana ne tavsiye edebilirsiniz? Kısa öykümü nasıl bir kısa romana dönüştürebilirim? Olay örgüsünü yeniden mi ele almalıyım yoksa sadece metni mi genişletmeliyim?
Mary Doria Russell: Sinan, bu ilginç bir soru ve iPod’da tek parmak ile yanıtlanamayacak kadar da güç! Eve vardığımda soruna daha iyi düşünülmüş bir yanıt vereceğim, hem de gerçek bir klavyede on parmakla yazabileceğim.
Sinan İpek: Teşekkür ederim! Şimdiden yanıtı dört gözle bekliyorum.
Mary Doria Russell: Sinan, karakterlerimin birçok ayrıntısı ve derinliği onların çocukluk arka planlarından geliyor. İnanıyorum ki hayatımızın ilk 14 yılı geri kalan yaşamımız üzerinde büyük bir etkiye sahip oluyor. Bu anılarımız olumluysa iyi bir temel üzerinde gelişiyoruz. Eğer çeşitli güçlüklerle karşılaşmışsak yetişkinlik enerjimizin büyük bir bölümünü çocuklukta aldığımız hasarı tamir etmek için harcıyoruz. Eğer bu anılarımız adamakıllı berbatsa devraldığımız bu enkazın içinde on yıllar boyunca oradan oraya huzursuz bir şekilde dolaşıp duruyoruz.
Bu yüzden her bir karakter hakkında düşünürken zihnimde olan şey çoğunlukla o karakterin çocukluğu oluyor. Kahramanların çocuklukları ile ilgili bu ayrıntıları romana yansıtmayabilirim: Örneğin Serçe’de, Anne ve George’un ikisinin de iyi bir çocuklukları olduğunu biliyordum. Böylece sağlam zemin üzerinde üretken bir hayatları olabilmişti. Ama Sofia Mendes ve Emilio Sandoz’u anlamak için onların çocukluklarını mahveden şeyin ne olduğunu bilmemiz gerekiyordu.
Karakterlerin bu şekilde yazılması bana daha ilginç geliyor. Yazar olmanın bir bölümü benim için şu: Ben, bana benzemeyen insanların hayatlarını anlamaya çalışan bir insanım. Sürekli biyografi ve otobiyografi okuyorum. Psikoloji ve sosyoloji çalışıyorum. Her bir kurgusal karakterin durumu nasıl görebileceğini, her birinin olanlara nasıl tepki vereceğini hayal etmeye çalışıyorum ya da hayattan ne istediklerini, neden korktuklarını, neyi sevdiklerini… Serçe’yi bir romana dönüştüren şey buydu, oysa yazmaya başladığımda ben sadece bir kısa öykü yazdığımı düşünüyordum.
Sinan İpek: Yanıt için teşekkürler. Buradan karakterlerin öyküye kıyasla roman için daha önemli olduğunu anlıyorum. Demek ki ben de karakterlerimi inandırıcı bir arka plan üzerinde geliştirebilirsem benim kısa öyküm de kolaylıkla bir romana dönüşebilir. Teşekkürler, yeniden.
Ocak 2013
Sinan İpek: Yeniden Merhaba. Roman yazma konusunda bir başka soruya daha yanıt vermek ister misiniz? Romanınızın son hâline kıyasla taslağın uzunluğu ne idi? Yani, taslak nedir demek istiyorum? Romanın kısa bir versiyonu mu (%10’u mesela), yoksa hemen hemen romanın tamamı ama düzeltilmemiş hâli mi? Bir bilimkurguya başladım. Taslak şu an yazılmış durumda. 6.000 kelimelik bir taslak bu. (Galiba İngilizce olarak 7.000-8.000 kelimeye karşılık geliyor.)
Sanırım, romanım 30.000 ila 40.000 kelime uzunlukta olacak. Yani bir kısa roman ya da novella… Taslağa ekleyecek birçok detay var zihnimde. Bu iyi bir yazma yöntemi mi? Bu benim ilk romanım olacak. (Daha önce öykü yazıyordum.) Yani, taslağıma ayrıntı ekleyerek romanı yazabilir miyim sizce?
Mary Doria Russell: Sinan, bu soruya verilebilecek iki yanıt var.
İlk olarak kayadan bir heykelin yontuluşunu düşün: Başlangıçta, sonuna kıyasla daha çok materyal vardır. Benim yaklaşımım şu: İlk taslağım bazen yayımlanmış kitabın iki katı uzunlukta olur. Fazla yazarım, sonra keserim, keserim, keserim.
Şimdi de bir portrenin yapılışını düşün: Boş bir tuval vardır ve ressam oval bir yüz, silindirik bir boyun taslağı çizer ve sonra boya eklemeye başlar; ekler, ekler, ekler… Bu da senin yaklaşımın. Ayrıntıları ekliyorsun, her bir karakter ve her bir olay hakkında daha fazla düşünüyorsun, yazdıkça yeni renkler, sesler ve nüanslar aklına geliyor.
Bu yüzden sanırım senin yaklaşımın da olabilir, gerçi benimkinden farklı ama olsun, iyi şanslar!
Sinan İpek: Size ve Facebook tanrısına –eğer öyle bir şey varsa tabi–teşekkürler! Çok rahatladım. Bu benim gerçekten uzun bir şeyler yazma konusunda ilk deneyimim olacak, bu yüzden biraz gergindim. Ayrıca, Matematik öğretmeniyim ve yazmak için fazla vaktim de yok. Romanınız Serçe’nin Türkçesi yaklaşık 120.000 kelime uzunluğunda. Yani, bu demek oluyor ki 240.000 kelimelik bir taslak yazmışsınız! Vay be! Çok üretkensiniz, yine de yazım stiliniz ne kadar da zorlayıcı. (Not: Burada yanlış kelime kullanarak ‘compelling’ demişim. Umarım ayıp olmamıştır, çünkü ‘kolay okunan’ demeye çalışıyordum.)
Yeniden teşekkürler.
Mary Doria Russell: Bu yaptığın çok cesurca! Yazar olmadan önce ben de bir antropologdum. Ancak üç roman yayımladıktan sonra yüksek sesle “Ben bir romancıyım” diyebildim. Utanıyordum, yazmak için doğduğumu kabul edene kadar uzun bir süre geçti. İşte sana düşünmen için bir şey: Kurgu yazabilmek için, -miş gibi yapma konusunda kendine izin vermelisin.
Yazmaya başladığımda kırk yaşındaydım, -miş gibi yaptığımda kendimi çocuk gibi hissediyordum. Şimdi, biliyorum ki en önemli şey bu: Kendini bir başkası yerine koymak, bir başkasıymış gibi davranabilmek, bir başkasıymış gibi düşünebilmek, dünyayı bir başkasının gözlerinden görebilmek… Bu yüzden -miş gibi yapma konusunda kendine izin ver Sinan ve hiç korkma.
Sinan İpek: Yeniden teşekkürler! Aslında, -miş gibi yapmayı güç buluyorum! Ama roman yazmanın en önemli boyutu bu olmalı. Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabında Orhan Pamuk da aynı şeyi söylüyor.
Mary Doria Russell: Orhan Pamuk akıllı bir yazar! Romanına inanma konusunda kendine izin vermede güçlük yaşadığında, o güne kadar okuyup da beğendiğin yazarlara ilk romanlarını yazma konusunda cesur davrandıkları için uzun bir teşekkür mektubu yazdığını düşün. “Serçe”nin ilk taslağını böyle yazabilmiştim. Şöyle düşündüm, bu yayımlanmasa bile en azından daha iyi ve daha anlayışlı bir okuyucuya dönüşeceğim.
Ekim 2013
Sinan İpek: Merhaba. İngilizce öykülerde -di’li geçmiş zaman kullanmak zorunlu mudur yoksa geniş zaman da kullanabilir miyiz? Sizin görüşünüz nedir? Yanıt için şimdiden teşekkürler. (Ya da şimdiki zaman?)
Mary Doria Russell: 1944-45 yıllarında İtalya’da geçen bir savaş hikâyesi yazarken geniş zaman kullanmıştım. (Adı, “A Thread of Grace”). Okuyucunun olası sonuçları ya da stratejileri düşünecek zamanı olmadan, karar vermenin gerilimini yaşamasını istemiştim. Savaşta her şey çarçabuk yapılmalıdır, eldeki bilgiler eksiktir, düşünecek zaman yoktur. Yani hep ŞİMDİ ŞİMDİ ŞİMDİ. Bu yüzden geniş zaman, bu kitap için doğru seçimmiş gibi görünmüştü.
Sinan İpek: Yanıt için teşekkürler.
Bu konuşmanın, özellikle de -mış gibi yapma, kahramanlarla özdeşleşme kısmının çok yararını gördüm. O an yazmakta olduğum daha kapsamlı romanımı yine bitiremedim ama Beyin Kırıcı adlı daha küçük bir romanı yazıp bitirmemde Mary’nin payı var.
Son olarak, Roman Kahramanları için Mary ile internet üzerinden bir görüşme daha yaptım. Onu da buraya almak istiyorum.
Sinan İpek: Aptalca görünmesi kaçınılmaz olan sorularla sizi yormamak için kendimi sınırlayacağım. Bildiğim kadarıyla çift sayılarla ilgili özel bir durumunuz var: İki bilimkurgu romanı, yirminci yüzyılda geçen iki tarihsel roman, iki western yazdınız. Hepsi altı ediyor. Bu yüzden size altı soru sormak istiyorum.
Marry D. Russell: Şimdi yedi tane oldu! Görünüşe göre “The Women of the Copper Country” adlı romanım tek kaldı, yani çift sayılar teorisi çöktü!
Sinan İpek: Serçe’yi yazdığınız sırada işsiz miydiniz?
Mary D. Russell: Evet, işsizdim. Ama işsizliğimin üç evresi vardı.
Birinci Evre. Boyun ve baş anatomi hocası olarak işimi kaybetmiştim. Dişçilik Fakültesi, Temel Bilimler Fakültesini tamamen kapatarak masrafları azaltmaya karar vermişti. Dişçilik öğrencileri anatomi derslerini Tıp Fakültesinden alacaktı.
İkinci Evre. Sessiz sedasız bir şekilde CT ve MR tarayıcıları gibi tıbbi görüntüleme ekipmanları için kullanıcı kılavuzları yazmaya başladım. Beş yıl boyunca serbest teknik yazar olarak çalıştım, Sadece haftada iki gün çalışıyordum ama oğlum çok küçüktü, bu yüzden haftada iki gün çalışmak yetişkin sorumluluklarımı yerine getirmek için ideal bir yol olarak görünüyordu.
Üçüncü Evre. Ciddi bir ekonomik kriz yüzünden serbest yazarlık işi de elimden gitti. Bir mühendislik firmasından cevap beklediğim sırada, kâr amacı gütmeyen çeşitli yardım kuruluşları ve eğitim organizasyonları için yazı yazmaya gönüllü olmuştum. Beklediğim telefon gelmedi. Ekonomik gerileme devam ediyordu ve bütün bunlar Kolomb’un “Yeni Dünya”ya ayak basmasının 500. yılı kutlamaları ile çakıştı.
1991 ve 1992’de herkes Amerikan yerlileri açısından Avrupalılarla “İlk Temas”ın felaketle sonuçlandığını söylüyordu. Ve tabii bu kesinlikle doğruydu. Ama aynı zamanda, 470 yıl önce yaşamış olan adamları onların yaşadığı zamanda var olmayan modern kültürel çeşitlilik standartlarına göre yargılamak bana çok da adil gelmiyordu.
Bu yüzden şöyle düşündüm: “Birisi çıkıp modern, entelektüel, iyi eğitimli ve iyi niyetli adamları Kolomb’un, erken misyonerlerin ve ilk kâşiflerin radikal cehaleti ile aynı pozisyona koyan bir kitap yazmalı. Görelim bakalım onlar daha iyisini yapabilecekler mi?”
Bu hikâyeyi ben yazmak istemiyordum. Ben sadece böyle bir hikâyeyi OKUMAK istiyordum, ama oğlumun okula başladığı sıralarda kimsenin böyle bir öykü yazmaya niyeti yoktu. Ben de komik derecede ilkel bilgisayarımda (8 inç disketler, 64 kilobayt bellek ve nokta vuruşlu bir yazıcı) bir ASCII dosyası oluşturdum (Basit bir kelime işlemcisini kastediyor, Ç.N.) ve yazmaya başladım.
O günden beri de işsizim!
Sinan İpek: Bilimkurgu yazmayı neden bıraktınız?
Mary D. Russell: “Bilimkurgu yazarı olacağım” diye başlamadım ki… Şunu düşünerek başladım: “İlk Temasın ne kadar zor olduğunu anlatan bir hikâye yazacağım.” Dünya’da 1492’deki Kolomb kadar bilgisiz olduğumuz hiçbir toprak parçası kalmamıştı. Bu nedenle olaylar dünyanın dışında bir yerde geçmeliydi.
Çok gayrîresmîydi. Örneğin alınan mesaj olarak müziği seçtim. Çünkü şundan emindim ki ben asal sayıları kullanarak mesaj gönderen biriyle tanışmak için yerimden bile kıpırdamazdım. (Bunun için Carl Sagan’dan özür dilerim.) Sabah kocam işe, oğlum da okula gidiyordu. Ben de bütün günü hayali arkadaşlarımla geçiriyordum. Ekonomik gerileme devam ediyordu. Kimse beni işe almak için haber göndermiyordu.
Gün be gün anlattığım hikâye ve yarattığım karakterler beni içine çekti. Ben de devam ettim. Bir yıl sonra küçük hikâyem “Serçe”ye dönüşmüştü. Ayrıca hikâyeyi bir de Kızılderililerin (benzetme yapıyorum) gözünden anlatmak istediğimden, “Tanrı’nın Çocukları”nı yazmaya başladım.
Aynı şekilde hiçbir zaman şöyle demedim: “Artık bilimkurgu yazmak istemiyorum!” Sadece başka konular, başka karakterler, başka ahlaki ve etik açmazlar ilgimi çekmeye başladı. İlk iki romandan sonra Nazi işgali altındaki İtalyan Yahudilerinin hayatta kalış hikâyesini; 1921 Kahire Konferansı sırasında yaşanan siyasi bir aşk hikayesini; İlyada ve Odesa paralelinde anlatılan iki ‘western’i; ve son olarak da 1913 Bakır Madencileri Grevi sırasında yaşanan bir Romeo ve Jülyet hikâyesini yazdım.
Beni harekete geçiren şey meraktır. Öğrenmek için okuyorum ama anlamak için yazıyorum. Eğer bir konu beni ilgilendiriyor ve şaşırtıyorsa o konu hakkında daha fazla okuyorum. Eğer o konu benim merakımı üç ila yedi yıl boyunca cezbetme potansiyeline sahipse işte o zaman romanı yazmam gerekiyor. Ele aldığım konuyu en etkili biçimde anlatmamı sağlayacak olan türü ve üslubu seçiyorum.
Sinan İpek: Yeniden bilimkurgu yazmayı düşünüyor musunuz?
Mary D. Russell: Yazmak istediğim iki tarihî roman var. Bir tanesi, İsa’nın yaşadığı dönemde Roma İmparatorluğu‘nun Yahudiye valisi Pontius Pilatus hakkında olacak. Bunu yarı yarıya yazmış durumdayım. Diğeri 12. ve 13. yüzyıllarda yedi ayrı Norman ve Fransız kralına hizmet etmiş bir şövalye olan Willam Marshall hakkında.
Bu ikisini yazıp bitirdiğimde 70’li yaşlarımın sonuna gelmiş olacağım. Bu yüzden şu an için yeni bir bilimkurgu romanı yazmayı planlamıyorum ama tabii aklıma gelen bir fikrin beni buna zorlayabileceği ihtimalini de göz ardı etmemek lazım.
Sinan İpek: Neden Katolik Kilisesi’ni terk ettiniz? Sizi buna zorlayan “temel” ve “önemsiz” nedenler neydi?
Mary D. Russell: “Temel” sebep, İsa’nın kutsiyetine inanmamamdı. İsa konusunda Müslümanlar ile aynı fikirdeyim. Kendisi Musevilerin peygamber geleneğini sürdüren bir şahsiyettir. Benim fikrime göre, ete kemiğe bürünmüş Tanrı fikri, Yunan mitolojisinden Musevi külliyatına üstünkörü bir aktarmadan başka bir şey değildir.
“Önemsiz” neden ise Gregoryen ilahilerini sevmemdi.
Yüzlerce yıl boyunca Katolik ayinleri, yazılmış en iyi müzik örneklerinin, çok iyi eğitilmiş korolar tarafından seslendirilmesine şahit oldu. 1963’te Vatikan bunu kötü sopranolar tarafından gitar eşliğinde söylenen ve cemaatin de eşlik ettiği korkunç şarkılarla değiştirdi.
Aynı reformun bir parçası olarak Katolik ayinlerinde Latince terk edildi. Yani artık rahibin vaazını anlayabilecektik. Kilisede oturup şunları düşünüyordum: “Hayır, olamaz. Bari bu olmasın. Lütfen ama… Şaka bu, değil mi? Buna gerçekten inanıyor olamazsınız!”
Beni kiliseden uzaklaştıran işte bunların verdiği üzüntü oldu.
Sinan İpek: Ateist olarak kalmak yerine neden Museviliği seçtiniz?
Mary D. Russell: Aslında bilinçli olarak yeni bir din arayışı içinde değildim. İddialı bir ateisttim, hâlâ da öyleyim ama annelik, hayatımın koşullarını değiştirdi.
Antropolog olarak, kültürel göreliliği anlıyorum, dinlerin ve inançların çeşitliliğini biliyorum. Ama karşınızda dikilip duran küçük bir oğlana sahipseniz şunu söylemek pek de yararlı olmuyor: “Evet, canım, bazıları şuna inanıyor, bazıları da buna…” Çünkü o çocuk şunu mutlaka soracaktır: “Peki, BİZ neye inanıyoruz?”
Zaman geçtikçe kültürümün hangi ögelerini çocuğuma aktaracağıma karar vermek zorunda olduğumu hissettim. Bu ögelerin arasından talepkâr, aptalca ve zararlı olmayanları bulmalıydım. Ve bunu da uykusuz gözlerle akşam yemeği hazırlarken, köpek havlarken ve telefon çalarken yapmak zorundaydım.
Şansıma, iki Musevi komşumuz vardı. Bana çocuğumu Musevi anaokuluna göndermemi tavsiye ettiler. Böylece 4 yaşındaki oğlumla birlikte Musevi ayinlerini öğrenmeye başladık. İyi olmak için cennetin rüşvetine ve cehennemin tehdidine gereksinim duymayan, iyi olmayı kendi iradeleriyle isteyen çocuklar yetiştirmeye dayalı bir gelenekleri vardı.
Pratik nedenlerle Museviliğin ahlaki çerçevesi ailemize uygun görünüyordu.
Sinan İpek: Bir bilim insanı ve çok zeki bir entelektüel olarak, Eski Ahit’in hikâyelerine inanmayı güç bulmuyor musunuz?
Mary D. Russell: Elbette! Ben bir antropologum! Mitolojiyi gözünden tanırım! Bir hikâyeyi bilmek, onun yanlışlanabilir bilimsel bir hipotez olduğuna inanmakla aynı şey değildir.
İslamiyet’te olduğu gibi, Musevilikte de birçok farklı mezhep vardır. Sufilik, Şiilik ve Sunniliğin Musevilikte karşılığı var. Ben bir Reformist Yahudi’yim. Reformist Yahudilik İsrail’de azınlıktır ama Amerika Birleşik Devletleri’nde çoğunluğu teşkil eder. Ayrıca siyasi ve dinî olarak en özgürlükçü olan mezheptir.
Reformist Yahudilikte büyük bir serbestlik vardır. Tevrat’ın öykülerini oldukları gibi görür: yani hikâye olarak! Dikkat edin, onların “sadece” birer hikâye olduğunu söylemiyorum. “İlyada” ve “Odesa” gibi, Shakespeare’in oyunları gibi, Tevrat’ın hikâyeleri de yüzyıllardır anlatılıyor ve bilgelikle dolu oldukları düşünülüyor. Buna saygı duyuyorum.
Sadece ateşin ışığıyla aydınlanan gecelerde kampın etrafına dizildiğimiz günlerden beri hikâye anlatıyoruz. Hikâyeler bizi bir araya getirebilir ve bizi birbirimizden ayırabilir. Hayatımızı zenginleştirebilir ya da ona zarar verebilirler. İyiliği harekete geçirebilir ve kötülüğü haklı gösterebilirler. Eğlendirebilir ve uyarabilirler. Bilgelik verebilir ya da kafamızı karıştırabilirler.
Hikâyeler güçlüdür.
Mary, altıncı soruyu yanıtlamadan bırakmıştı. Kibarca onu da yanıtlamasını rica ettim.
Sinan İpek: Yanıtlar için teşekkürler. Ayrıca yanıtlar, sizin bana onların küçük düşürücü ya da kafa karıştırıcı olabileceğini söylediğiniz andaki kadar ürkütücü değillermiş. Hayır, öyle değiller. Neşeli ve zeki bir entelektüel beynin yüksek standartlı ürünleri olmuşlar. Ayrıca, şu din meselesi de anlaşıldı.
Mary D. Russell: Bunu duymak beni rahatlattı. Antropolog olarak ilk öğrenilen şeylerden biri, neyi bilmediğini bilmenin zor olduğudur. İnsanları kazara incitmekten çok korkarım. Düşündüklerimi söylerken çok açık sözlü biriyim ama nasıl anlaşılmış olabileceği konusunda çok endişelenirim.
Sinan İpek: Bunlardan ayrı olarak, Türk okurlarını ilgilendiren bir şeyler yazmanızı da bekliyordum. Bence bu görüşmemizi daha kişisel hâle getirirdi, genel bir konuşma gibi olmazdı. Bu yüzden eğer sakıncası yoksa son soruyu da yanıtlar mısınız?
Mary D. Russel: Yanıtlamıştım ama siyasi bir yanlışa düşme korkusuyla sildim. Kimsenin başının belaya girmesini istemem.
Şunları yazmıştım: “Öyküler güçlüdür. Bu yüzden de sorgulanmaktan, tartışılmaktan, karşı çıkılmaktan ve hatta sadece yeni fikirlerden korkan otoriteler tarafından tehdit olarak algılanabilirler. Amerika’da, belki Türkiye’de de, biz hikâye anlatan ve dinleyenler, kendimize güvenimizi ayakta tutmak için mücadele vermekteyiz. Tüm dünyada, omuzlarımızın üzerinden arkamıza bakıyor, sesimizi alçaltıyor, bir sonra yazdığımız şeyin mahkûm edilip edilmeyeceğini merak ediyoruz. Benim (sessiz, dikkatli) tavsiyem şudur: Cesur olun. Ama aptal da olmayın!”
Sorry, there were no replies found.