Adsız: KUŞATILMIŞ YAŞAMLAR’DA (EXTENSION DU DOMAINE DE LA LUTTE)
-
Adsız: KUŞATILMIŞ YAŞAMLAR’DA (EXTENSION DU DOMAINE DE LA LUTTE)
KUŞATILMIŞ YAŞAMLAR’DA (EXTENSION DU DOMAINE DE LA LUTTE)
“İNSANIN YENİ VERSİYONU”*Makale Yazarı: Ayten Er
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Temmuz/Eylül 2015) 23. sayıda yayımlanmıştır.
Postmodern sanatın, modernizme karşı çıktığı eğilimlerden biri olarak kabul edilen #minimalizm, (1) Fransa’da 1960’lı yıllarda gündeme gelir. İlk örnekler Edmond Jabès, Jean Tortel, André du Bouchet ve Roger Giroux’nun minimal düzeyde lirizm içeren şiirleri ve Pascal Quignard’ın La lecture de musique ve La raison adlı anlatılarıdır
Fransız yazınında minimalizmin önde gelen yazarları Jean Echenoz, Jean-Philippe Toussaint, Patrick Deville, Marie Redonnet, Eric Chevillard, François Bon, Emmanuèle Bernheim, Hélène Lenoir, Eric Laurrent, Christian Gailly ve Christian Oster olsa da, romanlarında Batı tüketim toplumunun eleştirisini yapan, bu uygarlık karşısında duyumsadığı kötümserliği dile getiren Michel Houellebecq’in (2) Extension du domaine de la lutte adlı romanı da bazı yönlerden bu bağlamda değerlendirilebilir.
#JohnBarth, minimalizmin yazında ve tüm dönemlerin sanatında var olduğunu vurgulayarak üç farklı anlatı düzleminde işlevsel olduğuna dikkat çeker: “Sözcüklerin, tümcelerin, paragrafların, anlatıların ve hatta yapıtın kısalığını” içeren “biçimsel minimalizm”; “duygusuz bir ton, sözcük dağarcığının, sözdiziminin ve retoriğin parçalanmasıyla ortaya çıkan” “stilistik minimalizm”; öykünün malzemelerini, yani “kişileri, açılımı, sahnelemeyi, eylemi ve dolantıyı” oluşturan “anlatısal içerik”. (3)
Extension du domaine de la lutte de bu üç anlatı düzeyinde yoğun olmasa da #postmodern #minimalist özelliklere sahiptir. Fransızcası 160, Türkçesi ise 150 sayfadan oluşan roman, üç bölümden oluşur ve her bir bölüm de kendi içinde numaralandırılmış alt bölümlere ayrılır. 3 ana bölümden, I. de 12, II. de 10, III. de ise 6 alt bölüm yer alır. Alt bölümlerdeki sayfa sayısı değişkendir. Bir alt başlık birçok sayfadan oluşurken, bir diğeri bir buçuk sayfadır. Uzun paragraflar arasında tek satırlık küçük paragraflar içeren anlatı, “hayvan öyküleriyle” ve toplum ve insanlarla ilgili düşüncelerle sık sık kesilir. Zaman zaman da bu işlevi eski sevgiliyle ilgili anlatılar üstlenir.
Ayrıca bu bağlamda bir başka özellik de yazarın/ #benöyküsel anlatıcının okura seslendiği “#üstkurmaca” düzlemidir. Metnin kurgulanma ve yazılma sürecinden ve roman anlayışından söz eder yazar/ benöyküsel anlatıcı. Tüm bunlar, postmodernizmde,“biçimsel minimalizm”in özelliklerindendir.
Sözdizimi düzeyinde karşımıza çıkan “#stilistikminimalizm”in özellikleri şöyle sıralanabilir: Çok uzun olmayan karmaşık yan tümceler, ilgi ve bağlaç tümceleriyle dolu temel tümceler. Sözdizimindeki bu karmaşıklık, fiillerin kullanımındaki karmaşıklığa eşlik eder. Özellikle istek, dilek ve mişli geçmiş zamanın kullanımı ön plandadır. Böylece, tümceler tutarlı anlam birlikleri oluşturur. Bunun yanında, bazı yazarların yapıtları ise bağlaç ve yan tümceler içermez. Hatta bazıları, karmaşık yan tümceleri kullanmaktan kaçınarak, yan yana sıralanmış temel tümceleri tercih eder (4). Fieke’ye göre “Yan tümceyle birlikte temel bir tümce de varsa, bu sıklıkla bir zarf tümleci ya da durum sıfat fiilli bir tümcedir. Ve bu tümleçler, tümcenin öğeleri arasındaki ilişkileri belirlemez. (5)” Bu bağlamda, öğeler arasındaki tek ilişki zaman ilişkisidir. Bu da “öncelik” ve “sonralık”tan çok “#eşzamanlılık” üzerine kurulur.
Minimalist yazarların yapıtlarında, sıklıkla kullandıkları durum #sıfatfiilleri ve #bağlaçlar (Toussaint ve Echenoz), “olayların meydana geldiği anın ve sürenin belirsizliğini vurgular”. Şimdiki zamanın (Redonnet, Gailly, Chevillard ve Bon) ve dönüşümlü olarak şimdiki zamanın ve geçmiş zamanın kullanımı (Savitzkaya ve Echenoz) da zamanın akışına gönderme yapar. (6) Sözdiziminin parçalanması sonucunda, “dilbilgisi açısından doğru olmayan”, “kısa, basit ya da tamamlanmamış” tümcelere de rastlanır. (7) Sözdizimine koşut olarak, kullanılan sözcük dağarcığı da zayıftır. Ancak yazı dilinden çok konuşma diline yakın olan bu yapıların tümü de derin anlamlar taşır. “Bu yapılar karmaşık yazınsal sanatlar değil, metinlerdeki en küçük anlam birliklerinde etkili sözcük oyunları içerir.” (8)
“Biçimsel” ve “stilistik” minimalizmin ana hatlarını verdikten sonra, postmodern Fransız toplumunun “tarafsız” ve “sinik” bir eleştirisini yapan “#skandal roman” Extension du domaine de la lutte”te “anlatısal içeriğe” bağlı olarak, postmodern minimalist yapıtların gözde izleklerinden yalnızlığı, Alain Ehrenberg’in “la fatigue d’etre soi/ kendi olma yorgunluğu” ve yüzyılımızın ikinci yarısının hastalığı olarak tanımladığı #depresyon bağlamında, başkişi etrafında yoğunlaşarak değerlendirmeye çalışalım.
Adeta bir günlük havasında yazılmış olan romanda, bölüm ve alt bölümlerde izleksel ünitelere göre yapılan bölümlenme anlatıdaki bağı oluşturur. Olayların akışı hiçbir iç gelişime karşılık gelmez. Bu anlamda minimal bir dolantıdan söz etmek daha doğru olacaktır. Ayrıca, romanda türlerin iç içe girdiğini de minimalist bir özellik olarak vurgulamak gerekir.
Okur Michel Houellebecq’in konuştuğunu sezinler. Yazarın kendisi de bu durumu bir röportajında, roman “bir #günlük gibi başlıyor” sözleriyle doğrular. Anlatıda, anlatıcı ve yazarı otobiyografik anlamda birbirine bağlayan çok şey vardır. Yazar, yaşamının bazı bölümlerini nasıl yaşadığını anlatır. Tüm yaşananlardan hareketle, insanlık üzerine kuramlar geliştirir.
Adı bilinmeyen #başkişi ya da romanın otobiyografik öğeler içerdiği göz önüne alınırsa, M’nin/ yazarın sunuluşu postmodern minimalist yaklaşıma uygundur. Geçmişi ve fiziksel görüntüsüne ilişkin bilgiler en aza indirgenmiştir.
“Otuz yaşıma girdim. Çalkantılı bir başlangıçtan sonra eğitimimi tamamladım; bugün ara kadroda yer alıyorum. #Bilgiişlem hizmeti veren bir şirkette program analizcisiyim, net maaşım asgari ücretin 2,5 katını buluyor, bu da hoş bir alım gücü sayılır. Çalıştığım kuruluşun bünyesinde anlamlı bir terfi umut edecek durumdayım; elbette pek çok kişi gibi ben de bir müşterinin şirketine geçmezsem. Sonuçta kendimi sosyal konumumdan hoşnut sayabilirim. Buna karşılık cinsel plandaki başarılar daha sönük. Birçok kadınla birlikte oldum ama hepsi kısa sürdü. Ne güzellikten ne de kişisel çekicilikten nasibimi almadığımdan, ikide bir de ruhsal çöküntü içine girdiğimden, kadınların öncelikli olarak aradıklarına hiç mi hiç uymuyorum. (s.20-21)
Bana gelince; benim üzerimde kalınca bir parkayla “Hébrides Adaları’nda hafta sonu stilinde” bol bir kazak var.” (s.57)“Fiziksel betimlemesi” olmayan, “#tamamlanmamış”, “#belirsiz” başkişi mutlak yalnızlığı, etrafındaki her şeyi kuşatan boşluk duygusunu, varlığının acı ve kesin bir felakete doğru ilerlediğini duyumsar, uyumsuzluk yaşar, midesi bulanır. Günler en küçük bir iz bile bırakmadan sefilce akıp gider ve sonra bir anda durur, yani ölüm gelir. Bu durum karşısında can sıkıntısı dayanılmaz bir hal alır, acı verir:
“Aslında hiç iyi değilim, bu açık (…), Marceller arasında dolanıp dururken, arabalara ve bu dünyanın işlerine karşı yavaş yavaş bir yorgunluk çöktü içime” (…) #Yalnızım, çok, #çokyalnızım. (9) (…) kendimi biraz yorgun hissediyorum; bir çıkmaza girmiş gibiyiz. Ne olur ne olmaz diye gülümsüyorum. Fazla arkadaşım yok, bunu da kaybetmek istemiyorum. (…) Sürüp giden #cansıkıntısı dayanılacak bir durum değildir. Er ya da geç gerçek bir acının algılanışına dönüşecektir; bu da insana iyice acı verecektir; işte bana olan da tam olarak bu. (10)
“Bencil, uyuşuk (duyumsamaz), özsever ve kayıtsız” bir görünüm sergiler. Istırap çeker, sevgiyi arar. “Cinsel özgürlük yanılsamaları, insan ilişkilerine yerleşen bireycilik, sadomazoşizm, bireyleri ayıran duvarlar, bireysel çıkarlar ve bencillik” (11) engelleriyle karşılaşır. Para, seks ve gücün egemen olduğu “sinik ve bitkin” bir toplumun üyesidir. (12) Etrafını saran dünya onu ilgilendirmez. Postmodern dünyada geçerli olan değerler sisteminin bir kurbanı olarak yalnız yaşar, bir papaz dışında dostu yoktur, etrafı tarafından sevilen biri olup olmadığı açıkça ifade edilmese de yaşadığı ilişkilerden yola çıkarak sevilmeyen ve sevemeyen biri olduğu söylenebilir. Yalnızlığı özellikle akşamları depreşir. Yazdığı öykülerde toplumu betimlemeye çalışır. Betimlediği dünyada fiziksel ve ahlaki ıstıraplar vardır.
Depresyona bağlı olarak gelişen “ruhsal çöküntü” içine girdiğinin bilincinde olan başkişide gözlemlenen ilk belirtiler “yalnızlık”, “boşluğa düşme” ve “yorgunluk”tur: “Hafta sonları genelde kimseyle görüşmem. Evde kalır, biraz ortalığı derler toplarım; uslu uslu bunalıma girmekteyim.” (35)
İnsan ilişkilerinin karmaşık olduğu ve sürekli iletişimi gerektiren bir sektörde çalışması, durumunun daha iyi anlaşılmasına ve kesinleşmesine olanak tanır. “Mesleği, insanlarla iletişim kurmasını zorunlu kılar. Ancak üstlerinden müşteriyle iletişim konusunda eleştiri alır”. (13)
Yalnız yaşar, özellikle hafta sonlarını yalnız geçirmeyi tercih eder, içten ve sürekli ilişki kuramaz. Fieke Schoots’a göre, minimalist romanlardaki “kişilerin motivasyonu olaylarınkinden daha belirgin değildir. Reddettikleri ve nedenlerini anlamadıkları bir dünyada, kişilerin amacı, her şeyden önce, düzen, oyun kuralları ve görünür bir mantık olmaksızın, dünyalarını yöneten kanunların arayışıdır. Etkinliklerine anlam veren işte bu arayıştır.” (14)
Depresyon ve etrafındaki toplumsal değişimler arasında sıkı bir bağ vardır. Yavaş yavaş etrafını saran yalnızlığın farkına varır ve kendisini boğduğunu duyumsar. Kadınlarla sürekli bir ilişki kuramaz. Anlatı boyunca yalnızca daha önce yaşadığı kısa süreli ilişkilerden söz etmekle yetinir. Etrafındakiler de yalnızdır. Bu durumu nasıl değiştireceği konusunda da bir düşüncesi yoktur. İnsanlar duyarsızdır. Bugünkü insanın halidir bu. Günden güne artan bir boğuntuyla, kendisini çevreleyen her şeyden tiksinir. Aşırı iletişim toplumunda yalnızdır. Yalnızlık onu depresyona götüren temel faktörlerden biridir. “Donanımlı” biri olarak yaşadığı sorunun bilincindedir. Etrafındakilere mesafelidir. Onların sohbetlerine katılmayı değil, bir gözlemci olarak uzaktan, sözlerini ve eylemlerini yorumlamayı tercih eder. “Toplumdan uzak” bir portre çizer. Yani Proguidis’in tanımlamasıyla “insanın yeni versiyonu”dur.15 “Geri kalan zamanda az çok gözlemci konumundayım.” (16)
#Depresif başkişinin gözünden yaşamın betimlenişi dikkat çeker. Onu bekleyen trajik sondur, yani ölüm. “Kıyıdan ne kadar açıktasınız! Uzun zaman başka bir kıyı olduğuna inanmıştınız; artık böyle bir şey yok. Gene de yüzmeye devam ediyorsunuz ve yaptığınız her hareket sizi boğulmaya daha çok yaklaştırıyor”. (17) Kalabalıkta yalnızlık, acı, hüzün ve sinsice “yüzü tüm ihtişamıyla beliren ölüm”. İnsana acı veren ve değişmeyen bir dünya düzeninde savaşmak zorunda olan bir birey.
Depresyonda, psişik ve fiziksel olmak üzere iki tür yıkım yaşar. (18) Fiziksel yıkımda, toplumdan uzak durur. İntihar etmeyi dener. Psişik yıkımda ise yalnızlığına sığınır. Bu iki tür yıkım, iki tür savaşıma koşut olarak ilerler. Birincisi, kendisini dışlanmış duyumsadığı dünyayla savaşım; ikincisi ise, “kendisiyle ve kendi eksiklikleriyle-geçmiş, şimdi ve gelecekle- savaşımdır. (19)
İçinde yaşadığı, daha doğrusu, kendisine verilen rolü oynamaya çalıştığı toplumda, kendi yalnızlığının penceresinden insan ilişkilerini değerlendirir: İnsanlar birbirlerini, sevmez, sık sık görüşmez, anlaşamaz ve birbirlerini anlamazlar. İlk bakışta, içten ve sıcak bir atmosferde başlamış yanılgısını veren ilişkiler, zaman geçtikçe, düş kırıklığı ve yalnızlıktan öteye gitmez. Her şey tıkanır. İnsan ilişkileri silinir, git gide olanaksızlaşır. Dünya tektipleşir. (20) Bu da insanları depresyona sürükler. Tüm bu sorunların kökeninde, “özgürlük derecelerindeki yükseliş” (21) yatar. İlişkiler minimal düzeydedir. Paylaşım yoktur, ikiyüzlülük ve çıkar egemendir.
Başkişiye göre, günümüz postmodern toplumunda iki tür #liberalizm vardır: Ekonomik liberalizm ve cinsel liberalizm. Yaşam savaşımdır ve kazanan liberalizmdir. Liberalizmi ve bireyciliği doğuran ve “çağdaş depresyona” neden olan anamalcılıktır. (22) Bazıları hep kazanır ve bazıları da hep kaybeder. İnsanlar arasındaki ilişkileri ancak güç ilişkisiyle açıklanabilir. En güçlü ve en başarılı olanlar en önemli olurlar. Özellikle orta sınıfla ilgilenir, normalde bu düşüncenin liberal bölgelerde işi yoktur. Çünkü oralarda yalnızca kazananlar vardır. Approches des désarrois adlı denemesinde “Bir pazar ekonomisinde değil, bir pazar toplumunda yaşıyorum” diye yazar. (23) Bazıları servet yaparken, bazıları işsiz ve sefildir. Cinsel yaşamda da liberalizm geçerlidir. Bu konuda bir kuramı bile vardır: “Cinsellik bir sosyal hiyerarşi sistemidir”. (24) Bazılarının cinsel yaşamı yolunda giderken, bazıları her şeyden yoksun ve yalnızdır. Modern toplumlarda mutluluğu bulmanın güçlüğünün bilincindedir. Houellebecq okura, “Mutluluktan korkmayın; çünkü yok” diye seslenir.
Depresyonu çıktığı iş yolculuğunda doruk noktasına ulaşan başkişide #yabancılaşma başlar. “Zamanın akışını durdurmak ve yalnızlıktan kaçmak için durmadan yer değiştirir ya da tekbencilikte kaybolmak için köşesine çekilir.” (25) İçinde yaşadığı dünyayı anlamakta güçlük çeker. İş arkadaşı #RaphaelTisserand’la yaptığı iş yolculuğu boyunca yine “#gözlemci” konumundadır. İnsanların yalnızca dış görünüşe önem verdiklerine vurgu yapar. Bunun en güzel örneği, yakışıklı olmayan, kendisini “Bir süpermarket reyonunda selofan kâğıdına sarılmış bir piliç budu” ya da “bir kavanoz içindeki bir kurbağa” gibi duyumsayan, “Yabancılaşmış, sisteme uyum sağlamaya formatlanmış ” Tisserand’dır, ancak sistem dışında kalır. (26) Meslektaşının ekonomik ve cinsel hiyerarşilerin basamaklarını tırmanamayışını gözlemler. Monologlarında varlığı sorgular. (27)
“Dünyanın düzeni acı verici, yetersiz; değişecek gibi gelmiyor bana… Bu dünyayı sevmiyorum. Kesinlikle sevmiyorum. İçinde yaşadığım toplum beni iğrendiriyor.” (28)
Yeni bir ürün tanıtımı için gittiği Rouen’da hastalanır. (29) Pericardit geçirir. Göğsünde ağrı, nefes alma güçlüğü, boğuntu krizini anımsatır. Bu hastalık bir dönüm noktasıdır. Çünkü “yararsızlık” ve “yalnızlık” duygusu ivme kazanır. Hastanede gerçeğe yabancılaşmanın en üst noktasını yaşar. Hiçbir bağlanımı yoktur. Rouen’de kalmak istemez. #Paris’e dönmek de gelmez içinden. Çünkü Paris’te onu tutan hiçbir şey yoktur. (30) Bir bıçak alır ve Tisserand’ı bir zenciyi öldürmesi için zorlar. Bu, gerçeğe yabancılaşmanın duygu boşalımı (#paroxysme) anıdır. Gerçek düşüşü ise Tisserand öldükten sonra gerçekleşir. İçinde bir şeyler kırılır; başarısızlık, her yerde başarısızlık; içinde bölünmeye benzer bir şeyler duyumsar.
Davranışlarındaki kopukluk, ilgi ve zevk azalması, hüzün, ümitsizlik, uykusuzluk, toplumdan tamamen çekilme, işe ara verme, ilgisizlik ve intiharı düşünme, davranışlarına anlam verememe, derin düşüncelere dalma ve uykusuzluk gibi depresif kişilik özellikleri daha da ön plana çıkar. (31) Gece yarısı, bir kutu bezelyeyi aynaya fırlatır, camları kırar; nedensiz yere ağlar; büroda bir kızı tokatlar; karabasanlar görür. Kendisini daha yaşlı duyumsar. Sonunda psikiyatrdan randevu alır ve tedaviye başlar. (32) Hastaneye yatar. Çalışmaya ara verir. Şu sözleri depresif kişiliğine tanıklık eder:
“Daha sonra odamda uyumaya çalışacağım, gene boşu boşuna. Beynin her zamanki o kasvetli işleyişi; donmuş gibi görünen gecenin akışı, gitgide yavaşlayan bir ritimle birbirine eklenen sahneler. Yorgana dikilmiş gözlerle geçen dakikalar.” (33)
Hastaneden çıktığında doğduğu topraklara gitmeyi dener. İçinde Paris’i terk etme ve bir taşraya sığınma isteği uyanır. Durumunun düzelip düzelmeyeceğinden emin değildir. Bisikletle dolaşırken dünyayı kabullenmeyi denese de git gide batar, yenilir. Artık kaybettiğini anlar. Bir uçurumun ortasında ve kendi içinde tutsak olduğunu kabul eder.
“Bizler hepimiz, yaşlılığa ve ölüme boyun eğmişiz. Bu yaşlanma ve ölüm kavramı, bizim uygarlığımızda serpiliyor, adım adım bilinç alanını dolduruyor, başka hiçbir şeyin olmasına izin vermiyor. Böylece yavaş yavaş dünyanın sınırlı olduğuna dair kesin bir kanı oluşuyor. Arzu bile yok oluyor; geriye yalnızca burukluk, kıskançlık ve korku kalıyor. En çok da burukluk kalıyor (…) çağdaş zihniyeti tek bir sözcükle özetlememiz gerekseydi, ben hiç kuşkusuz şunu seçerdim: Burukluk.” (34)
Günümüz izlekleri üzerinde yoğunlaşan roman, postmodern anamalcı düzende, kayıtsızlığı ve “çağdaş ruhun belirleyicileri olan boşluğu/ yokluğu” ve bunun sonucunda yaşanan depresyonu betimler. Sıradan bir başkişinin anlamsızlık içinde akıp giden tekdüze yaşamında, kaybolan parçalanmış bireylerin “kara portresini” çizer yazar. (35) Adsız başkişi, hiçbir gelişme kaydedemez, yaşamın içine giremez. Bu kapasitesizlik çağdaş insanın paylaştığı bir güçlüğün işareti, postmodern çağda, “depresif bireyi karakterize eden ideal tipik yetersizliğin” örneğidir. (36) Hiçbir iz bırakmadan toplumdan çekilir. “Geriye yalnızca öyküsü kalır.” (37)
NOTLAR:
* Prof. Dr., Gazi Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Fransız Diil ve Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyesi
(1) Schoots, Fieke, Schoots, F. (1994). L’Ecriture ‘Minimaliste’. Ammouche-Kremers et Hillenaar (Eds.). Jeunes Auteurs de Minuit. Amsterdam – Atalanta, GA.: Editions Ropodi B.V. s. 128.
(2) 26 Şubat 1958 tarihinde dünyaya gelen Michel Houellebecq, babasının aileyi terk etmesinin ardından, annesi tarafından büyütülür. Daha sonra anneannesinin yanında kalır. Altı yaşında ise babaannesinin yanında yaşamaya başlar. Babaannesinin kızlık soyadı olan Houellebecq’i yazın yaşamında kullanacaktır. Henri Moissan de Meaux lisesinde öğrenci olduğu dönemlerde, düşünme ve analiz etme yeteneğini gören arkadaşları onu “Einstein” lakabıyla çağırırlar. 1980 yılında ziraat mühendisi diplomasını aldıktan sonra, evlenir ve 1981 yılında oğlu Etienne’in doğumundan ve boşanmanın ardından, depresyona girer, psikolojik tedavi görür. Belirli bir süre bilgisayar uzmanı olarak çalışır. Yazınsal kariyerine yirmi yaşında başlar. Yayınları birbirini izler. İlk şiir derlemesiyle, 1992 yılında, Tristan Tzara ödülünü alır. Önemli yapıtları şunlardır: Contre le monde, contre la vie, Rester vivant, La Poursuite du bonheur, Extension du domaine de la lutte, Le Sens du combat, Interventions, Les Particules élémentaires, Renaissance, Lanzarote, Plateforme, La Possibilité d’une île, La carte et le territoire.
(3) Schoots, Fieke,a.g.y., s. 128
(4) A.g.y., s. 129
(5) s. 129
(6) s. 129
(7) s. 129
(8) s. 130
(9) Houellebecq, Michel, Kuşatılmış Yaşamlar, çev: Aysel Bora, İstanbul, Can Yayınları, 2001., ss. 12,14, 36
(10) Kuşatılmış Yaşamlar., s. 52
(11) Van Wesemael, Sabine “L’ere du vide”, http://www.rilune.org/mono1/10_Wesemael.pdf ,s.86
(12) Van Wesemael, Sabine ,s. 86
(13) rudar.ruc.dk/bitstream/1800/…/Artikel98.pdf, s.26
(14) Schoots, Fieke, a.g.y., s. 135
(15) Proguidis, Lakis « Preuves irréfutables de la non-existence de la société, » De l’autre côté du brouillard. Québec, Éditions Nota bene, 2001, p. 69
(16) Kuşatılmış Yaşamlar., s. 147
(17) Kuşatılmış Yaşamlar., s. 18
(18) Proguidis, Lakis « Preuves irréfutables de la non-existence de la société, » De l’autre côté du brouillard. Québec, Éditions Nota bene, 2001, p. 69
(19) Clément, Murielle Lucie et Sabine van Wesemael, Michel Houellebecq sous la loupe, Amsterdam-New York, Editions Rodopi B.V. 2007 s. 393.
(20) Kuşatılmış Yaşamlar., ss. 22, 46.
(21) Kuşatılmış Yaşamlar., s. 46.
(22) Van Wesemael, Sabine s. 88.
(23) Kuşatılmış Yaşamlar., s. 24.
(24) Kuşatılmış Yaşamlar., s. 93.
(25) Schoots, Fieke, a.g.y., s. 135.
(26) Kuşatılmış Yaşamlar, s. 98.
(27) rudar.ruc.dk/bitstream/1800/…/Artikel98.pdf, s. 180.
(28) Kuşatılmış Yaşamlar, ss. 20, 83.
(29) Kuşatılmış Yaşamlar, s. 74.
(30) Kuşatılmış Yaşamlar, s. 85.
(31) Biron, Michel, “Effacement du personnage contemporain: l’exemplede Michel Houellebecq” Erudit, Volume 41, numéro 1, 2005, ss.27-41.
(32) Kuşatılmış Yaşamlar, s. 129.
(33) Kuşatılmış Yaşamlar, s. 149.
(34) Kuşatılmış Yaşamlar, ss. 145-146.
(35) http://www.critiqueslibres.com
(36) Biron, Michel, ss.27-41
(37) rudar.ruc.dk/bitstream/1800/…/Artikel98.pdf, ss. 180-181#Fransızyazını #hayvanöyküleri #insanlar #toplum #yazaranlatıcı #lafatiguedetresoi #kendiolmayorgunluğu
Sorry, there were no replies found.