Yevgeniya Ginzburg: GULAG KAMPLARINDAN GELEN ÇIĞLIK
-
Yevgeniya Ginzburg: GULAG KAMPLARINDAN GELEN ÇIĞLIK
GULAG KAMPLARINDAN GELEN ÇIĞLIK*
Makale Yazarı: Gamze Öksüz
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Temmuz/Eylül 2018) 35. Sayıda yayımlanmıştır.
“Çok önceleri okuduğum bazı kitapları anımsıyordum: Yeni Kaledonya, Sefiller. Mahkûmların ayak bileklerinden el arabalarına prangalandıklarını okumuştum. Şimdi hikâyelerin kahramanları bizlerdik…”
Y. Ginzburg#Gulag… Zamansız çalınan zilin ürkünç sesiyle ya da kapılara vurulan tekmeler eşliğinde sorgusuz sualsiz insanların diri diri gömülmeye yollandıkları ölüm kampı. Dünyanın neredeyse öbür ucu… Geri dönüş umudu yok denecek kadar az… Geri dönebilenlerin ise normal bir insan gibi yaşama şansları hemen hemen hiç yok. Hayatlarının tam ortasında köklerinden kazınıp #taygadaki çalışma kamplarına atılan, orada on yıllarca kaderlerine terk edilen, ruhlarını, duygularını, ümitlerini, insani vasıflarını yitiren ve birer gölgeye dönüşen yarı canlı bedenlerden geriye kalan enkazlar… İnsanları içine çeken ve hayatları alt üst eden bir girdap… Bu girdabın dışındakiler, içindekilerden daha şanslı değildir. Yargılama sisteminin kör, sağır ve hantal gövdesi devasa bir silindir gibi yoluna çıkanı ezer. #Stalin dönemindeki “#BüyükTerör” yıllarından etkilenmeyen, kendileri olmasa bile yakınlarından, komşularından, iş arkadaşlarından biri mağdur olmayan tek bir #Sovyetvatandaşı yoktur belki de. Gulag kamplarından mucizevi olarak sağ dönüp yaşadıklarını anlatma gücü, cesareti ve fırsatı bulan yazarlar ise Rus edebiyatının en dokunaklı eserlerini kaleme almışlardır. Gözlerin görmediği, akılların almadığı, hayallere sığmayan olayları anlatan ve genelde anı ile belgesel karışımı bir anlatım tarzı olan bu eserlerde okuyucu, dikenli tellerle dış dünyadan yalıtılmış kamp hayatı, #hapishaneler, #olanaksızlıklar, #işkenceler, #ölüm, #gözyaşı, #soğuk, #açlık, #hasret, #hastalık, #acı ve kederden daha fazlasını bulamaz.
Sovyetlerin karmaşık idari ceza sistemlerinden biri olan Gulag, Ana Kamp İdaresi’nin (Rusça: Glavnoye Upravleniye Lagerey) baş harflerinden alınmış kısaltma bir isim olup, #Sibirya’daki zorunlu çalışma kamplarının genel adıdır. #Lenin ile başlayan Beş Yıllık Planların imkânsız hedeflerine ulaşabilmek ve bu amaçla kuzey Sibirya’nın zengin kömür, gaz, odun ve altın yataklarını işletebilmek için gerekli olan iş gücünün en büyük ihtiyacı tutuklu mahkûmlardan sağlanmıştır. Bu ihtiyacı karşılamak üzere mahkûm sayısını artıracak yeni bir suç çeşidi çıkar Sovyetler’de: #halkdüşmanı. Emeğin ıslah edici etkisinden yararlanma siyaseti çerçevesinde tutuklu sayısını artırmak için özellikle 1930’lu yıllardan itibaren insanlar artık yaptıklarından dolayı değil, kim olduklarından dolayı cezalandırılırlar. Bu mekanik dişlinin arasından sağ kurtulmayı başaran talihli (!) isimlerden biri de Yevgeniya Ginzburg’dur. Gulag kamplarında hayatının on sekiz yılını geçirdikten sonra tüm yaşadıklarını, yaşayamadıklarını, gördüklerini, göremediklerini “Sarp Yol” adını verdiği romanında anlatır. Romanın kahramanı, bizzat kendisidir, #YevgeniyaGinzburg…
1937 yılı, Ginzburg için 1 Aralık 1934’te sabaha doğru dörtte çalan bir telefonla başlar aslında. Parti’nin sadık bir üyesi olarak kendisine verilen emir, sabah altıda Bölge Komitesi’nde olması şeklindedir. Kendisini her şeyiyle #SovyetlerBirliği #KomünistPartisi’ne adamış aydın bir #Sovyetkadını olan Ginzburg, o karlı kış şafağında bir kere değil binlerce kere Parti için ölme emri verilse bile, hiç duraksamadan bu emre uyardı kuşkusuz. O uğursuz sabahın alacakaranlığında karları yara yara Parti binasına koştururken henüz Kirov suikastından habersizdir. #Politbüro üyesi ve #Leningrad Birinci Sekreteri olan #SergeyKirov, Stalin’e yakın bir isimken ve bir kısım Partili tarafından Stalin’in yerine geçecek aday olarak görülürken, 1 Aralık 1934 tarihinde bir cinayete kurban gider. Toplum içinde rejime karşı örgütlenen ve komplolar kuran bir takım “halk düşmanları” olduğu yorumuna neden olan bu beklenmedik suikast, 1937’de başlayacak “Büyük Temizliğe” ve tasfiyelere giden sarp yolun başlangıcı olur. 1 Aralık 1934’te Kirov’un öldürüldüğü gün “halk içindeki teröristler” için yıldırım hızıyla bir yasa çıkarılır. Bu yasaya göre ölüm cezalarında temyiz hakkı kaldırılacak ve infazlar 24 saat içinde yerine getirilecektir. Kapsamı genişletilen ceza kanununun meşhur 58. maddesiyle birlikte, Sovyet rejiminin ana ilkesi, halk düşmanlarının takibi, avlanması ve yok edilmesi olarak belirlenir. Tutuklamalar, işkenceler, iftiralar, tehditle ve zorlamayla alınan sözde itiraflar ve bunun sonucunda kurşuna dizilmeler, ölüme terk edilmeler başlar. Ancak bu döngüde kimsenin garantisi yoktur. Bugün acımasızca #sorgulama yapıp tehditle itirafa zorlayanlar, yarın kendileri mahkûm konumuna düşerler. Hapishane ya da kamplarda bir mahkûmun, kendini sorgulayanlarla ve hatta kendi hapishane müdürleriyle günün birinde aynı hücreye kapatılması, sıradan bir olaydır. Bu sarp yolun sonu, birçok masum insan için dönüşü olmayan Gulag kamplarına varacak ve oradan gelecek acı çığlıkları uzun yıllar kimse duymayacaktır.
#Kazan’da #gazetecilik yapan, üniversitede ders veren ve üç dil bilen Yevgeniya Ginzburg’un sarp yolu ise 1937 yılının Şubat ayında başlar. O yıl bir Parti toplantısında ilk kez başarısız olarak suçlanır. Bunun nedeni, çalıştığı yerel gazete için kaleme aldığı bir makalede, yakın arkadaşı olan bir tarih profesörünün yazdığı Kazan tarihiyle ilgili kitap bölümünü eleştirirken yazarı #Troçkiyanlısı olarak suçlamayı ihmal etmiş olması ve hiçbir toplantıda profesöre açıkça kınamada bulunmamış olmasıdır. Sonuç olarak Ginzburg’a “siyasi uyanıklık eksikliği gösterme” ve profesörün #karşıdevrimci fikirlerini paylaşma potansiyeli gösterme gerekçesiyle #kınama kararı verilir. Ginzburg için bundan sonra hayatını tamamen alt üst edecek hapishane ve kamp dönemi başlar.
Ginzburg’un Sarp Yol adlı romanı, Türkçeye “Anafora Doğru” ve “Anaforun İçinde” olmak üzere iki cilt halinde çevrilmiştir. Roman, kahramanın sorgulanma, hapishaneye gönderilme, hücre ve tecrit cezaları, kampa gönderilme ve kamptan çıkış aşamalarını kapsar. Romanın içinde iki farklı Ginzburg’un yaşadığını söylemek mümkün: 1934 yılının sonundan başlayarak bizlere yaşadıklarını ve duygularını anlatan genç ve idealist Ginzburg ile on sekiz yıllık mahkûmiyet sonunda tüm duyguları, düşünceleri ve doğruları değişen yaşlı/ tecrübeli Ginzburg. Kahramanın roman boyunca geçirdiği fiziksel ve ruhsal dönüşüm, ete kemiğe bürünmüş bir halde ve insanın kanını donduracak derecede acı bir gerçek olarak çarpar okurun yüzüne. Mahkûmiyetle geçen on sekiz yıl, Ginzburg’u ailesinden, evlatlarından, işinden, kariyerinden, eğitiminden, insanca duygu ve düşüncelerden acımasızca koparıp alır. 1937 yılında Parti’den atıldıktan bir hafta sonra eve gelen bir telefonla Ginzburg, İçişleri Halk Komiserliği tarafından kırk dakika süreceği söylenen bir soruşturmaya çağrılır. Ginzburg kapıyı çekip sadece bir saatliğine evden çıkacağını sanırken ardında bıraktığı kocası, annesi, babası ve büyük oğluyla bir daha hiç karşılaşamayacağını asla düşünemezdi. Onlarla vedalaşamaz bile. Bundan sonra annesini ve babasını bir daha göremeyecek, büyük oğlu Leningrad kuşatması sırasında ölecek, kendisine öldüğü söylenen kocasının izini kaybedecek, dört yaşındaki küçük oğlunu ise ancak on iki yıl sonra görebilecektir. Tüm yeteneğini ve enerjisini sosyalizm davasına adamış olan genç Ginzburg, o zamanlar kafasında her şeyin çok berrak olduğundan, tutuklamaların mutlaka haklı bir nedene dayandığından, halk düşmanı olarak suçlanan kimselerin muhakkak az ya da çok suçu olduğundan, Parti’nin asla yanlış bir adım atmayacağından, ideolojisine taptığı sistemin şaşmaz doğruluğundan ve bu nedenle en kısa zamanda kendisinin aklanacağından çok emindir. O yıllarda yapılan siyasi tutuklamaların en belirgin yanı, tutuklananların suçsuz olmalarından emin olmaları sebebiyle hiçbir direnç göstermemeleridir. Nasıl olsa yakında salıverileceklerdir. Tutuklanıp kamplara gönderilenler geri dönmediği için tutuklama ve sorgu esnasında neler yaşandığı bilinmemekte, bu nedenle kendisini suçsuz görenler, kaçma eğilimi göstermemektedir. Neden kaçayım? … Neden direneyim? … Çoğunluğu boyun eğmeye iten ümit, “suçum olmadıktan sonra beni niye götürsünler ki” düşüncesidir.
Tüm hayatının farklı bir boyuta geçeceği ve kendisinin haklı olduğunu asla ispatlayamayacağı ilk sorgusundan itibaren hakaretlere, aşağılanmalara, insanlık dışı işkencelere maruz kalan Ginzburg, tıpkı diğer kurbanlar gibi suçlu olmadığını kanıtlayamadan zindana atılır. İlk iki yılını Moskova’nın ünlü #Butırki hapishanesinde, daha sonra #Yaroslavl’daki tecrit hücresinde geçirdikten sonra Sibirya’ya sürülür. Ünlü #Lefortovo hapishanesindeki askerî mahkemede on yıllık #sürgün kararı yüzüne okunurken, hâlâ Parti’sinin bu yanlışlığı düzelteceğinden emindir:
“On yıl… Siz gerçekten düşünüyor musunuz o donmuş balık suratlarınızla cinayetlerinize ve soygunlarınıza on yıl daha devam edeceğinizi? Gerçekten düşünüyor musunuz Parti’de birinin çıkıp bunlara dur demeyeceğini? Ve ben orada bunu yapacak insanlar olduğunu biliyorum… Er ya da geç sonunuz gelecek. Fakat o günü görmek için hayatta kalmalıyım. Hapiste fakat ölmeden!”O sonu gelmez umudun aldatıcı ışığı olmasa, muhtemelen Gulag kamplarından sağ çıkan olmazdı…
Mahkûm koğuşları penceresiz, havasız, küflü ve nemlidir. Pencerelerdeki kalın parmaklıkların üzerine ışığın ve havanın içeri girmesini engelleyen kalın tahta perdeler çakılmıştır. İçerideki hela kovalarının kokusuna, yemek olarak verilen çürümüş balık kokusu da eklenince nefes almak imkânsızlaşır. Pencereler günde sadece on dakikalığına açılır. O süre de zaten avluya havalandırmaya çıkma anına denk gelir. Havalandırma esnasında #gökyüzünebakmak yasaktır, mahkûmlar avluda başları öne eğik dolaşmak zorundadırlar. Ginzburg’un kuzeye bakan ve hiçbir şekilde güneş ışığı almayan rutubetli hücresinde, kendilerine verilen tayınlar daha birkaç saat geçmeden küflenir; duvarlar yemyeşildir ve mahkûmların üzerlerindeki kıyafetler nemden dolayı sürekli ıslaktır. “Bir ağız dolusu oksijenin, taze havanın tadını o zaman anladım” diye yazar Ginzburg. #Tecritcezaları ise çeşitlilik gösterir. Bunlardan biri “ayakta durma hücresi”dir. Buna hücrelerin hücresi de denebilir:
“Gün ışığının ulaşamayacağı kadar toprak altındaydı. Ona, içinde oturacak yer olmadığı için ayakta durma hücresi dendiğini sanıyordum. Gerçekte ise hücre o kadar dardı ki insan ancak iki eli yanlarına yapışık vaziyette ayakta dimdik durarak sığabiliyordu içine”.
Mahkûmların “#dönenkayış” adını verdikleri #sorgulamasistemi ise tam bir psikolojik işkencedir. Bu sistemde sorgu, nöbet değişimi yoluyla kesintisiz günler boyu sürer. Sorgu sırasında mahkûmun yemek yemesine ve uyumasına izin verilmez. Mahkûmun direncine göre altı ya da yedi gün boyunca, mahkûm çıldırma noktasına gelip bayılıncaya kadar devam eder. Gündüzleri uyumak ve yatmak yasak olduğu için tüm işkenceler gece yapılır ve böylece mahkûmun gündüz dinlenmesi önlenir. Ginzburg, kamp cezasından önce çeşitli hapishanelere sevk edilir:
“İşte hapishane arabası. Mahkûmların nakli için kullanılan koyu gri bir kamyon. Sokaklarda sık sık görürdüm de dikkat bile etmezdim. Bunların süt ya da sebze taşıdıklarını sanırdım”.Ancak Ginzburg, ileride yapacağı yolculukların yanında bunun lüks sayılacağını o anda düşünemezdi. Zamanla yaşadığı acı tecrübeler sonunda temel bir kuralı öğrenir: Daha kirli hapishane, daha kötü yemek, daha kaba ve disiplinsiz gardiyanlar, yaşamın daha az tehlikede olduğunun göstergesidir.
Stalin, 20 Ocak 1939’da Parti Merkez Komitelerine, İl ve Bölge Komite sekreterliklerine, İçişleri Halk Komiserliğine #şifreli bir #telgraf yollayarak işçi sınıfının ve kolhozların düşmanlarına, burjuva ajanlarına ve halk düşmanlarına karşı baskının hem uygun hem hak verilebilir bir yöntem olarak zorunlu olarak kullanılmasını meşru kılar. Bir konuşmasında ise hapishane disiplininin gevşekliğinden şikâyet ederek tutukevlerinin birer sağlık ocağına dönüştürüldüğünü, bunun önüne geçilmesi gerektiğini belirtir. Bunun üzerine çalışma kamplarında ve hapishanelerde gereken önlemler derhal alınır. Gulag kamplarına getirilen mahkûm sayısındaki büyük artış kamp yönetimini bile çaresiz bırakır. Bu kadar çok sayıdaki insanı kampa yerleştirme ve onların verimli bir şekilde istihdamını organize etme konusunda zorlanırlar. Durum dışarıdakiler için böyleyken hapishane ve kamp koğuşları sürekli ağlayan, inleyen, uykuda kendilerini tırmalayan ve kurşuna dizilmeyi bekleyen korkunç bir insan karışımının içinde bulunduğu, devasa bir kitle mezarlığı gibidir.
Hapishanelerin oksijensiz, küflü ve rutubetli koğuşlarından sonra çalışma kampına gitme düşüncesi ilk zamanlarda Ginzburg’a mutluluk gibi görünür.
“Yeni, belki de zorlu topraklardaki kamplara yolculuk yapmanın anlamı havaya, rüzgâra, soğuk bile olsa güneş ışığına kavuşmak… Yüzlerce insanla birlikte yaşamak ve çalışmak! Kamp hayatı bir kâbus olsa da canlı canlı gömüldüğümüz bu taş mezarlardan daha iyidir hiç değilse…”Ancak kamp hayatının ölümcül zorlukları karşısında da böyle düşünebilecek miydi #romankahramanı? Güçlükler, kampa tahliye edilirken binilen #trenyolculuğunda başlar. Hayvan muamelesi gören mahkûmlar, sıkış tepiş yük vagonlarına doldurulur. Vagonların pencereleri tahta perdeyle kapatıldığından nefes alacak hava yoktur içeride. Perdelerin arasından sızan ince bir rüzgârdan faydalanma hakkı ise sıraya konur. Mahkûmlara, günde sadece bir kez yemek ve bir kâse griye çalan, bulanık ve tortulu su alma hakkı verilir. Zaten sular, tren sarsıldıkça mahkûmların kâselerinden dökülür. Bir ay kâbus gibi süren bu tren yolculuğunun ardından yine bir o kadar zor olan #gemiyolculuğu başlar ve Ginzburg baygın bir şekilde çalışma kampına ulaşır. Bu, bindikleri son taşıma aracıdır. Bundan sonraki kamp hayatında mahkûmlar bir yerden bir yere araçla değil, eksi 50 derecelerde kilometrelerce yürüyerek yol alacaktır.
Kamp yaşamı boyunca Ginzburg’u mutlak ölümden kurtaran şey, talihi olur. Açlıktan, zayıflıktan ve aşırı yorgunluktan ölme noktasına geldiği anlarda kader, karşısına hep iyi insanlar çıkarır. Ginzburg, rastlantısal gibi görünen bu durumu, adaletin bir göstergesi olarak yorumlar. Nispeten şanslı olan Ginzburg kimi zaman yemekhane, kreş, revir gibi kapalı alanlarda çalışarak hayatta kalmayı başarır. Havanın eksi 55 dereceleri bulduğu kış şartlarında az tayınla çalışan mahkûmlar, insanlıktan çıkmıştır adeta:
“Kararmış, donmuş, çürümüş yanaklarıyla, burunlarıyla ve kanayan dişsiz dişetleriyle, dünyanın tarih öncesi çağlarının kaosundan ya da Goya’nın kâbuslarından çıkmışa benziyorlardı”.#Eksi50 derecenin anlamı, yönetimin o gün açık havada çalışmayı tatil etmesidir. Kasım ve şubat ayları arası kamp hayatı hep aynı tartışmayla geçer: Derece eksi 49’u mu gösteriyor yoksa 50’yi mi? Ancak tartışmak faydasızdır; muhafızlar, derece en azından eksi 53’ü göstermeden eksi 50’yi kabul etmezler. Bu soğukta üretim normlarını dolduramayan işçilerin tayınları gittikçe azaltılır. Kampta çalışanların, eğer ölmeleri gerekiyorsa iş başındayken değil de hastane yatağında ya da kendi ranzalarında ölmeleri yeğlenir. Eğer birisi bir kar yığınına düşecek olursa saatlerce aranması ve sanki bir mahkûm kaçmış gibi alarm verilmesi gerekir, aksi takdirde olayın hesabı kamp idaresinden sorulur. Ölmek üzere olanlar, kendilerine son kez verilen ekmek tayınlarını okşar ve bu değerli hazineyi miras bırakacağı arkadaşını belirler. Eğer bir mahkûm koğuşta ölürse, bu hemen bildirilmez, onun ekmek tayını arkadaşları arasında paylaştırıldıktan sonra idareye haber verilir. Bu tür olaylar, çalışma kampında hayatta kalma stratejileridir. Kampların morgları genelde kapasitenin üzerinde işler. #Morg görevlileri o kadar yoğun olurlar ki otopsiden sonra cesetleri dikmeye ya da mezar kazmaya üşenir ve genelde kesip biçerek bir tepenin ardındaki çukura atarlar. Cesetler kışın soğukta kokuşmaz, bahar selleri ise bu cansız beden parçalarını alıp istenilen uzaklığa götürür. Fakat Ginzburg’u dehşete düşüren en trajik olay, aç bir mahkûmun, tahliyesine bir ay kalmış olan bir arkadaşını baltasıyla doğrayıp kesmesidir. Açlıktan gözü dönmüş bu mahkûm, arkadaşının vücudundan kestiği etleri karların altına gömer ve gece geç vakit herkes uyuduktan sonra sularını kaynatıp içer.
Roman boyunca ruhsal ve fiziksel açıdan büyük bir dönüşüm yaşayan Ginzburg, mucizevi olarak sağ çıktığı kamp deneyiminden sonra, eskiden önem verdiği değerlerin artık bir anlamı olmadığını fark eder. Gulag’dan önceki hayat yolu, önünde huzur ve refah içinde uzanırken etrafında olup bitenleri sorgulamamaktadır. Gulag’la birlikte zorlaşan ve sarplaşan yol, Ginzburg’un gözü kapalı kabullendiği pek çok doğruyu alıp götürür. Sorgulanma sonrasında yaşanacak hapishane ve kamp hayatı, inançlı bir Parti üyesi olan Ginzburg için bilinmeyen ve tahmin edilemeyen bir yer altı diyarı gibidir. Bu dünyanın keşfi, olayların nedeni, kasapların ve kurbanların ruhlarına ilişkin çıkarımlar ve bu olaylarda kendi sorumluluğu hakkındaki soruların cevabına duyduğu ateşli ilgi, kişisel acılarının üzerindedir. Öncelikle acı çekme yoluyla kendi suçlarının temizlendiğine inanır. Ancak serbest bırakıldıktan sonra ikinci kez tutuklandığında acıların insanı bir noktaya kadar arındırdığını fark eder. Acı, on yıllarca sürdüğünde ve rutinin bir parçası olduğunda artık arınmaya hizmet etmeyip bütün duygularını felce uğratır. Ginzburg, gençlik yıllarında resmi geçit törenlerinde yürüyüş kolunda muntazam sıralar şeklinde yan yana yürümenin ne kadar güzel bir şey olduğu hakkında konuşurken, kamplarda benzer şekilde beşer kişilik sıralar halinde yürümek zorunda kalacağının korkunçluğunu düşünemezdi kuşkusuz. Tahliye olduktan sonra bir kreşte bin bir zahmetle #müziköğretmeni olarak bir iş bulmasını sağlayan ve gençliğinde kendisi için burjuva dünyasının karanlığını simgeleyen, hakir gördüğü piyanoya ve “Hanon” piyano kitabına bu kadar şükredeceğini de düşünemezdi. Mahkûmiyeti sırasında Ginzburg’un inanç dünyası da değişime uğrar. Şükran duygusunu yitirmediği, ruhunun sevme ve umut etme yeteneğini kaybetmediği için Tanrı’ya şükreder. #Ohotsk denizi üzerinden uçakla Moskova’ya dönerken çayırdaki her ota, gökyüzündeki her yıldıza gerçek bir şükran duyar ve hayatında bir daha hiç yaşamayacağı aydınlanmayı yaşar. Sağ kalmak için yaptığı hayvanca mücadelelere rağmen insani duygularının daha önce hiç bu kadar güçlü bir şekilde ortaya çıkmadığını, hayatında hiçbir zaman bu kadar güçlü sezgilere sahip olamadığını fark eder. Ginzburg’u en çok sevindiren olay ise casus, sabotör ve terörist damgası yiyen kendisi gibi mahkûmların toplumdan dışlanmadıklarını anlamış olmasıdır. Moskova’da bir kafede kendisi gibi eski mahkûm arkadaşlarıyla birlikte tedirgin tedirgin otururken kendileriyle konuşmak isteyen ve hatta onlara çiçek hediye eden gençleri hayatı boyunca unutamaz:
“Bu, herkesin, kesinlikle herkesin, büyük yalana inanmadığının ve birçok yüreğin -özellikle gençlerin yüreğinin- masum mağdurlara gizlice sempati beslediğinin bir kanıtıydı”.Ginzburg, dışarıda kalanların yaklaşık yirmi yıl boyunca “halk düşmanlarını” toplum dışına iten nedenin, inanç değil yalnızca #korkuimparatorluğu olduğunun bilincine varır. Böylece, mahkûmiyeti boyunca hesaplaşmaya çalıştığı kişisel vicdanı ile Parti ahlakı arasındaki çelişkileri irdeleyerek tüm tabuları yıkmış olur.
Ginzburg 1947 yılında tahliye edilir. Pek çok mahkûm gibi onun da uzunca bir süre mahkûm olarak bulunduğu şehrin dışına çıkması yasaktır. Bunun üzerine hayatta kalan 16 yaşındaki oğlu Vasili’yi uzun mücadeleler sonunda yanına aldırır. Annesinin edebiyat yeteneğini kendisine miras alan #VasiliAksyonov, gelecekte ünlü bir yazar olacaktır. Ömrünün ikinci yarısında yaşadığı bu acımasız ve kaotik hayatta Ginzburg’u mutlak ölümden ve ruhsal çöküntüden kurtaran, onun hayata asılmasını sağlayan birkaç şey vardır: güçlü bir ruh yapısı; kendisinin, tanıdıklarının ve çok sevgili Parti’sinin neler yaşadığını hafızasında biriktirip bunları diğer insanlara anlatma arzusu; #mizahduygusu ve olağanüstü #şiir yeteneği. Bu romanın malzemesi, daha Kazan’daki ilk sorgusundan sonra, hapishanenin eşiğinden ilk adımı atmasıyla birlikte Ginzburg’un kafasında toplanmaya başlar. On sekiz yıl boyunca birikir, birikir, çığ olur, çığlık olur… Kimi zaman aklından intiharı geçiren, evlat acısıyla yanıp tutuşan, kimi zaman fiziki koşullar nedeniyle ölümün kıyısına vuran Ginzburg, çoğu zaman işi şakaya vurarak insani duygularını ayakta tutmaya çalışır. Az rastlanır #şiirbelleği ise tecrit hücrelerinde, kışın yakıcı soğuğunda ya da yazın kavurucu sıcağında aklını yitirmemek için başvurduğu tek çaredir. #Puşkin, #Ahmatova, #Blok, #Pasternak, #Mandelştam, #Nekrasov, #Tyutçev, #Mayakovski, #SaşaÇyornıy ve diğerleri… Roman kahramanı Ginzburg’u yaşatanlar, aslında hiç ölmeyen şiir kahramanlarıdır.
#ölümkampı #çalışmakampı #yargılama #AnaKampİdaresi #GlavnoyeUpravleniyeLagerey #AnaforaDoğru #Anaforunİçinde #ayaktadurmahücresi #şiirkahramanları
Sorry, there were no replies found.