Yere Düşen Dualar’da Görmek ve Görülmek Üzerine

  • Yere Düşen Dualar’da Görmek ve Görülmek Üzerine

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 13:42'de 11 Temmuz 2024

    “Dünya Büyük Bir Mecazdı”:
    Yere Düşen Dualar’da Görmek ve Görülmek Üzerine*

    Makale Yazarı: Elif ince

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Temmuz/Eylül 2012) 11.sayıda yayımlanmıştır.

    Sema Kaygusuz’un ilk romanı Yere Düşen Dualar, adalı Karaca ailesinin trajedisini konu edinir. Leylan adlı genç bir kadının ağzından dinlediğimiz üzere, amcası Mercan ve annesi Ecmel arasındaki bir #yasakaşk, babasının, yani Kutsi Karaca’nın kardeşini öldürmesine, annenin de buna dayanamayıp ailesini terk etmesine yol açmıştır. Net bir biçimde açık edilmediği halde #güçlü şekilde şüphelenmemiz sağlanır bu #aşk üçgeninden; ve hatta Leylan’ın baba dediği Kutsi Karaca’nın değil de, amca dediği Mercan’ın kızı olabileceği ihtimalinden, -zira her ikisi de disleksiktir-.

    Bu basit sayılabilecek öykü üzerine kurgulanan roman ise ağırlıklı olarak Leylan’ın geçmişine ve bugününe dair sorularına cevap araması ve terk edilmenin acısıyla (belki pişmanlıkla) kendini iyice şaraba vuran babasını iyi etmeye çalışmasını ele alır. Basitlikten de olağanlıktan da oldukça uzak devam eder #roman. Zira değinilenler intikam, merhamet, aidiyet gibi karmaşık duygulardır. Leylan bir yandan babasını, içine düştüğü karanlık kuyudan çekip çıkarmak ister; öte yandan zaman zaman “Hepten koyversem de ölse mendebur” hissine kapılır. Diğer bir yandan da kendisine hiçbir zaman sahip çıkmamış bir babaya #merhamet ve şefkat gösterecek yüce gönüllülükte olmaktan keyif alır.

    Romanın, Leylan ve Karaca ailesinin diğer üyelerinin hikâyesini konu alan ilk bölümü Üzüm, okuru merakta bırakan bir şekilde, birbirine geçmiş aile ilişkilerinin tam ortasında son bulur. ikinci bölüm olan Altın ise ne anlatım veya dil ne de karakterler veya mekânlar açısından Üzüm’ü andırmaktadır. Üzüm’ün sonunda Leylan’nın hikâyesi adeta yarım kalır; Altın’da bambaşka bir zamana, diyara ve yeni tanıştığımız karakterlerin masalsı, alegorik öyküsüne geçilir. Okuyucu Leylan’a ne olduğunu merak ededursun, yazar bir daha adaya geri dönmeyecek, Leylan’ın hikâyesini tamamlamayacaktır. Kitabın birbirinden böylesine ayrı duran iki bölümden oluşması pek çok okuru merak, tatminsizlik ve kafa karışıklığı içinde bırakır. Öyle ya, Altın ve Üzüm iki bağımsız öykü olarak güzeldir; peki ya aynı romanın iki bölümü olarak?

    Romanın ilk paragrafında, “Saçımdan tırnağıma bütün görünüşüm, ada halkının dizginsiz hayal gücünün eseridir… Beni burada sözcük sözcük, santim santim yarattılar” diyerek avcunun içine alır bizi Leylan. Anakaranın uzağında ve dolayısıyla adeta gerçek hayattan kopukmuşçasına yaşayan bir adalı olmaya lüzum yoktur onu anlamak için. Başkasının birisi hakkında söylediklerinin yalanla gerçek arasında ince bir çizgide durduğunu bilmek #için herhangi birinin dedikodusunu yapmış olmak –veya dedikodusu yapılmış olmak kâfidir. O yüzdendendir ki Leylan’ın babasıyla ilgili bir uçtan diğerine savrulan hislerini garipsemediğimiz gibi, ada halkının, Leylan’ın babasını öldüreceği yönünde çıkardığı dedikoduyu sahiplenişini de garipsemeyiz. istediği kadar aklı başında olsun, belki de sahiden babasını öldürecek olmasından şüphelenmekten alıkoyamaz kendini; adadaki ortak #ve hâkim anlatı bu denli kuvvetlidir.

    İşte ilk bölümde ada halkının Leylan’ı nasıl baştan yarattığını okurken, ikinci bölümde, Leylan’ın kendi hikâyesini baştan yaratmasına tanık oluruz. Zira, Altın bölümü, Leylan’ın ailesine, anılarına, köksüzlüğüne dair yapıtaşlarının bir nevi geri dönüşümü suretiyle oluşturulmuştur. Güzel annesi Ecmel’in evden kaçışını; babasının kendisini sahiplenmeyişini; seri dul, açıkgöz falcı Latife Keşal’in kehanetlerini; demir bükmeye muktedir ama güreş tutmaya kuvvetsiz, hiç tanımadığı dedesi Ensar Karaca’yı; babasının kendi adını verdiği şom ve solak atını; adanın iki kere ölmek bahtsızlığına erişen çocuğu Süha Melek’in ahtapotla olan münasebeti gibi irili ufaklı pek çok detayı kocaman bir bohçaya doldurur Leylan; güzelce çalkalar; sonra tekrar döker ortalığa. Der ki: “Tek bir kitapta olmalı #herşey. Sekize bölünmüşlerim ve Ecmel ve Mercan ve Kutsi. Hiçbir yerde başka adlar altında buluşmalıyız yeniden… Hafif bir mırıltıyla bir hikâye yaratmaya başladım. Çoktandır başımın üstünde taşıdığım #hayali kitabımı okuyorum aslında… Elimden geldiğince bir şeyler anlatıyorum. Başka kahramanların bağrında kaynaşıyoruz ikimiz.” (s.145)

    Ortalığa saçtığı yığındaki karman çorman karakterler, semboller, olaylar Leylan’ın babasına anlatacağı yeni bir #hikâye olacaktır. Bu “ağubozan hikâyeyle” babasının ruhunu arıtacağını sanmaktadır; hâlbuki anlattığı hikâye kendi ruhunu da arındıracak, bütünleyecek, köksüzlüğüne, ümitsizliğine çare olacaktır. Değil mi ki babasını manen ve annesini maddeten kaybetmiştir bu hayatta; başka kahramanlar olarak, “başkalarının bağrında kaynaşacaklardır.”

    Böylelikle Üzüm’de ana hikâye, baba-kız ilişkisi üzerinden devam etmekteyken, Altın’da bir anneoğul hikâyesine döner. Üzüm’de Leylan’ın babası Kutsi Karaca’nın kendi adını verdiği atın kötü talihi, Altın’da sol gözü ve bir adı olmayan gencin, Yaşur adlı atlarının ölümüyle beraber Yaşur adını alması ve gözünün açılması olarak hayat bulur. Üzüm’de Ensar Karaca’nın dillere destan kuvveti ancak güreş konusunda ailesinden sakladığı kabiliyetsizliği, Altın’da Ya şur’un güreş sayesinde ölümün kıyısına gelmesi ve yine güreş sayesinde ölümün kıyısından dönmesine imkân verir. Üzüm’de birbirlerine ne ismen ne de cismen benzeyen iki kardeşten birinin diğerini (yani Kutsi’nin Mercan’ı) öyle sanıyoruz ki, öldürmesiyle biten öyküsü; Altın’da iki ehil güreşçinin, Yaşur ve Mulo’nun ölümüne güreşmesi şeklini alır.

    Henüz Üzüm bölümü soluk soluğa devam etmekte ve de okuyucu Altın’da başına geleceklerden habersizken, yazar, post-modern niyetlerine dair iki ipucu verir; biri kendi içinde anlamlı, diğeri yalnızca ikinci bir okumayla anlam bulan. ilkinde, “Terk edilmekle baş edemeyince, gidebilme iradesini övmeye yeltenen” hayaller kurar Leylan; Ecmel’in, yani annesinin kapıyı çekip çıktıktan sonraki hayatına dair. Onun üçüncü sınıf bir otelin bodrum katındaki saunada çalışan bir havlucu kadın olduğunu hayal eder; sonra bir dikiş atölyesinde ortacılık yaptığını, çalışıp singerciliğe yükseldiğini… En nihayetinde de, yeterince para biriktirdiğinde, kenti terk eder Leylan’ın hayal Ecmel’i ve bir kıyı kasabasına yerleşir. Hikâyesinin devamı, birkaç sayfa önce tanıştığımız çorbacı kadının hakiki hikâyesidir. Nasıl ki hayal gücümüz bildiğimizle sınırlıdır daima (s.90), Leylan da annesinin hayal ettiği yaşamını, ister istemez gerçek birinin yaşamına tutturur sonunda ve belki onu zihninde canlı, yakında, ulaşılabilir kılar böylelikle.

    Romanın kendi içinde kendi kehanetlerini barındırmasının diğer bir örneği ise, Leylan’ın adadaki tek arkadaşı diyebileceğimiz Latife Keşal’ın ona baktığı kahve falında saklıdır. Altın’da karşılaşacağımız olay örgüsünü #kahvefalı biçiminde özet geçer Latife Keşal ve böylelikle “iki başlı adamların, hasmına zilzurna #âşık güreşçilerin, şarkı söyleyen hünsaların kol gezdiği, kendi zamanını yaşayan yeni bir hayat sunar” Leylan’a (s.82). Leylan bu durumu “Beni tam anlamıyla görünür hale o getirdi.” diye özetlerken, romanın da kuvvetli alt metinlerinden birini görünür hale getirir: görmek ve görünür olmak. Diğer bir deyişle, Üzüm’deki gerçeğe yakın aile trajedisi olsun, Altın’daki alegorik #masal olsun, Yere Düşen Duaların esas meselesi gözle, görmekle, görülmektedir.

    Amcasının ölümünü takip eden zamanı tarif ederken “denizden de adımdan da eser kalmadı” der Leyan, “bundan böyle fazlasıyla sıska, en fenası, görünmezleşecek denli tutkusuz kalacaktım”. (s. 35) Nitekim Leylan’ın adını öğrenmemiz Üzüm’ün ortalarını bulur. Bu durumun Altın’daki karşılığı o bölümün başkarakteri sayılabilecek Yaşur’un isimsizliğidir. Romanın iki bölümünün ortak çıpası rolündeki Ecmel, her iki bölümde de anne rolündedir, ancak ilk bölümde Leylan’ı bırakıp giden #anne rolündeyken, ikinci bölümde kocası ölünce bir kadın adama evrilen, sol gözü olmayarak doğan bebeğine isim koymamış başka türlü bir anneye dönüşür. (Bu karaktere hem erkek hem de kız ismi olan Ecmel adının verilmesi tesadüf olmasa gerek.) Önceleri Sağgöz olarak bilinen başkarakterimiz ise dondurucu soğuktan bir avcı tarafından kurtarılması ve iyi edilmesinin ardından ölen atının adını (Yaşur) alır. Avcının kendisine bir #yüzük hediye etmesinin peşi sıra fark eder ki, artık bir sol gözü de vardır. Böylelikle yazar, insanın ismi, isimsizliği, değeri ve görünürlüğü arasında bir #bağ kurar.

    Değer ve görünürlük arasında bir bağ da aşkla ilintili olarak kurulur. Latife Keşal’ın dışında Leylan’ı görünür kılan diğer #insan zaman zaman seviştiği Yorgo’dur. “Dokunulmamak mahvediyor insanı. Yavaş yavaş görünmezleşiyorsun.” diye düşünür Leylan. O yüzdendir ki Yorgo’ya aşık olmadığı gibi ona karşı bir hınç beslediği halde, görünür kalmak için onunla birlikte olmaya razı olur. Altın’da ise sirk işleten bir işadamı açıkça beyan eder ki, tek gözlü birinin olsa olsa Yangöz veya Tekgöz gibi bir adı olacaktır; böyle birinin gerçek bir adı olması ancak bir kadının onu sevmesi veya bir adamın onun gerçekten dostu olmasıyla mümkündür.

    Romanda görünürlükle yakından ilişkili olarak işlenen diğer bir husus aidiyetsizlik, köksüzlük hissidir. “Biz kimlerdeniz, adadaki Rumların, Kürtlerin, turistlerin, Çingenelerin arasında neden yapayalnız, sülalesiziz?” diye sorduğunda cevap alabileceği bir tek babası vardır Leylan’ın; o da hiçbir şey anlatmamaktadır. ilk bölümün bölük pörçük parçalarının bir araya gelmesinden ortaya çıkan ikinci bölümle, babasının ruhunu sağaltmak kadar, kendisine de bir geçmiş yazmak istediğindedir Leylan; ancak geçmişini öğrenebilirse bugünüyle barışacaktır zira. Böylelikle romanın ikinci bölümünde, yani Leylanın uydurduğu bu masalın içinde, hasta yatağında yatan #baba, henüz isimsiz ve sol gözsüz olan Yaşur’a, kökleri hakkında dehşet verici bir efsane anlatır. Bu efsane ve onu takip eden maceralar, Leylan’ın kendisi ve babası için yarattığı kişisel tarihçeyi (geçmiş ve belki de geleceği) oluşturur.

    Romanın ikinci bölümü boyunca aralarında bir sevgi-nefret ilişkisi bulunan anne-oğul, Ecmel-Sağgöz, Adamkadın-Yaşur’un ilişkisi türlü sınavlardan geçer. Romanın başlarında “Kutsi Karaca’yla aramızdaki her neyse yok denecek denli azdı.” diye tarif ederken Leylan babasıyla ilişkisini, Yaşur’la Ecmel’in ilişkisini de önce yok edecek kadar azaltır; kopacak raddeye getirir; sonra tekrar çoğaltarak düzlüğe çıkartır. Acılarıyla yüzleşip devam edebilecekleri bir son yazar Leylan onlara, ve ihtimal o ki kendi babasıyla olan ilişkisine. “Küt diye yere düşse de her duam, bu âlemden vazgeçmeyeceğim.” dizeleriyle biterken roman, her ne kadar bu dizeler Ecmel’e ait olsa da, esasen başına gelen tüm felaketlere rağmen Leylan’ın bu âlemden vazgeçmeyişine delalettir.

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
“Dünya Büyük Bir Mecazdı”: Yere Düşen Dualar’da G…
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi