Ursula İguaran: Yüzyıllık Yalnızlık ve Beş Yüz Günlük Fakirlik

  • Ursula İguaran: Yüzyıllık Yalnızlık ve Beş Yüz Günlük Fakirlik

    Posted by romankahramanlari on 12 Temmuz 2024 at 11:14

    Yüzyıllık Yalnızlık ve Beş Yüz Günlük Fakirlik*

    Makale Yazarı: Burcu Polat

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Temmuz/Eylül 2016, 27. sayıda yayımlanmıştır. 

    #GGMarquez #YüzyıllıkYalnızlık’ı yazmaya başladığında çocukluğunda kendisini etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceği bir yol bulmak istediğini söyler. Marquez çocukluğunu anlatmak zorundadır. Çünkü #Marquez’in de “nenesi” var…

    1967 yılında yayımlanan Yüzyıllık Yalnızlık, bundan tam 17 yıl sonra 1984’te, #CanYayınları aracılığıyla ülkemizde okurları ile buluşuyor. Rivayete göre Gabriel Marquez bu kitabı yazmaya başlamazdan evvel karısı Mercedes’e evi geçindirme işini kendisine emanet ettiğini söyler ve aylar sonra kitabını bitirdiğinde, evde Mercedes’in satmadığı bir tava, kurutma makinası, elektrikli ısıtıcı kalır yalnızca. Kira ise hiç ödenmemiştir. Kitapta Marquez’in yazıp da karısının onaylamadığı tek cümle, tek satır yoktur. Öyle ki bu kitabın edebi başarılarından sonra yazar kendisini şöyle tanımlar: “Mercedes’in kocası”.

    “Ağustos 1966 başlarında eşim Mercedes’le birlikte Yüzyıllık Yalnızlık’ın özgün elyazmalarını Buenos Aires’e göndermek için #MexicoCity’deki San Angel postanesine gittik. Paket 590 sayfa barındırıyordu ve üzerinde Editorial Sudamericana’nın edebiyat yöneticisi Francisco (Paco) Porrúa’nın adresi yer alıyordu. Postane görevlisi paketi tartının üzerine koydu, kafasında aritmetik hesabını tamamlayıp şöyle dedi: ‘Borcunuz 82 pesos.’ Mercedes kâğıt paralarını saydı, cüzdanındaki bozuklukları çıkarttı ve beni durumun gerçeğiyle yüzleştirdi: Bizde sadece 53 pesos var.”

    Kitap kurgusu ile okuyucuyu gerçeklikle hayal dünyasının birlikteliğinin içine çekiyor. Masalsı bir yolda usul usul yürüyorsunuz adeta. Koşmak, ya da koşar adımlarla ilerlemek aklınızın ucuna bile gelmiyor. Kitap bitmesin istiyorsunuz çünkü. Neyin gerçek, neyin hayal ürünü olduğunu anlayamıyorsunuz. Fakat zaten yazarın amacı da bu esasında. Ve fakat yine de Marquez kitap ile ilgili okuyucuyu önceden uyarıyor: “Kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız.”

    Düşler ile gerçekliğin, dün ile bugünün ve de hatta şu anın, yaşanabilir olan ile masalların iç içe geçtiği ve asla yadırgayamadığımız bu müthiş kurgu #Macondo’da geçiyor. Macondo yağmurların uzun sürdüğü yerdir. Öyle ki bir keresinde tam dört yıl, on bir ay ve iki gün yağmur yağmıştır. Macondo herkesin yalnız olduğu yerdir. Öyle ki ölüler bile yalnızdır burada; öyle yalnızdırlar ki dirileri özler, yalnızlıktan bunalır yaşayanların arasına karışırlar zaman zaman. Çingenelerin kuş seslerini takip ede ede buldukları yerdir Macondo, onlar bulana kadar da kimsenin yolunu bilmediği, kiliselerin ve devlet kurumlarının olmadığı, kimsenin otuzunu geçmediği ve kimsenin ölmediği gerçekten mutlu bir köydür ilk zamanlar. Macondo beslenmesi yasaklanan tek hayvanın dövüş horozu olduğu yerdir, ardında kurulmasına sebep vicdan azabı taşır çünkü. Bir horoz döğüşü sonrası erkekliğine laf eden adamı öldüren Jose Arcadio Buendia’nın çektiği vicdan azabına dayanamayıp, denizi aramak üzere yola çıkıp bir nehrin kenarında konaklar iken gördüğü rüyadır Macondo. Bir düş köyüdür, bir düş kasabasıdır, bir muz cumhuriyetine dönüşecektir. Macondo yeryüzünün kendisidir, insanın yaşadığı her yerdir, burasıdır, orasıdır, şurasıdır hatta belki de bir yerden öte, atmosferdir. Fakat Macondo aslında G. Marquez’in doğduğu yer; yani Kolombiya’nın kuzeyinde bulunan #Aracataca kasabasıdır.

    “Bir yılı aşan fakirlik dönemimizde böylesi engellere öylesine alışmıştık ki çözüm için pek de kafa yormadık. Paketi açtık, içindekileri iki eşit parçaya böldük ve bir parçayı Buenos Aires’e gönderdik, bunları yaparken geriye kalanı yollamak için gereken parayı nasıl bulacağımızı bile sormamıştık kendimize. Cuma günüydü, saat akşam altıyı gösteriyordu ve postane pazartesiye kadar açılmayacağına göre, düşünmek için önümüzde tüm bir hafta sonu vardı. Hâlâ para alınabilecek birkaç arkadaş kalmıştı geriye ve bütün malvarlığımız rehincideki ebedi uykusunda dinlenmekteydi. Elimizde romanı günde altı saat çalışarak yaklaşık bir yılda yazdığım taşınabilir bir daktilo vardı, ancak onu rehinciye veremezdik, zira yemek yiyebilmemiz için ona ihtiyacımız vardı. Evi topyekûn karıştırdıktan sonra rehine vermeye pek de uygun olmayan iki şey bulduk: O zamanlar pek az değeri olduğunu tahmin ettiğim çalışma odamdaki ısıtıcı ve bir de evlendiğimizde Soledad Mendoza’nın Caracas’da armağan ettiği bir mikser.”

    Başlangıcında detaylı bir soyağacına yer verilen kitapta roman kahramanlarını karıştırmanın pek de mümkün olmadığını söylersek, çok büyük laf etmiş sayılmayız aslında. Mümkün değildir; çünkü adlar sürekli yinelense de karakterler baskın ve birbirinden oldukça farklı, belirleyici özelliklere sahiptir. Düşünde gördükten sonra Macondo’yu kuran ve Yüzyıllık Yalnızlık’ı başlatan Jose Arcadio Buendia ile belki de gelmiş geçmiş en güzel anne, nene roman kahramanı olan #Ursulaİguaran soyağacının tepesinde yer alıyor. Aralarında onları birbirine bağlayan sevginin, çocuklarının, evlerinin, hayat arkadaşlığının dışında bir de birlikte çektikleri vicdan azabı var. O zamanlar ilk sayfada da betimlendiği üzere dünya öylesine çiçeği burnunda bir yer imiş ki, pek çok şeyin adı yokmuş daha ve bunlardan söz edilirken parmak ile işaret edip göstermek gerekirimiş. İşte dünyanın böyle bir yer olduğu zamanlarda dizginsiz bir hayal gücü ile icat peşinde koşan, maceraperest bir adam Jose Arcadio Buendia. En yakın arkadaşı ve Buendialar hakkında her sırrı bilen Çingene Melquiades’in köye getirdiği her yeniliği varını yoğunu verip sahiplenen bir uslanmaz. Kitap bittikten sonra bile aklımıza gökten yağan sarı çiçekleri getirecek bir adam. Tutkularının peşinde koşar iken, nasıl birdenbire yalnızlaşır, hangi ara bir ağaca bağlanarak ölmeyi bekler duruma gelir hiç anlamayız. Soyun atası ağaca bağlanır, sonuncusunu da karıncalar yer kehaneti son sayfalarda okurun karşısına çıkana dek farkında bile olunmaz hatta. Melquiades’ten aldığı büyüteç ile evini yakmaya kalkışan, tanrının varlığına inanmak için fotoğrafını görmek isteyen bir deli Jose Arcadio Buendia. Fakat dünyanın en akıllı delisi. Bütün deliler akıllı değil midir zaten, yalnızca çok derinden kırılmışlardır o kadar. Marquez’in kendi yarattığı en sevdiği karakter -Ursula Nene’den sonra tabii- Jose Arcadio Buendia’dır sanki. Çünkü ona dünyanın en güzel ölüm betimlemesini yazmıştır. İnsan okur, okur; sonra da ölesi gelir…

    Çok geçmeden marangoz tabut için ölçü alırken, pencereden baktıklarında, minicik sarı çiçeklerin yağmur gibi indiğini gördüler. Çiçekler bütün gece süren suskun bir sağanakla köyün üzerine yağdı. Bütün çatıları örttü, bütün kapıların önüne yığıldı ve dışarıda yatan bütün hayvanları soluksuz bırakıp öldürdü. Gökten öyle çok çiçek yağdı ki, sabahleyin sokaklar kalın halılar döşenmiş gibi oldu ve cenaze alayının geçebilmesi için çiçekleri küreyip atmak zorunda kaldılar.

    ***

    “Pazartesi sabahı ilk iş, zaten düzenli müşterileri olduğumuz en yakın rehinciye gittik ve bize –yüzükler hariç– ihtiyacımızdan biraz fazla bir para verdiler. Ancak postanede romanın geriye kalan kısmını paketlerken onu en yanlış şekilde yollamış olduğumuzu fark edebildik: baştaki sayfalardan önce sondaki sayfaları yollamıştık. Yine de Mercedes bunu hiç de komik bulmadı çünkü o asla kadere inanmamıştır.

    ‘Şimdi ihtiyacımız olan tek şey’ dedi Mercedes, ‘romanın da kötü olması.’

    Bu cümle bütün umutlarımı bağladığım ve bitirmek için birlikte mücadele ettiğimiz kitabımla geçen 18 ayın doruk noktasıydı. O noktaya kadar, yedi sene içerisinde dört kitap yayımlatmış ve Colombian Esso yarışmasında 3.000 dolarlık ödülü kazanan ve böylece ikinci oğlumuz Gonzalo’nun doğumunu karşılayıp ilk arabamızı almamızı sağlayan #InEvilHour dışında neredeyse hiç para kazanamamıştım.”

    Macondo ile uygarlık arasındaki yolu keşfetmek için yola çıkmak üzere iken Jose Arcadio Buendia’yı, kendisi ile gitmek istemeyen Ursula “hiçbir yere gidecek değiliz, burada çocuk sahibi olduk, o yüzden burada kalacağız” diyerek reddeder. Bunun üzerine Jose Arcadio Buendia “Ama daha hiç ölen olmadı. İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın sahibi değildir” der. Gitmezler. Uygarlığın yolunu aramaktan vazgeçerler. Macondo toprakları Buendialar’ın tüm ölülerini kucaklar. Son ölüleri ile birlikte o topraklar da yok olur zaten. Fakat Maconda’da dünyaya gelen ilk insan Aureliano’dur. O Aureliano Buendia değil; Albay Aureliano Buendia’dır. Sessiz ve içine kapanık bir çocuk olan Aureliano Buendia, muhafazakârlara karşı liberalizmi benimseyen Albay Aureliano Buendia olduktan sonra otuz iki silahlı ayaklanma düzenler ve otuz ikisinde de yenilir. On dört suikast girişiminden, yetmiş üç pusudan ve bir idam mangasının elinden sağ çıkar. On yedi ayrı kadından on yedi erkek çocuğu olur ve en büyükleri daha otuz beşine bile basmamış iken bir gecede on yedisi de öldürülür. Cumhurbaşkanın verdiği liyakat nişanını kabul etmez, devrimci güçlerin başkomutanlığına yükselir, hükümetin en çok korktuğu kişi olur ve hiçbir zaman fotoğrafının çekilmesine izin vermez.

    Savaşın ardından kendisine ömür boyu bağlanan aylığı kabul etmez ve işliğinde yaptığı gümüş balıklar ile yaşamını devam ettirir. Gümüş balıklardan yaşamını devam ettirmek için kazandığının yanı sıra kendisine artakalan tek şey, Maconda’da kendi adını taşıyan bir sokak olur. Sokaklara kahramanların, kütüphanelere ölü çocukların adlarını vermek dünyanın her yerinde geçerli olan bir gelenek olsa gerek. Her çarpışmada en önlerde savaşmasına rağmen tek bir yara bile almaz. Yirmi yıla varan iç savaşı bitiren Neerlandia Antlaşması’nı imzaladıktan sonra kendini göğsünden vurur ama kurşun hiçbir organına zarar vermeden direkt sırtından çıkar; ölmez. Çünkü kendisinin de söylediği gibi; insan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür. Bir öğleden sonra günün ikinci balığını yapmaya başladığı sırada, uzaktan uzağa trampet, davul sesleri ve çocuk haykırışlarını duyan Albay Aurelanio Buendia uzun zamandır uzak olduğu bir duygu ile karşılaşır. Özlemdir bu duygunun adı. Babasının onu buz görsün diye Çingeneler’in çadırına götürdüğü günü yeniden yaşar. İşemek için kestane ağacının altına gitmezden evvel sokak kapısına çıkar ve uzaktan gelen sirki görür. Alayın geçişini izleyenlerin arasına katılır. Tüm geçit alayını sonuna dek seyreder. Hepsi geçip gittikten sonra Albay kendi yalnızlığı ile baş başa kalır. Özlem duygusu yerini sefalet ve kendine acıma duygusuna bırakır. Sonra sirki düşünerek kestane ağacına gider, işini görürken alnını kestane ağacına dayar. Sirki gözünün önüne getirmeye çalışır yeniden, getiremez. Ertesi sabah çöpü dökmek için arka bahçeye çıkanlar, ağacın üstüne üşüşen akbabaları görürler. Albay Aureliano Buendia ölmüştür. Çünkü bu kez ölebilmiştir. Derler ki Marquez bu ölüm sahnesini bir öğleden sonrası yazar ve ardından yatağa uzanarak iki saat albay için gözyaşı döker.

    “Uzun zamandır büyük bir roman yazma fikri aklımı zorluyordu; bu yalnızca o zamana dek yazdıklarımdan değil, okuduklarımdan da farklı olacaktı. Kaynağı olmayan bir çeşit terördü bu. Aniden, 1965 yılının başlarında Mercedes ve çocuklarımızla hafta sonu için #Acapulco’ya gittik ve ben romanımın fikriyle öylesine meşguldüm ki neredeyse yoldan geçen bir ineğe çarpacaktım. Rodrigo bir mutluluk çığlığı attı: ‘Büyüdüğüm zaman ben de yolda inek öldüreceğim!’ Kumsalda rahat edemedim. Salı günü Meksika’ya döndüğümüzde içimde daha fazla tutamadığım açılış cümlesini yazmak için daktilomun başına oturdum: ‘Yıllar sonra idam mangasının karşısındayken, Albay Aureliano Buendía babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o uzak öğleden sonrayı hatırlayacaktı.’ O andan itibaren, kendimi bir gün için bile bu heyecan verici rüyadan uyandırmadım, ta ki son satırda Macondo cehenneme yollanana dek.”

    “Yazmaya tamamen rastlantısal bir şekilde başladım” der Marquez. Bahsettiği rastlantıların en önemlisi, doğduğu küçük Aracataca köyünde yaşanır. Annesiyle birlikte Aracataca’ya dedesinin evini satmaya gider. Annesi köyde uzun zamandır görmediği, gençlik zamanlarından en iyi arkadaşıyla karşılaşır. Önce çok uzaktan gelen bir dostu görmüş gibi şaşkınlıkla birbirlerine bakar, sonra da sarılıp dakikalar boyunca ağlarlar. Marquez, bu sahneyi izlediğinde bir romancı olacağını anladığını söyler. “#LaCasa” yani Ev adlı bir romana başlar, o kitap yayımlanmaz, ama en bilindik eseri Yüzyıllık Yalnızlık’ın temelini oluşturur.

    Ev adlı öyküyü ise tıpkı nenesinin kendisine anlattığı şekilde yazar. Okuduklarında, gördüklerinde hep nenesi vardır. Nene yaşlandığında görme yetisini kaybetmiş, torunu Marquez’e yüz ifadesini hiç değiştirmeden efsaneler ve gerçeküstü öyküler anlatan bir kadın. Tıpkı Yüzyıllık Yalnızlık’ın Ursula Nenesi gibi. Ursula Nene, nene olmazdan evvel önce eş, sonra da anne. Fakat eş-annenene kimliklerinin hepsinde ailenin kurucusu. Azimli ve özverili. Karıncaların ve bitkilerin evlerine açtığı savaş ile yılmadan savaşan, işi bitmeyen evde sürekli koşturan; o eve gelen gelinler ile kendi doğurduğu kadınların bile bu savaşa, bu koşturmacaya kendini kaptırmasına sebep olan kadın. Yüzyıllık Yalnızlık’ın neredeyse tamamını yaşayan, kitabın en yalnız kahramanı belki de. Çünkü zamanla kaybettiği görme yetisini bile yalnızca kendine saklayacak kadar yalnız. Görmeyen gözlerine inat, evde kaybolan eşyaları bulan tek kişi. Nesneleri kokusundan tanıyan, tüm duyularını yüklediği hissiyatı ile iğne deliklerinden iplikler geçiren bir görmez. Belki tüm yaşamı boyunca yüklendiği ailenin birliğini devam ettirme amacını kör olduktan sonra devam ettirebilmek için saklıyor herkesten görmediğini. Belki fazlasıyla acı gördüğünü bildiği için tanrı kör olmasını istiyor ya da belki de gözleri daha fazlasına katlanamayıp artık görmeyi reddediyor fakat hem tanrı, hem artık görmek istemeyen gözleri Ursula Nene’nin inadını unutuyor. Ölümün böylesi doğallıkla anlatıldığı bir kitapta nedendir bilinmez onun ölümünü doğal karşılayamıyor insan. Çünkü Ursula Nene’nin ölümü ile birlikte okuyucu da yalnız kalıyor. Bu kitabı okuyan değil de dinleyen olsa idik anlatıcı Ursula Nene olurdu; bir odada, sobanın yandığı bir odada, sobanın ışığını kimselere vermeyip olabildiğine kendi yüzüne alan Ursula Nene anlatırdı hepimize Yüzyıllık Yalnızlık’ı. İnsanın nenesi ölürse, ardından çocukluğu da ölür. Macondo’da herkes ölüyor; tüm Jose Arcadiolar, tohumu aşk ile atılan son çocuk Aureliano gibi tüm Jose Aurelianolar, kendi kefenini kendi diken ve ancak öldüğü gün içindeki nefretten kurtulan Amaranta, çocuk yaştaki Remedios ile havalanıp yok olan güzeller güzeli Remedios, kehanetleri ile Buendialar’ın sonunu bile Melquiades öyle ki Macondo bile ölüyor. Şehirler de ölür.

    “Romanın ismini o dönemde bulup bulamadığımı anımsayamıyorum ve aynı zamanda romanın ismini nerede veya ne zaman veya nasıl düşündüğümü de. Arkadaşlarımızdan hiçbirisi bunu açıklığa kavuşturamadı. O zaman rica etsem hayali bir tarihçi bu gerçeği icat etme lütfunda bulunabilir mi acaba?”

    Yaşamın her türlü zorluğuna karşı dik bir duruş sergileyen Ursula Nene, ölüm karşısında da o dik duruşundan ödün vermiyor. O kendi ölüm zamanına kendi karar veriyor. Çünkü oğlu Albay Aurealiano’nun da söylediği gibi insan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölüyor.

    “Yayınevi bana ilk prova kopyalarını yolladığında onları aldım ve onur konuğu Luis Bunuel’in açgözlü merakını doyurmak için Alcoriza’ların evinde düzenlenen partiye götürdüm. Alcoriza’nın yaptığımız konuşmadan çok etkilendiğini görüp provaları ona adamaya karar verdim: Luis ve Janet için, tekrarlanmış bir ithaf ama tek gerçek olanı: Onları dünyada her şeyden çok seven arkadaşlarından İmzamın ‘Gabo’ yanına tarih attım: 1967”

    Gabo Yüzyıllık Yalnızlık ile çocukluğunda kendisini etkileyen her şeyi bu kitapta yazdı. Çocukluğunu anlatmak zorunda idi. Çünkü Gabo’nunda nenesi vardı. Derler ki kitabı okuyanlar belki yüzyıllık yalnızlık çekmezler fakat durup durup yalnız hissederler kendilerini…

    Kaynakça
    Gabriel Garcia Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık
    “Beş Yüz Günlük Fakirlik” Marquez’in El yazmaları
    Magma Dergisi
    http://www.edebiyathaber.net

    #LatinAmerikaEdebiyatı

    romankahramanlari replied 6 months ago 1 Member · 0 Replies
  • 0 Replies

Sorry, there were no replies found.

Reply to: romankahramanlari
Yüzyıllık Yalnızlık ve Beş Yüz Günlük Fakirlik* M…
Cancel
Your information:

Start of Discussion
0 of 0 replies June 2018
Now