Türkiye’de Varoluşçu Edebiyatın “Taşra Sıkıntısı”

  • Türkiye’de Varoluşçu Edebiyatın “Taşra Sıkıntısı”

    Posted by romankahramanlari on 12 Temmuz 2024 at 10:06

    Türkiye’de Varoluşçu Edebiyatın “Taşra Sıkıntısı”*

    Makale Yazarı: Ömer Solak

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ocak/Nisan 2016, 25. sayıda yayımlanmıştır.

    Edebiyatta #varoluşçuluk, #IIDünyaSavaşı, tüm dünyada modernizme ve akıl medeniyetine bir itiraz olarak hızla yayılır. Zira hızla gelişen bilim, karmaşık teknolojiler ve savaşlara, insanları tedirgin etmiştir. Bu tedirginlik savaştan sonra edebiyata da yansır. Özellikle roman, bu yeni tedirgin “#birey”e kayıtsız kalamaz. Edilgen ve çevresine yabancılaşmış yeni bir figür, kısa zamanda dönemin roman ve öykülerinde kurmaca bir kişilik olarak yaygınlık kazanmaya başlar. Bu aslında savaşın bilinçlerde açtığı yara ile olduğu kadar; kent ile de ilgilidir. Kentin içinden çıkan bu melankolik, umutsuz ve uyumsuz karakter, mensubu olduğu orta sınıf değerlerine de yabancılaştırmıştır.

    1950’lerden itibaren bu figür, Türk edebiyatında da görülmeye başlanır. Köy Enstitülü edebiyatla hemen hemen aynı yıllarda ortaya çıkar ve daha çok kent kökenli yazarlarda görülür. Şiirde kendini İkinci Yeni, öyküde ise daha çok 50 Kuşağı olarak tezahür eder. Savaş sonrasında dünyayı saran avangart akımlardan biri olan Fransız varoluşçuluğunun da tesiri ile bu şair ve yazarlar, daha edilgen bir sanat anlayışına kaymaya başlamışlardır. Özellikle ikinciler, dinamik ve dışa dönük köy edebiyatı karakterlerinden bütünüyle başka bir yol tutturmuşlardır. Eserlerinde art arda kente, orta sınıflara ve onların değerlerine yabancılaşmış bunalımlı bir karakter yaratırlar. DP yıllarında ortaya çıkan bu kuşağın anlatıları, modern insanın açmazlarını ele alır. Artık Türk anlatısında o güne kadar farkına varılmamış olan “yabancılaşma” teması, takip eden on yıllarda giderek zenginleştirilerek işlenmeye devam edecektir.

    Bu kuşağın anlatılarında kent, insanı yalnızlaştıran bir yer; büyük umutlarla sığınılan taşra ise bir kasvet mekânıdır. Kentteki ilişkilerin yüzeyselliğinden çocukluklarının pembe sisleri altında kalmış taşraya kaçan asli karakterler, artık oraya da ait olmadıklarını fark ederler. Artık onlar artık her yerin yabancısıdırlar. Modernizmle yabancı kelimesi bile artık “yerleşik olmayan, dışarıdan gelen” anlamından çıkmış; benliği parçalanmış, iletişimsiz, kıstırılmış “birey”i tarif eder olmuştur. Kent ise böylesi bir yabancılaşmayı üreten mekândır. Kent, “karşılıklı olarak zırhlarını kuşanmış insanların uygar ama soğuk iletişim” alanıdır. Yabancılaşma sadece “kalabalık caddelerde değil, dar çevrelerde, söz gelimi aynı evin içinde” bile yaşanmaktadır (#Giddens, 1998: 83).

    Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Adnan Özyalçıner, Oğuz Atay, Tezer Özlü gibi ruhsal çözümlemelere yönelen yazarlar, taşrayı ve kenti anlatırken soyutlamalardan, kara mizahtan yararlanır; geri dönüşlerle, çağrışımlarla beslenen dilin imkânlarını araştıran deneysel bir üslup tuttururlar. Taşraya bir kent adamı gözü ile bakan bu yazarların taşrası, uzak ve ücra bir yerdir. Onların eserlerinde taşra, “taşra sıkıntısı” ifadesi ile özetlenebilecek bir kasvet ve tekdüzelikle betimlenir. Onların kahramanları, bir şekilde yollarının düştüğü taşra kasabalarında mütemadiyen sıkılırlar. Taşra bu eserlerde, kente benzemeye çalışan, çalıştıkça da acınası bir hal alan bir yerdir. Kenti takip etmeye çalışan rüküş insanları ile sakinlerinin sosyalleşeceği mekânlarının azlığı ile sıkıcıdır bir yerdir (Zengin, 2009: 272).

    Kentler bu eserlerde karamsar atmosferler yaratırlarken; taşrada hayat, monotonluğunu kendine özgü standartlarından almaktadır. Bu yüzden kentlinin taşra yaşamına ve taşralılara bakışında büyük bir kasvet ve buna koşut bir alaycılık hâkimdir. Tüm tekdüzeliği, olaysız ve entrikasız yaşamı ile taşranın sembol mekânı olan kasaba, kurmacaya fazla bir şey vaat etmez. “Bu tür kasabalar, gündelik döngüsel zamanın mahalleridir. Burada hiçbir olaya rastlanmaz. Yalnızca sürekli yinelenen etkinlikler” görülür (#Bakhtin, 2001: 321). Elli Kuşağı’nın pek çok yazarı da böylesi bir kasaba imgesini eserlerinde zengin bir tematik alan olarak sıkça kullanır.

    Şu halde kentli varoluşçu edebiyatın odağındaki mekân -Enstitülü kuşağın aksine- köy değil; kasabadır. Zira kasaba, onların varoluşçu sanat anlayışlarına daha uygun bir mekândır. Kalabalık ama bir o kadar da trajik iletişimsizliklerle dolu bir mekân olarak kentin ifade ettiklerinin tam karşıtı bir anlam dünyasına işaret eder.

    Bu janrın taşraya mekân olarak yer veren örneklerinde kurgu genelde şöyle gelişir: Kent kökenli veya dünyası kentte şekillenmiş roman kişisi kasabaya gelir. O, kentin karmaşasından, bireyi kıstıran, yalnızlaştıran ortamından kasabaya adeta kaçmıştır. Ne var ki aynı yalnızlık ve iletişimsizlik onu orada da terk etmeyecektir. Zira yalnızlık aslında varoluşsal bir olgudur ve mekânla pek de alakalı bir şey değildir. Her nereye gidilirse gidilsin ondan kaçılamaz.

    Kentli yazarların eserlerinde kasaba bazen kökleri ile hesaplaşmak isteyen karaktere bu fırsatı sunan bir yerdir. Bu tür eserlerde kasaba dramatik bir gerginlik unsuru olarak üzerine düşeni fazlasıyla yapar. Öte yandan kendi kişiliklerine sinmiş kasabaları, taşra şehirlerini anlatan pek çok yazar; buraların ilginç ve olumlu yönlerini de ön planda tutarlar. Onat Kutlar’ın öykü kitabı İshak’ta (1959) yazar, çocukluğunun şehri Antep’i anlatır.

    Bilenmiş bir bilinçle birlikte. Çocukluğumun sokakları, evleri, bahçeleri hemen hemen aynı… Ama boyutlarına bakıyorum, çok değişmiş. Şu küçük alan bana uçsuz bucaksız gelirdi. Şu iki adımlık semt ne kadar uzak… Nasıl da güzeldi şu kız. Şu avlu ne kadar derindi. Geleceğin düşleri bile sığardı içine. Şimdi biliyorum. Yeryüzü iyice değişiyor. Kan, duman ve alın teriyle. Nicedir kapımızı zorlayan rüzgârın bıçağı eski kentlerin üstündeki sisi sıyırınca, orada da görüyorum, her şey bildiğim gibi değil. Başka tohumlar da vardı orada. O zamanlar ne ekip biçtiklerini iyi bilmediğim çiftçiler. Yoksa nasıl açıklayabilirim dimdik kale duvarlarına dişlerini geçirmiş ağaçları? (Kutlar, 1976: III).

    Kendi taşralarını değil de başka taşraları yazanlar ise buraları “sıkıcı, insanı zamanın durağanlığıyla kendine hapsetmiş; burada yaşayan insanları küçük dünyaları içerisinde sıkışıp kalmış, başka bir çıkar yol aramamış, dahası buna hiç yeltenmemiş, mutlu gözükseler bile aslında hep bir bunalımın içindeymiş gibi” gösterirler (Ataşçı, 2010).

    Kent kökenli yazarların roman ve öykülerinde kentli “birey”, tüm yalnızlık, bunaltı ve iletişimsizliğini taşraya da taşır. Selçuk Baran’ın Kış Yolculuğu (1984) adlı kitabında yer alan Temmuz Ağustos Eylül adlı öyküsünde temelde kır yaşamı ile kent değerleri çatışır. Turhan Engin, kendini bir sahil kasabasına attığında tükenmek üzeredir. Ancak kır, onu iyileştirecek ve ona tekrar kentin dağdağasına dönecek gücü verecektir. Tortu (1984) adlı uzun öyküsünde ise Baran, kente tutunmaya çalışan bir taşralıyı anlatır. Ancak kentli bir yazar olarak Baran, öyküde (neredeyse bütün öykü ve romanlarına damgasını vuran) yabancılaşma ve kıstırılmışlık duygusunu taşralı karakterlerine de bulaştırır.

    Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli’nde (1973) yaşamı taşra kasabasındaki bir otele bağlanmış bir insanın kendine ve içinde yaşadığı topluma karşı yabancılaşmasını anlatır. Burada taşra, karakterin bir parçası olmuştur. Karakterler, hep -kent olma derdindeki taşra kasabaları gibi ulaşılamayacak bir hayali kovalarlar. Ancak bu, boşuna bir çabadır. Nitekim sonunda karakter, mekânın boğucu çıkışsızlığına yenilir. “ancak taşrada bulunmuşların, hayatlarının şu ya da bu aşamasında taşranın darlığını hissetmişlerin, hayatı bir taşra olarak yaşamışların, kendi içlerinde bir şeyin daraldığını benliklerinin bir parçasının sapa ve güdük kaldığını giderek bir taşradan ibaret kaldığını hissedenlerin anlayabileceği bir sıkıntı”dır (Gürbilek, 1995: 56).

    Atılgan’ın yaşamlarını anlamsızlığı karşısında “boğul”an “anti-kahramanları”, modern zamanlarda kaybolmuş bütünlüğü ve anlamı ararlar. Onun eserlerini bu anlamda modernleşmeye başka türden bir eleştiri olarak da okumak mümkündür. Modernleşme, tükenmişliği ve içi boşalmışlığı getirmiştir. Zebercet’in “konağın otel olmadan önceki, bir aileyi barındırdığı, anlamla dolu olduğu, zenginliğin, tamlığın, genişliğin ifadesi olduğu zamanları, ne kadar karşılıksız olursa olsun, arzunun geniş bir hayatın ortasında doğanın bağrında yaşandığı zamanları, doğanın şehir karşısında eksik kalmadan önceki, taşraya dönüşmeden önceki halini” düşleyişi bu yüzden boşuna değildir (Gürbilek, 1995: 65). O halde yabancılaşmadan kaçmak için kent de taşra da birbirinin alternatifi olamaz. Mütemadiyen bunalan bireyler için sınırları mahut bir yer olan taşra da bir kaçış ve kurtuluş yeri değildir. Atılgan’ın Bodur Minareden Öte (1960) adlı kitabı “Kasabadan”, “Köyden” ve “Kentten” başlıklı üç bölümden oluşur. Atılgan’ın hülyaları imkânsızlıkla kuşatılmış ve süreli bir kaçışı arzulayan köylü karakterleri için köy, baskıcı ve dar bir sosyal çevrenin ve yetersiz fizikî imkânların mekânıdır. Öyle ki kitapla aynı adlı öyküde “daracık kasaba”, “daracık kümes”, “daracık avlu” örneklerinde olduğu gibi sık sık “dar” kelimesi geçer: Anlatım dili de yeknesaktır: Kısa, kesik, başı sonu olmayan bu tempo, sıkıntının temposudur. Kitaptaki öyküler, kuşatılmış dünyaların iletişimsiz insanlarını, aklı başka dünyalara, kendisinden başka ve ilginç olabilecek olası hayatlara asılı kalmış çıkışsızları anlatır. O kadar ki “Çıkılmayan”da karakter, dairedeki sıkıcı işinden kendisini kurtaracak ve hayalini kurduğu şeylere ulaştırabilecek parayı çalar ama bu kez de korku peşini bırakmaz. Daireden dışarı adım atacak cesareti kendinde bir türlü bulamayan adam, elini kolunu bağlayan şeylerin çok daha derinlerde olduğunu kavrar.

    Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken’deki “Babama Mektup” ve “Demiryolu Hikâyeciler- Bir Rüya” (1976) öyküleri ile tıpkı Atılgan da olduğu gibi, dünyaya tutunamamış, hayatın acemisi kişileri anlatır. Ancak Atay, “belli günlerde belli yaşamlar süren”, “komşunun saygısını yitireceğinden başka sıkıntısı olmayan” “eli paketliler”, “yapmacık, çabasız, ölçülü biçili alışkanlıklara ve kalıplara bağlı, fazla huzurlu, fazla rahat insanlar”la uğraşır. Ama Atılgan’dan faklı olarak, öfkesini onlarla alay ederek çıkarır.

    #VüsatOBener, Dost (1952) ve Yaşamasız (1957) adlı iki öykü kitabıyla kasaba burgunluğunu işler. Huzursuzluğunun sebebini taşrada yaşamak zorunda oluşu sanan kahramanlar, gerçek nedenin çok daha başka olduğunu içten içe hissederler. “Dost”un kahraman/ anlatıcısı, içindeki sıkıntıyı “Sıkıntı işte. Keşke eve gitseydim. Kitaplar. Yerin dibine batsın kitaplar. Ne öğrettiler bana! Sökebildiler mi içimdeki huzursuzluğu?” sözleri ile dışa vurur.

    Bener, küçük kentlerin sıradan insanlarının patırtısız gürültüsüz hayatlarını anlatır. Amacı, onları bütün psikolojik derinlikleri ile yakalayabilmektir. Taşra kentlerindeki günlük yaşayışı içindeki insanların etraflarını kuşatmış hayata karşı aldıkları -veya alamadıkları- tavırları anlatmaktadır, Onların dışarıdan basit gibi görünen ama gerçekte büyük buhranlarla çelişkilerle dolu hayatlarında toplumumuzun ve bütün bir devrin özeti saklıdır. Bu anlatım iç monolog, iç diyalog, #bilinçakımı gibi modern anlatım teknikleri ile başarıyla kotarılır.

    Özetle bu dönemin eserlerinde de taşra, şu özellikleri ile öne çıkar: 1. Taşra, bilinçleri yaralanmış, toplumun kıskacında ötekileşmiş, soyutlanmış, uyumsuz karakterlerin bu sorunlarından kentten kaçarak veya çocukluklarının mekânlarına dönerek kurtulamayacaklarını anladıkları yeri ifade eder. 2. Varoluşçu yazarların mekânsal anlamda taşrayı favori bir mekân olarak kullanmaları, taşranın sıkıntıyla ve onunla ilgili metaforlarla kurabildiği verimli ilişkidir. 3. Taşra, ayrıca kentlinin bir zamanlar terk ettiği evi, yitik ülkesidir. Kentli aydın için taşra ile karşılaşma, kendisi ile onun arasındaki büyük farklılaşmadan duyulan ürkmeyi de beraberinde getirir. 4. Kentin dinamizmine alışmışların taşraya bakışını anlatan bu bakış, daha sonra bizzat taşra kökenli yazarlara da hâkim olacaktır. Taşra artık taşralıların gözünde bile yetersiz ya da engellenmiş bir toplumsal statüyü de içeren kasvetli, bir yerdir. Kentlileşmiş taşralıların zihinlerinde taşra, yıllar öncesinin donmuş görüntüleri ile yeniden kurgulanacak ve giderek var olduğu değil, hatırlandığı biçime mahkûm olacaktır (Zengin, 2009: 214).

    Kaynaklar:
    BAKHTIN, Mikhail, Karnavaldan Romana, (çev. Cem Soydemir), Ayrıntı yay., İstanbul 2001.

    GIDDENS, Anthony, Modernliğin Sonuçları. (çev. Ersan Kuşdil), Ayrıntı Yay., İstanbul 1998

    GÜRBİLEK, Nurdan, “Taşra Sıkıntısı”, Yer Değiştiren Gölge, Metis yay., İstanbul 1995, ss. 42-68

    KUTLAR, Onat, İshak, Milliyet Yay., 2. bs. 1977

    ZENGİN Hatice S., Modernleşme Sürecinde İktidar Taşra İlişkileri: Türk Edebiyatında Taşra, Gazi Ünv. Sos. Bil. Ens. Yayımlanmamış DT, Ankara 2009

    #NurdanGürbilek #TaşraSıkıntısı

    romankahramanlari replied 1 year, 3 months ago 1 Member · 0 Replies
  • 0 Replies

Sorry, there were no replies found.

Reply to: romankahramanlari
Türkiye’de Varoluşçu Edebiyatın “Taşra Sıkıntısı”…
Cancel
Your information:

Start of Discussion
0 of 0 replies June 2018
Now