TOPLUMSAL OLANDAN BİREYİN HİKAYESİNE GEÇİŞ: ÜLKÜ ÖZTÜRK

  • TOPLUMSAL OLANDAN BİREYİN HİKAYESİNE GEÇİŞ: ÜLKÜ ÖZTÜRK

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 14:30'de 11 Temmuz 2024

    TOPLUMSAL OLANDAN BİREYİN HİKÂYESİNE GEÇİŞ: ÜLKÜ ÖZTÜRK*

    Makale Yazarı: Ayşe Duygu Yavuz

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Temmuz /Eylül 2017) 31. sayıda yayımlanmıştır.

    Oya Baydar’ın Sıcak Külleri Kaldı adlı romanı, 1970’lerden 2000’lere dek #Türkiye’de yaşanan siyasi kırılmaların gündelik hayatı alt üst edişini aktarırken, bireyin hikâyesinin toplumsal olanda kendini buluşunu da gözler önüne seriyor. Toplumsal kültürün, hâkim ideolojinin, eril tahakkümün, kısaca makro dönüşümlerin mikroya; bireyin yaşamına olan etkilerini düşündürüyor. Romanın baş karakteri Ülkü Öztürk, hikâyesini teslim ettiği hâkim anlatıcıya duyularının merkezde olduğu çağrışımlarını, dolayısıyla, belleğini de emanet eder. #Anlar, #kokular, tınılar zamanda yolculukla, detay atlamadan ve sakınılmadan okurla paylaşılır. Derli toplu bir #bilinçakışı ile hangi zamanda olduğumuzu unutturmadan… Baş karakter Ülkü’nün yaşamında iz bırakan insanların hikâyeleri etrafında, Türkiye gündeminin yıllar içinde insan hayatını ne ölçüde değiştirdiğini gözlemleme fırsatı sunan bir yapıt Sıcak Külleri Kaldı. Dahası bu değişime ayak uyduran veya bu değişime dayanamayıp havlu atan bireylerin samimi itiraflarının yer aldığı bir yüzleşme romanı. Bu yazıda romanın baş karakteri Ülkü’nün iktidar takıntısı olan eril düzenin içinde öznelik konumunu nasıl inşa ettiğine değinilecektir. Ülkü’nün hayatının hemen her safhasında yanındaymış gibi duran ancak zihin dünyası ve pratikleri ile ondan ayrılan insanların yanındayken hissettiği yabancılaşmaya yakından bakarak bu okumaya başlayabiliriz.

    Ülkü, eğitim için varını yoğunu haracayan öğretmen bir anne ve babanın çocuğu. Babasını kaybettikten sonra evin tüm yükü annesine yıkılır. Annesi ise ek gelir sağlamak üzere evde biçki-dikiş işlerine başlar. Ülkü de okuldan kalan zamanında annesine yardımcı olur. Ülkü, İstanbul’daki burjuva ailelerin çocuklarının gittiği bir #Fransızlisesinde #bursluöğrenci olarak eğitim görmektedir. Bir yanda maddi imkânların kısıtlılığı, diğer yanda ancak üst-sınıfın edinebileceği eğitim imkânını yakalamış olmak… Ülkü ne işçi sınıfının yaşam pratikleri içinde; ne de küçük burjuva ailelerin pratikleri ve hayatla kurdukları ilişki içinde kendini bulur. O araftadır. Beyaz yakalı annesi ise, kolejde burslu okuyan kızı için saçını süpürge ettiğini söyleyip Ülkü’nün seçimlerini hiçbir zaman anlayamayacaktır. İleride etliğe sütlüğe karışmayan, annesinin prensesi olan kız kardeşi gibi iyi bir koca adayı bulup aile kurmasından yana olduğunu haykıracaktır. Daha hikâyesinin başında bulunduğu çevreye aidiyetini sorgulayan Ülkü’nün #soruişaretleri hayatının ilerleyen safhalarında artacaktır.

    Ülkü, ekonomik bağımsızlığı için ilk adımı, varlıklı ailelerin haylaz çocuklarına Fransızca dersi vermekle atar. Bir gün ders vermek üzere evlerine gittiği öğrencisi Erim’in ağabeyi Arın Murat’la tanışır. 19 yaşında tanıştığı #ArınMurat, Ülkü’nün hayatında uzun yıllar yer bulacaktır. Bürokrat olma idealini birkaç kuşaktır benimseyen varlıklı bir aileye mensup olan Arın ile Ülkü’nün dolu dizgin başlayan ilişkileri bir gün Arın’ın annesinin dikkatini çeker ve endişeli anne, Ülkü’ye sınıfsal konumunun kendilerine kıyasla aşağı seviyede olduğu hatırlatır. Anneye göre Ülkü, oğlu ile evliliği aklından bile geçirmemelidir çünkü oğlu için tasarladığı gelecek planında başarı basamakları ancak diplomat bir babanın kızı ile gerçekleştirilecek bir evlilikle çıkılacaktır. Ülkü, ilişkinin ötesini berisini düşünecek denli hesapçı değildir. O, sadece anı ve aşkı yaşadığından Arın Murat’la ilişkisi, bir noktada sonlansa da tutku hiç eksilmeyecektir. Arın Murat, eskimeyen sevgili olacak, hep ona uçarı, hesapsız, şehvetli günlerini anıştıracaktır. İmkânsız aşkın cazibesi, yarattığı heyecan darbe dönemleri Türkiyesi’nde ne kadar dirençli kalabilir? Arın Murat gibi talihi en başından çizilmiş, hep ölçülü yaşayan, devletin adamı olmaya gönüllü ve ülkesindeki devlet eliyle gerçekleşmiş cinayetler karşısında üç maymunu oynayan bir figüre Ülkü gibi vicdanı baskın çıkan, hiçbir ideolojiye ve erkek bedenine hapsedilemeyecek bir kadın ne kadar dayanabilir? İkili arasındaki aşkın asıl imkânsızlığı Yeşilçam senaryolarındaki zenginlik-fakirlik ayrımında yatmaz, bu ayrım doğrudan hayatla kurulan bağda, dünyaya aynı yerden bakamama ve dahası insani duyarlılık düzleminde âşıkları ayırır. Denilebilir ki, iktidarın ve bürokrasinin eli, mahreme de uzanır; hastalıklı kimlikler, kandırmacadan ibaret hayatlar, naifliği tüketen bireyler yaratır. İşte Ülkü’nün hayatı da bu dönüştürmede şekillenir.

    Ülkü’nün #yabancı kalışı, çekirdek ailede hiçbir zaman onun baktığı yerden bakamayacak, onun dilini konuşamayacak annesi ve kız kardeşi ile olan diyalogsuzluğu gibi Arın Murat’la olan ilişkisindeki tıkanmada da kendini gösterecektir. Arın’la İstanbul’da #mimozalarıngölgesinde geçirdiği romantik günün sabahı ilk vapurla kaçmasının nedeni de budur. Arın Murat’a hem bireysel varoluşunu düşünerek teslim olmak istemez, hem de artık iyiden iyiye aralarına giren ideolojik yaklaşım da onu o güzel kareden çekip alır. 1965’te üniversite öğrencileri çeşitli fakültelerde paralı eğitimi protesto ederken Arın’ın bu olaylara tepkisini düşünür. Arın, artık liseyi bitirenlerin işçi olmak yerine üniversiteye gitmesinin işsizliği perçinlediği kanısındadır. Ülkü’ye şöyle der: “#Hakkari’deki derslerin boş geçtiği liseyi nasılsa bitiren de, sen de, ben de aynı potada eritilmeye çalışıyoruz. Bunun adı da fırsat eşitliği oluyor. Kaybeden bizleriz aslında. Onların kaybedecek neler var ki!”(s.126-127)

    Ülkü henüz politik bir kimlik edinmemiş ve toplumsal olayları dışarıdan seyreden genç bir kadın olmasına karşın sevgilisi Arın’ın bu #elitist tavrını yadırgar ve Arın’a pekâlâ insanın ailesini seçemediğini, bu insanların yerinde olabileceklerini anlatır. Demokrat Parti’nin koyu yandaşlarından amcasının yaklaşımını kopyalayan Arın’ın şu cevabı Ülkü’nün “içini üşütür”(s.127): “O zaman, bütün gün yürüyüş, miting, boykot yapacaklarına, devletin onlara sağladığı okuma imkânlarından yararlanmaya bakmalılar. Zaten bu çocuklarda değil kabahat, onları kışkırtanlarda. Baksana Meclis’e bile on beş milletvekiliyle girdiler, o günden bu yana Meclis’in de memleketin de huzuru kaçtı.”(s.127)

    Arın bunları zikrederken, gözü ondan başkasını görmeyen Ülkü’yü vicdanı uyandırır. Üniversiteden arkadaşı İşçi Partisi’ni destekleyen Mehmet’in yanında “#ÖzelOkullarDevletleştirilmeli” yürüyüşünde olmak yerine neden olup bitenin uzağında kaldığını sorgular. 1967 sonbaharında Ülkü, kendi sınıfsal konumunu ve burjuva sınıf arkadaşları ve sevgilisinin yanındaki eğretiliğinden hareketle bir bilinç yükselmesi yaşar. Anadolu’dan İstanbul’a göç etmiş, işçi bir ailenin çocuğu olan #Mehmet başta Ülkü’yü burjuva kızlardan biri sansa da arkadaşlıkları ve Ülkü’nün partiye olan sempatisi ilerledikçe Ülkü ile Arın’ı bir arada tutan şeyin ne olduğunu merak eder. Mehmet, Ülkü’ye sevgilisi Arın’ın kendilerinden farklı olduğunu ima eder: “Seni yakından tanıyınca, sanki sana da yabancı diye düşündüm.”(s.133)

    Ülkü hem Mehmet’in hem de Arın’ın annesinin söylediklerini üst üste koyunca Mehmet’e hak verir. “Tanıdık olan, dost olan sadece vücutlarımız. Onun ötesinde, sevdiğim adama yabancıyım, birbirimize yabancıyız.” (s.134)

    Ülkü’nün sınıfsal konumun insanları sembolik kodlarla ayrıştırdığı bir dünyanın içinde öyle yalnız ve yabancıdır ki, onun bu hâli Kemalist annesini, Demokrat Parti’nin söyleminin taşıyıcısı, sevgilisi Arın’ı ve Sol düşünce ile yeni tanışan, komünizme dair acemice okumalarıyla #İşçiPartisisempatizanı Mehmet’in arasındaki farkın da sembolik olduğunu düşündürür. “Yalnızım, diye düşündü. Yalnız ve yabancı. Arın’a olduğu kadar Mehmet’e de, #Teşvikiye’deki apartmana olduğu kadar #Zeytinburnu’ndaki gecekonduya da yabancı”(s.134). Buna rağmen Mehmet’in evinde annesinin ikram ettiği çayı içecek, onunla düşüncelerini paylaşacaktır. Arın’la kurduğu zamansız, mekânsız, hesapsız aşk ilişkisi ise olmak istedikleri insanın çok farklı kimlikleri temsil etmesi sebebiyle hasar görecektir.

    Ülkü Fransız hükümetinden burs alıp Paris’te okuduğu sırada Arın da doktora eğitimi için oradadır. İlişkileri doludizgin sürse de Arın’ın annesinin müdahalesi ile Arın, İpek isimli bir kızla tanıştırılır. Türkiye’ye döndüğünde Ülkü, Ankara’da bir üniversitede okutmanlık yapmaya başlar. 1970’te #ÖmerUlaş’la tanışır. Ömer de üniversitede akademisyendir, işçi hareketini destekler. Ülkü, #Marksizm’in kaynak metinlerinin iyi çevirileri olmadığından, yetkin Fransızcasıyla bu metinleri çevirip Ömer’e teslim ederek önemli bir boşluğu doldurur. Bir yıl sonra Ada’da Arın’ı bırakıp gittikten sonra Ülkü hamile kalır. Henüz hamile olduğunu bilmiyorken Ömer’le bir araya geldikleri bir akşamda Arın saplantısını ondan kopma arzusunu açığa vurur ve Ömer’le ilişkisi böyle başlar. Ömer, Arın’ın köşkteki mimozalarına karşı papatyalarla savaş açar. Ülkü aşktan ve tutkudan yılgın; sığınılacak, huzurlu bir limana duyduğu özlemle Ömer’le itilir. Politik kimliklerinden ötürü her an devrin sıkıyönetiminde tutuklanacakları korkusu ile iz bırakmadan ilişkilerini yürütmeye gayret etseler de bu temkinlilik Ülkü’nün tutuklanmasının ve işkence görmesinin önüne geçemez. Salıverildiğinde yaşadığı trajedenin ardında Ömer’le bir otel odasında buluşurlar. Arın’ın çocuğunu karnında taşırken Ömer evlenmelerini önerir. Doğan çocuğa #Umut adını verirler. Maalesef geçen yıllar ve darbe yönetiminin tehdidi Ömer ve Ülkü’nün yurt dışına kaçmasına sebep olur. Umut’u annesine emanet eden Ülkü, Fransa’ya gider. Ömer ise #Moskova’dadır. Umut ebeveynlerinden uzakta, sevgisiz ve buruk bir çocukluk geçirir. Bir süre Fransa’da annesinin yanında yaşar; ama üniversiteyi Türkiye’de okumak ister. Ülkü’nün çocuğuna annelik edemeyişi, Ömer’in her ne kadar yüce gönüllü gibi görünmeye çalışsa da Umut öz oğlu olmadığı için çocuğu benimseyememesine tanık oluruz. Ülkü bir gün Moskova’ya Ömer’in yanına gittiğinde Ömer’in de maskesi düşer.

    Ülkü, üç yıl hiç görüşmediği kocası Ömer’in yanına Moskova’ya gittiğinde kocasıyla diyalog kurabileceğini, aralarındaki tutku merkezli olmayan sevginin küllenmediği ümidiyle gider. Ancak Ömer, cinsel birleşmeden de diyalogtan da uzaktır. Ülkü’nün oğlu Umut’u yanlarına aldırma çabasını görmezden gelir. Cinsel birleşmedeki sorununu travmatize eder ve Ülkü’nün onu iktidarsızlıkla itham ettiğini düşünerek saldırganlaşır. Ülkü orada yokken başka bir kadınla pekâlâ cinsel deneyiminin iyi olduğunu ileri sürerek, tüm sorunu cinsel performansla sınırlı tutar. Ülkü ise rol yapılmasındansa her şeyin dışa vurulduğu konuşmada niyetini şu ifadeleriyle gösterir: “[K]adın-erkek ilişkisinde cinselliğin önemini sen de benim kadar bilirsin. Benim asıl söylemek istediğim bu değil Ömer. Aramızdaki uzaklık, iletişimsizlik senin organının kalkıp kalkmamasından çok daha derin, çok daha önemli[…] Benim anlatmak istediğim, artık birlikteliğimizi korumak, güzelleştirmek, zenginleştirmek için hiçbir şeye ihtiyaç duymuyor olman.”(s.249). Ömer’i Ülkü’nün bu sözleri rahatlatmak yerine çileden çıkarır ve karısının kalbini kıracak sözler sarf eder. Onun asıl derdinin sevişmek olduğunu, onu doyuramamaktan, başka erkeklerle kıyaslanmaktan korkutuğunu, dahası başka bir adamdan hamile kaldığı gün ilişkilerinin başladığının dünyasında yarattığı hezimetten bahseder. Ömer: “Ne de olsa küçük bir kentin bir işçi ailesinden geliyorum ben. İnsan yetiştiği çevrenin değerlerini ne kadar aşabilir ki! O köhnemiş değerleri aştığını, hepsinin üstüne yükseldiğini sanırsın, sonra bir gün dehşet içinde, hiç değişmediğini fark edersin”(s.251) diyerek entelektüel birikimine rağmen geldiği ataerkil kültürün ahlâki kodlarını aşamayıp çuvalladığını itiraf eder. Ülkü’nün hesapsız tutkusu da sevgisi de eril iktidar tarafından harcanmıştır; ancak Ülkü bu yüzleşmenin sonunda büsbütün beklentisiz olduğundan rahatlama hisseder. Artık ikiyüzlü bir medenilik oyunu kalmamıştır ortada. Ülkü’nün hissettikleri bu coğrafyada ideolojik kimliği ne olursa olsun kadınları tehdit olarak gören eril iktidarın zaaflarını, eksikliklerini ve yaşattığı hayal kırıklığının bir özeti gibidir:

    “Ne kızgınlık, ne kıskançlık, ne hakarete uğramış olma duygusu; hayır, hiçbiri değil; sadece acıma ve utançtı genç kadının içindeki duygu. “Saygın Ömer Hoca, işçi sınıfına ve devrime adanmış bir ömür, lekesiz bir komünist kimlik, soğukkanlı, deneyimli Şerif yoldaş… Onu bu hale ben mi getirdim? Her insanın kaldırabileceği ve kaldıramayacağı şeyler vardır. Kendisine karnı burnunda gelen karısını kaldıramamıştı demek. Cinsel özgürlükten yana, açık fikirli, kadın erkek eşitliğinin inanmış savunucusu Ömer Hoca bir rolden, bir yanılsamadan mı ibaretti? Belki evet, ama asla bir kandırmaca değil, kendisinin de inandığı bir yanılsama.”(s.250)

    Ömer’in olmak istediği insanla, olduğu insan arasındaki farkın açığa çıkışı ideolojik kimliği ile edinmek istediği konumun sarsılması ile eş zamanlıdır. Arın Murat için de uyanış böyle gerçekleşecektir. Bürokrat kimliği içinde devlet onu artık gelip gelebileceği noktaya getirecektir. Ne zaman ki yükselecek makam kalmaz, işte o zaman Arın geriye dönüp hayatını sorgulamaya girişir ve kadın-erkek ilişkilerindeki konumuyla ve yapıp etmeleri ile bu noktada yüzleşir. Arın iktidarla kurduğu ilişkiden şöyle bahser: “İktidardaysan ve güçlüysen haklı çıkarsın; kendini de haklı sanırsın. Haklılığından kuşkuya kapılırsan gücünü ve iktidarı kaybedersin. Bu kadar basit işte.”(s.45) İşte başından beri iktidarın esiri olmayan, kuşkulanan, sorgulayan Ülkü’nün karşısındaki erkekler de iktidarla davaları bitince iktidarı sorgularlar; kendilerini sorgulamaları ve zaaflarıyla yüzleşmelerinin aynı süreçte gerçekleşmesi iktidarın eril niteliğini aklımızdan çıkarmamamız gerektiğini düşündürüyor.

    Umut, cadı avına çıkılmış karanlık yıllarında bir ev baskınında öldürülür. Bir örgütün sempatizanı olup üyesi olmayan ve silahlı olmayan Umut, silahlı olduğu gibi düzmece bir iddia ile öldürülmüştür. Yıllar sonra Arın Murat ve Ülkü’nün yolları Paris’te kesişir. Arın Murat yaşamını bir yalanın üstüne inşa ettiğini fark eder. Ülkesinde olup bitene sessiz kalışını, Ülkü’yle olan aşkına sahip çıkamayışını, Ülkü’nün işkence gördüğü haberini aldığında bunu Solcuların her şeyi abartmayı sevmesiyle ilişkilendirmesi, kendi oğlu olduğunu bilmediği Umut’un öldürülmesi ile ilgili dosya önüne geldiğindeki kayıtsızlığını düşünür. Derin bir yüzleşmenin ardından “Demokratikleşme Sürecinde Türkiye”başlıklı konuşma metinini bütünüyle değiştirip Türkiye’deki anti-demokratik yaptırımları bir bir anlatır. Bu konuşmanın ardından Ülkü ile sil baştan hayatına başlamayı düşünür. Umut’un fotoğrafındaki gözlerini kızınınkilere benzetince Umut’un kendi oğlu olabileceği ihtimali aklına takılmışken Arın Murat da cüretkâr bulunan konuşmasından ötürü derin devletin suikastine kurban gider. Roman ise Ülkü’nün Arın Murat’ın cesedini teşhis ettiği sahne ile başlar.

    #Ölümünkokusu, çocukken halasının ölüsünü koydukları odadaki koku, oğlunun ölüsünün bulunduğu morgdaki koku, eski sevgilinin ölüsünü teşhis ettiği morgdaki koku kısaca ölümün kokusunu duyduğu anlara gider Ülkü. Morgda da işkence odalarında da aynı koku hâkimdir. 12 Mart darbe idaresi, Yıldırım Bölge gibi askeri cezaevlerinde siyasi tutukluları tutar sonra onları gözleri bağlı bilmedikleri bir yere götürür, onlara işkence eder. Ülkü de tutuklanmış, işkence görmüştür. İnsanın belleğinden silinmesi en güç anlar: işkence travmaları, evlat acısı, bir türlü eskimeyen eski sevgilinin, biricik aşkın tam geç de olsa kendini kandırmaktan vazgeçip yalansız bir ilişki için hazır olduğu anda öldürülmesi. Ülkü her biri, bir ömrü mahvedecek anların hepsini deneyimlemiştir. Anlar, anlara bulaşıp karışırken bu acıların sorumlusu kim sorusu akla gelir. Kaderin oyunu deyip geçmenin vicdana sığmayacağı o cevap bizi karşılar: Tüm bu acıların sorumlusu iktidardır. Hem devlet düzeninin imlediği iktidar hem de onun etrafında karşı kutupta bile konuşlansa eril iktidardır bu. Ülkü gibilerin hayatını karartma operasyonu devlet eliyle gerçekleştirilmiştir. Peki ne uğruna? Komünist yaftasıyla anlamadan dinlemeden götürdükleri Ülkü kimliğini inşa ederken kendini kimlerden görüyordu? Daha da önemlisi kimlerden görmüyordu? “Kimlerdensin?” sorusu bu topraklarda en aşina olduğumuz sorulardan biridir. İnsanoğlunun birbiriyle iletişim kurarken, hayatı anlamaya çalışırken başvurduğu en ilkel yöntem kişileri, nesneleri, olayları keyfi ölçütlerle tasniflemektir. Oysa sınıfsal farkların, cinsiyet farklarının, ideolojik farkların, mizaç farklılıklarının ve daha nice farklılığın içinde insan nasıl tasniflendirilebilir? Her insan bir istisnadır, bir parmak izidir. Roman da bu istisnanın, bireyin hikâyesini bize sunar. Bu hikâyeyle ortaklık kurmak, hikâyeyi hepimizin hikâyesi yapmayacaktır. Çünkü yüksek empatiyle, ortak bir deneyim olarak algılanan aslında topluma rağmen ben olabilmenin zorluğudur. Toplumla uyumlanmaya çalıştıkça büsbütün yabancılaştığımız o anların sıkıntısı ortaktır. Ülkü en nihayetinde: “Hiçbir zaman sıkı bir militan olmadım ben” (s.29) diye düşünüyor. Ve şöyle devam ediyor:

    “Bazen böyle olmayı istediğim halde, kör inancın işleri kolaylaştırdığını bildiğim halde hep soru sordum. Yemez içmez, sevişmez, ağlamaz, buruşmaz, kırışmaz devrimci bacı olamadım; romanlarda bile sevemedim böyle kadın karakterlerini. Kahramanların kumaşından biçilmemişim. Belki de hayata çok bağlıyım da ondan. Yaşama içgüdümün şaşırtacak kadar güçlü olduğunu kim söylemişti?” (s.29)

    Sonuç olarak, bir roman karakteri olan Ülkü’nün yalnızlığı, yabancılığı, koşulsuz sevgiyi bulamayışı çevresindekilerin iktidarla imzaladığı sorgulamadan kabul etme sözleşmesini akla getirir. Ülkü ise toplumsal olandan kendini, biricik hikâyesi ile otantik kimliği ile ayırır. İktidarla işbirliği bireyin hikâyesinin ve otantik benliğinin silikleşmesine yol açar. Dahası bireyi öznelik konumundan çıkaran bu durum, bireyi iktidarın nesnesi, aracı olma riski ile baş başa bırakır. Ülkü ise sonunda yolculuğuna yalnız da olsa güçlü bir kadın özne olarak devam edecektir. Roman bu yönüyle toplumcu gerçekçi havanın içinde bireyi öne çıkarmayı başarıyor. Oya Baydar’ın Ülkü’nün hikâyesine nasıl devam edeceğini merak edenler, yazarın Sıcak Külleri Kaldı (2000)’dan dört yıl sonra yazdığı romanı Erguvan Kapısı’nı okuyabilirler.

    Kaynakça:
    Oya Baydar, Sıcak Külleri Kaldı. İstanbul: Can Yayınları, 2000.

    #bireyinhikayesi #siyasalkırılmalar #iktidartakıntılı #erildüzen #imkansızaşk

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
TOPLUMSAL OLANDAN BİREYİN HİKÂYESİNE GEÇİŞ: ÜLKÜ …
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi