Tolgunay, CENGİZ AYTMATOV, TOPRAK ANA
-
Tolgunay, CENGİZ AYTMATOV, TOPRAK ANA
CENGİZ AYTMATOV / TOPRAK ANA*
Makale Yazarı: Sezen Lermi
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Ekim/Aralık 2013) 16. sayıda yayımlanmıştır.
“Tertemiz entarisi, kara ceketi, beyaz başörtüsüyle anızlar arasındaki yolda ağır ağır yürüyordu.”
#Tolgunay ana yarenlik etmek için ömrü boyunca dost bildiği kara toprağa gidiyordu. “Merhaba, ey toprak!” diyor, #toprak onu bir taşın üstünde misafir ediyordu. Oturdum ben de, Tolgunay Ana’nın dizinin dibine, toprağın kara bağrına; o ezeli ve ebedi sohbete yürek kabarttım. Irgat kızı ırgat Tolgunay; deli fişek bir çocuk, güzel bir genç kız. İyi bir orakçı, tarla kuşu Tolgunay… On yedisine bastığında, bir #hasatzamanı kendisi gibi #ırgat #Savankul’a sevdalanır. Sırtında gömleksiz giydiği #Tatar ceketi, güneşten yanmış teni, zayıf ama güçlü kollarıyla Tolgunay’ın bile kıskandıracak kadar iyi bir #orakçı. Savankul da sevdalanır Tolgunay’a. Beraber ekin biçmeye kaldıkları ve Savankul’un, “Toprak ve su insanlar arasında eşit olarak paylaşılsa, bir de kendi toprağımızdan kendi buğdayımızı biçsek eşsiz mutluluklara kavuşacağız gülüm” dediği gece, gökyüzünde yıldız çoktu ve toprak umutluydu. Tolgunay, #toprağınkızı, gökyüzünün geliniydi. Çapayla orakla, oluk oluk akan alın teriyle kurdular hayatlarını; ev yaptılar, hayvan edindiler ve üç oğulları oldu. Savankul, bir yandan kolhozdaki yöneticilik işini bırakıp traktör kursuna gidiyor, bir yandan çocuklarından okuma-yazma öğreniyor “bunlar önemli şeyler” diyor. Savankul, köye ilk traktörü getirdiğinde, babalarını karşılamak için evden kaçan oğullarını babalarının yanında gördüğünde, sanki olacaklardan haberdar gibi, “Oğullarım, hep babanızla omuz omuza olun” diye geçirdi içinden ve mutluluk gözyaşları döktü.
En çok #Kasım benziyor babasına, karayağız, çalışkan. Biçerdöverle tarlalarda çalışıyordu. #Masalbeg, ilkokuldan sonra şehre gitti; okuyacak, öğretmen olacaktı. #Caynak, en küçükleri. #Kolhozda komsomol sekreteriydi, güzel akıllı bir çocuktu. Aileye bir de #Aliman katılmıştı, Kasım’ın karısı; hızlı, çevik, becerikli ve güzel gelin. Toprakla kardeş, toprakla yoldaş canla başla çalıştılar, yorulacak vakitleri olmadı, alın terleriyle suladılar toprağı. Toprak besledi, var etti onları. Kocası ve oğullarıyla büyüdü Tolgunay. Toprak kadınıydı; vefakârdı, cefakârdı, şefkatliydi, bereketliydi, azı çok yapmasını bilirdi, yoktan keder sokmazdı hayatına, dahası herşeyden mutluluk duyardı. Savankul’un yanında geçirdiği o ilk geceki duası kabul olmuştu sanki; biz senin çocuklarınız ey toprak, bizlere mutluluk bağışla.
Gecenin her zamanki gece ve günün hep bildiği gibi doğduğu bir günde bir atlının taşıdığı #karahaber, bir kurşun gibi girdi beynine ve herşeyi dağıttı bir anda. Boşluk… Kocaman bir boşluk; savaş. Ne demekti #savaş? 1941-1945 yılları arasında, Rusların #BüyükVatanseverlikSavaşı adını verdiği, sayısız insanın yaşamını yitirdiği, büyük bir yıkımın yaşandığı ve savaş tarihinin en geniş hareket sahasına sahip olan #İkinciDünyaSavaşı’nın doğu cephesinde Nazi Almanyası ile #SSCB’nin savaşı…
#NaziAlmanyası Tolgunay’ın toprağında, Tolgunay’ın yüreğine basa basa ilerliyordu. Bir anda silindi tüm kimlikler; oğul, eş, baba her erkek bir bir asker oldu. İlkin “Ölecek yavrum, güneş çarpacak, ölecek” diye endişelendiği yüzü bakır rengi çalışkan, güzel oğlu Kasım’ın çağrısı geldi. Beklenen bir haberdi, ama ana yüreği titretti Tolgunay’ın bedenini, önce orağı düştü toprağa, sonra dizleri, sonra beyaz başörtüsü ve Suvankul’un uyaran sesini işitti gecede “Acılı günleri karşılamaya hazır ol.” Acıyı bal eyleyen türküler vardır gençlerin dillerinde ve asker yollamalarında, cephede, rampa isimlerinde ve yüreklerde; #Katyuşa… Çiçeklenmiş tüm ağaçlar. Kıvrım kıvrım yükselir sis. Katyuşa kıyıya koşar, kıyı sarptır, kıyı sessiz. Koşar da bir türkü tutturur bozkırların kartalına. Yüreği onun için çarpar durur, taşır mektuplarını göğsünde. Uç türkü, ışığa katıl ve uç; parlayan güneşe doğru. Sınırımızda nöbet tutan mert yürekli askere götür. Pırıl pırıl bir selam Katyuşa’dan. Götür ki, unutmasın hiç yârinin sesini, kulağında çınlayan. Söyle, göz kulak olsun memlekete. Aşklarına göz kulak olunmaktadır…
Askere alınanların sayısı her geçen gün artıyor, geride kalanlar kolhozda daha da ağırlaşan işleri yetiştirmeye çalışıyor, yetiştiremiyor ve ekinler üzerine ilk kar yağıyor… O günlerde Masalbeg’in de askere alındığı, subay olmak için eğitim gördüğü ve yakın zamanda cepheye gideceğini yazdığı mektubu geliyor ve savaşın ağırlığı gri bir duman gibi çöküyor Tolgunay’ın üstüne. Ama toprak var, kardan kurtarılması gereken ekinler. Masalbeg’in duvarda asılan fotoğrafına, hüzünlü gözlerine bakıp düş kurarak kurtarıyor zamanı. Gelini Aliman’ın genç sesinde biraz daha derman buluyor, Suvankul’a dayanıyor, korku ve o kahpe umutla savaşı ve savaşan oğullarını düşünüyor. İki ayrı dünya artık Tolgunay; birinde kirli sarı, puslu bir iç görüyle geçmiş güzel günlerin çıkıp gelebileceği bir kapı arıyor, diğerinde toprağa inanıyor, toprağa güveniyor, durmadan çalışırlarsa her şeyin iyi olacağına inanıyor.
#Cephedekikavga bütün kolhozlarda olduğu gibi onlarınkinde de devam ederken sıra koca #kolhozyöneticileri Suvankul’a geliyor. Kar altında ekin demetlerini topluyordu Tolgunay haberi aldığında. Dirgeni ekin demetine sapladı, kendince bir Katyuşa anı yaşadı, işçi elleriyle dünü, bugünü için savaştığı silahının –dirgenin- soğuk sapına alnını dayadı… O gün Suvankul’un kara bıyıklarına düşen akları ilk kez farketti. Suvankul’un ardından köyün suyunu, toprağını, havasını kendisinden iyi tanıyan olmadığı için kolhoz yöneticiliği, biraz zorla da olsa Tolgunay’a verildi. Suvankul, bir sürü talimatla ve tedirgin bir havayla işini can yoldaşına devretti. Kuşandı erkek kuşağını ve atladı atına kolhozun yeni yöneticisi. Savaş kendini iyice hissettirmişti, kolhozda cepheden dönen yaralılar dışında erkek neredeyse kalmamış, kadınların, kızların, çocukların ürettiklerinin tamamı cepheye gidiyor, köy halkı açlığı ve çıplaklığı tanımaya başlıyordu.
Tolgunay, verdikleri kavganın büyüklüğünün farkında olmayan kolhozla tek yürek olmuş, demir gibi sağlam durmaya çalışarak, umutla barışı bekliyordu. Şartlar kötüleştikçe, daha gayretli çalışıyordu, daha hesaplı hareket ediyordu. Oğullarını savaşa yollayan analar böyle davranırdı galiba. Artık ev, ocak derdini bütün vatan olarak görürlerdi. Bu, aslında acıyı ve korkuyu kovmanın tek yoluydu. Masalbeg’den gelen telgraf üzerine, onu bir an görebilmek umuduyla tren istasyonunun soğuk odasında sabahladığı ve oğlunun sesini nihayet işittikten, yüzünü bir saniye göremediği, hızla geçen vagonların rüzgârı yüzüne, yüreğine vururken, son dermanla nefesinin ciğerinde donduğu, yüz üstü düşüp “Güle güle oğlum” diyerek soğuk raylara sarıldığını sabah anlatırken, yine metindi. Ben dayanamadım, bıraktım gözyaşımı, toprağa ve ananın ayaklarına damladı. Sonra Aliman geldi, Masalbeg’in bugün duvarda asılı duran şapkasını anasına verdi, hani o önünde #beşköşeliyıldız olan. Kokladı Tolgunay, sıyrıldı soğuk raylardan. Nasıl bir kutsaldır; bir anaya, oğlu yerine soğuk rayları kucaklatan? Masalbeg hiç dönmedi, Tolgunay’ın kucağındaki yerine o #soğukraylar kaldı ve Tolgunay’a önünde beş köşeli yıldız olan şapkadaki kokusu.
Savaşın dördüncü yılında, Masalbeg’in, zarfı daktilo ile yazılı mektubu geldi. “Bana kızma! Ben öğretmen olmak istiyordum. Savaşı, ölmeyi ben seçmedim ama, toprağımıza zorla girdiler ve öğrencilerime vereceğim ilk ve son ders bu oldu. Halkıma borcumu böyle ödemek benim değil, yaşadığımız çağın kararıydı.” diyor anasına ve özlemle veda ediyordu, yüce Ala-Too Dağlarına. Tolgunay, bir masal gibi dinledi Masalbeg’in vedasını ve o masalın etkisinden sağlam bir şekilde kurtulmak için yüzünü taze bahar dallarından dökülen çiçeklere ve ılık rüzgâra verdi. Masalbeg, artık yalnız onun değil, kendisi için can verdiği halkının evladıydı. Kolhoz’a adı verildi ve toprak ananın serin kucağında, derin uykulara emanet edildi. Sormak lazım, oğulları savaşta ölen annelere; hangi övünç, bir oğlun gülümseyişinden daha değerlidir ve izin verilse hangisini tercih ederlerdi?
Caynak, sevimli, güzel, sıradışı, akıllı oğlan… Sıranın kendisine gelmesini beklemeden gönüllü yazıldı ve Tolgunay’a haber bile vermeden gitti. Hâlâ ölüm haberi gelmedi. Tolgunay ara sıra konuşur onunla, toprakla konuştuğu gibi. “Yaramaz oğlum” der, “seni affettim” der, “acılarımız bitsin diye gittin” der, “savaşın yüreğimizi daha fazla katılaştırmaması için gittin” der… Anlar, kızmaz oğluna ama anadır; dayanamaz, ekler sonra “Daha genceciktin, on sekizindeydin.” … Baharın ilk günleriydi ve tarlalar sürülmeye başlamıştı… Böyle anlarda algı çok seçici davranır. Sadece aradığının farkında olursun. Ve bunu hep çok net hatırlarsın. Aliman’ın çığlıkları… Bir ses “başın sağolsun Tolgunay, Savankul da Kasım da ölmüş! “Aliman! Aliman’ı buldu nihayet gözleri; yüzü kan içinde, saçları dağılmış, fistanı parçalanmış… Bir sürü ses, bir sürü el, anlamsız yüzler ve yıllar geçti Aliman’a kavuşana kadar.” #Ana!” dedi Aliman, “Biz, duluz artık.”… İki dul, #gelinkaynana. İki Katyuşa artık iki #Ekaterina… Oğluna mı yansın, dul kaldığına mı? Aliman’ın her gün derinleşen acısıyla gözlerinin önündeki eriyişine mi katlansın, köyde her geçen gün büyüyen sefalete mi? Savaşı, henüz sağ olan iki oğlunu mu düşünsün, sorumlusu olduğu kolhozun işleri mi? Barış! Hele bir savaş bitsin, her şey düzelirdi. Kolhoz yöneticisi Tolgunay, sorumluluğun, açlık yıllarında kendisini zalimleştirdiğine içerliyor, bütün kolhoz geliri cepheye gönderildiğinden aç kalan insanların karnını doyurmak için, köy dışındaki nadasa bırakılmış tarlaları #Leninekarşı geldiği söylendiği halde ekmeye karar verip işe koyulduğunda, insanların torbalarında kalan son buğday tanelerini kendisinin nasıl topladığını ve yüreğini nasıl zorla katılaştırdığını anlatırken canı yanıyordu. İşin kötüsü, bu tohumlar daha önce üç atlarını çalan hırsızlar tarafından çalınmıştı. Kahroldu, onca insanın son lokmasından ettikten sonra bu başına gelebilecek en büyük utançtı. Bu anılarındaki tek tesellisi kendisine yüz çevirmeyen ve hep destek olan köy halkıydı.
Güzel bir bahar günü savaş bitmişti ve bütün köy savaştan dönen askerleri karşılamaya gitmişti. Bozkır, onlara sadece bir kişi getirebilmişti. Bu gelen asker, Tolgunay’ın yüreğinde Suvankul’un, Caynak’ın, Masalbeg’in ölümünün yüzü olmuştu. Evet, nihayet barış olmuştu ama hani o eski, güzel günler, hani umut, hani mut, hani Tolgunay’ın şen yuvası, nerde alınteriyle büyüttüğü evlatları, nerde, her gece sevdasına sarılıp uyuduğu adam? Savaş, Tolgunay’dan her şeyini almıştı ama bitmiyordu; Tolgunay’ın çilesi. Güzel, vefakâr gelini, uzun zamandır geceleri göle su almaya gidiyordu. Ortalıkta bir de çoban dolaşmaya başlamıştı. Tolgunay, anlamıştı ve bir yandan artık onun da mutlu olması gerektiğini düşünüyor, bir yandan gidecek diye korkulara kapılıyordu. Aliman, bir gece eve sarhoş geldi ve gözyaşları içinde yarım ağızla olanları anlattı. Anlamadı Tolgunay ve Aliman’ın sessizliğini artık ortalarda görünmeyen çobana yoruyordu. Hâlâ iyi bir şeylere inanıyordu ki, bir türlü gelinin kandırılmış olacağı aklına gelmiyordu. Zaman, yavaş yavaş o gece olanların meyvesini büyüttü. Tolgunay, sürekli geliniyle konuşmaya çalıştı, bunun utanılacak bir şey olmadığını, her çocuğun mutluluk kaynağı olduğunu, onun da anne olmaya hakkı olduğunu, kimsenin önünde yüzünü eğmemesini söylemek istiyor ama Aliman buna izin vermiyordu. Birgün Aliman işten dönmedi, akrabalarının yanına gittiğini onu aramaması haber gönderdi. Tolgunay günlerce düşünüp taşındı, sonunda onu görmeye karar verdi. Daha yolda giderken gelini ekinlerin arasında yavaş yavaş yürürken gördü, koşarak yanına gitti ve uzun uzun ağlaştılar; ama yine konuşmadılar. Etrafında fır döndü de, Aliman’ı hayata döndüremedi. Karlı bir gecede, at arabasının arkasında, bebeğini koklamadan, gelinini de yitirdi. Bebeğin ilk çığlığı, Masalbeg’in tren istasyonundaki sesiyle karıştı zihninde; Ana, Aliman! Sardı soğuk gecede gelinin bebeğini eteğine, ana yüreğine sardı, aldı koynuna. Hayatının en acılı yolunda, koynunda ısıtmaya çalıştığı, #annesütütatmamış bir #bebek. O an bağlandı o bebeğe. Gecede hayatın körlüğüne, gaddarlığına isyan eden Tolgunay, bu sefer yalvarıyordu “Ne olur bunu alma benden, ömür ver büyüsün” diye.
Yaşadı #Cambolot. Tolgunay da ömür sürdü. Tolgunay bir ömrün sonuna yaklaşırken ve bir insanın yaşayabileceği tüm acıları yaşamışken anladığı çok önemli bir şey vardı. Hayat, ölümsüzdü. Bu anlamda Tolgunay Ana gidip de Toprak Anayla konuşuyordu. Acılarını en iyi o anlardı, nasıl hala hevesle yaşadığını o bilirdi. “Gidiyorum” dedi, anlattıkları yormuştu onu ve hâlâ yapılacak bir işi vardı. Cambolot’a kim olduğunu anlatması gerekiyordu ki, bu da kolay iş değildi. Başımı dizlerinden aldım, kalktı, gitti ve yürüyen tarihin arkasından baktık ben ve Toprak Ana. Sonra o başladı konuşmaya; Ben, Toprak. Bütün insanların, hayvanların, bitkilerin, hatta birçok mikroorganizmanın yaşam kaynağıyım. Anasıyım yani. Besler, büyütür, yürütür, yaşatırım. Dünya buz çağından kurtulduğundan beri, nice evlatlar gelip geçti bağrımdan. Yaşattığımı, koynumda yatırırım öldüğünde.
Tolgunay’ın acısı benim evlatlarımdan yalnızca birinin acısıdır. Siz düşünün artık halimi.
Sınırlar çizdiniz üzerime, bölük pörçük ettiniz, her parçama bir ad verdiniz ve ona göre bir yaşam kurdunuz kendinize. Kimini teninin renginden, kimini dininden, kimini dilinden, kültüründen, cinsiyetinden, yaşam biçiminden… ayırdınız birbirinizi kendinizden.
Hepiniz benim ve bütün tabiatın önünde eşitken, yüceltmişsiniz birilerini, belki de en kötülerini; bir sürü uyduruk sebeple düşman ettiler sizi birbirinize ve görseniz de bilmiyorsunuz, tokmaklar indiriyorlar tepenize. #Halklar hiçbir zaman düşman olmaz birbirlerine, mantığı yoktur çünkü, insanın özü birdir. Onlar, siz düşünemeyesiniz diye her şeyi yapıyorlar, oyunlar koyuyorlar kutuların içine ve tutuşturuyorlar ellerinize, bağlıyorlar gözlerinizi, esir alıyorlar fikrinizi ve yalnız kendileri için değerlendiriyorlar emeğinizi. Bırakmıyorlar yaşayasınız kardeşçe birliğinizi, bölüyorlar ailemizi. Ben onları reddettim, varlıklarını açık bir yara gibi taşıyorum ve sızlıyor, onlara da anaydım nihayetinde. Canım yanıyor, bütün o savaşların tek nedeni benim aslında. Her yerimde farklı bir zenginlik var ve daha çok kuşaklar beslerim.
Onlar her şeye sahip olmak için, benimle de savaşıyorlar. Nükleer, kimyasal bir şeyler yapıyorlar, güya birbirinden gizli. Onu da ayrı bir işgal bahanesi yapıyorlar, bombalar yağdırıyorlar üzerimize. Altınımı, madenimi çekip çıkarmak için göğsümden zehirlerle dağlıyorlar beni, yıllar geçiyor, yaralarım iyileşmiyor, çocuklarıma ölüm emziriyorum. Ağaçlarımı yakıyorlar, kesiyorlar daha modern şehirler için, çırılçıplak kalıyorum. Ben karıncaya da anayım, kurda, kuşa, böceğe, sarmaşığa, ayrık otuna… Yetemezsem evlâtlarıma, utanırım topraklığımdan. Akarsuların hızıyla uğraşıyorlar, suyunu tutuyorlar, dahası kesiyorlar. Zorla çölleştiriyorlar güzelim dünyayı. Modern tesislerinde deniz altlarında patlamalar gerçekleştiriyorlar, yapay depremler üretiyorlar… Daha çok eskitin, onlar ha bire satsın diye bir üretim-tüketim çıkmazı yaratıyorlar, bin bir çeşit gaz salıyorlar havaya. Güneş bile zehirlendi, farkında değil misiniz? Ne içinsiniz? Neresinde yaşacaksınız bunların?
Ama uğraşsınlar. Daha ölmedim ben, evlatlarım… Adil paylaşmayı öğrenebilseniz hepinize yeterim.
Bin yıllardır kanla besliyorlar sizi. Kanla kirletiyorlar beni. Geçen her gün, biraz daha katılaştığını görüyorum yüreklerinizin. Ses çıkarmıyorsunuz; açlıktan, fakirlikten, hastalıktan, savaş meydanlarında, atölyelerde, maden ocaklarında, sömürülerde ve kıyımlarda ölürken kardeşleriniz. O ılık ve taze kanlar beni o en çok seven evlatlarımındır ve evladının kanıyla ıslanmak nasıl bir acıdır, bilebilir misiniz? Gökdelenler inşa ediyorlar, size daha yüksekten bakmak için. Yeni nesil silahlar üretiyorlar. Silah ne için? Öldürmek için… Kim? Kimi? İki taraf da asker olur, ölene şehit, öldürene kahraman derler, bir şey kazandım sanarsın, yanılırsın; insan öldürmek, dinlerinizde günah, yasalarınız da suçtur, doğanın vicdanında en onursuz eylemidir insanoğlunun. Bir otorite hedef gösterse de bu değişmez. İnsan öldüren katildir. Kaç tane toplu mezar var bağrımda düşündünüz mü hiç? Peki, sizin garantiniz ne? Neden kabulleniyorsunuz tüm bunları?
Tolgunay bana “Anlat” dedi, ben de ona “Sen insansın, sen anlat” dedim. Onun dilinden anlarsınız diye savaşın, acının ne demek olduğunu. O, beni ve insanları çok sevdi, emeğiyle var etti sevgisini. Bir aile olabildik O’nun sayesinde. Birimiz tükenince, yetişti diğeri. Ben de hep destek olmaya çalıştım. Yeryüzünün bütün acıları devinip dururken bağrımda, Tolgunay’ın üzerimdeki her adımıyla umuda inandım, yeniden. O yüzden ben de onu çok sevdim. Evlatlarım, nasıl da uzaksınız bana, yaban kıldılar size sesimi, işitmiyorsunuz sözümü. Gelin, her biriniz oturun, konuşun benimle. Kulağınızı verin, yüreğinizle dinleyin. Tanışın ve barışın, önce benimle, sonra birbirinizle.
#TolgunayAna #ırgatkızı #tarlakuşu #Gülegüleoğlum #öğretmenolmakistiyordum #oğullarısavaştaölenanneler #Baharınilkgünleriydi
Sorry, there were no replies found.