Theodore: Otranto Şatosu’nun Gotik Kahramanları

  • Theodore: Otranto Şatosu’nun Gotik Kahramanları

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 13:05'de 11 Temmuz 2024

    Otranto Şatosu’nun Gotik Kahramanları*

    Makale Yazarı: Çiğdem Pala Mull

                *Bu makale Roman kahramanları dergisi 24. sayısında  (Ekim/Aralık 2015) yayımlanmıştır.

    1764 yılında İngiltere’de Otranto Şatosu’nun yayımlanması ile birlikte gotik sözcüğü mimarinin yanı sıra edebiyat eleştirisinde kullanılan bir terim olmuştur ve gotik romanın ilk örneği sayılan bu eser, gotik kurgunun vazgeçilmez özelliklerini belirlemiştir. Horace Walpole, Otranto Şatosu’nun[1] birinci baskısında “Bu eser, Kuzey İngiltere’deki eski bir Katolik ailenin kütüphanesinde bulundu; 1529 yılında Napoli’de gotik harflerle basıldı. Bu tarihten ne kadar önce yazıldığıysa metinde görünmüyor” diyerek metnin ortaya çıkışı ile ilgili bir belirsizlik ve gizem yaratır. (s.17) Olası bir tarih olarak da Birinci Haçlı Seferi (1095) ile son Haçlı Seferi (1243) arasını önerir. Walpole’un kullandığı bu belirsizlik ve gizemlilik stratejisi daha sonra arkasından gelen birçok gotik öyküye örnek olacaktır. Walpole, eserin ikinci baskısında, hikâyesini bir çevirmen kimliğiyle sunduğu için özür diler ve gerekçe olarak “kendi yetenekleri konusundaki çekingenliği ve girişiminin yeniliğini” öne sürer. (s.23) Bu romanın yayımlanmasıyla birlikte edebiyatta kendini gösteren bu yeni tür, fantastik edebiyatın diğer örneklerinde olduğu gibi #marjinal bir tür olarak gelişmeye devam etmiştir.

    İkinci baskının Önsöz’ünde Walpole, eserinin kurgusunun temelindeki çatışmadan şöyle söz eder:

    Bu eser iki farklı romans türünü birleştirme girişimiydi: eski ve modern romansları. Eskisinde, her şey imgeleme ve olağan dışı olaylara dayanıyordu; modern romanslardaysa, doğa her zaman, başarıyla taklit edilmeye çalışılıyor ve bazen bunda başarılı da olunuyordu. Buluşlar yapılması istenmiyordu; gündelik hayata aşırı bir bağlılıkla hayal gücünün bütün kaynaklarına set çekilmişti. Ancak modern romansta doğa hayal gücüne ket vurmuşsa, bunu, eski romanslardan tamamen dışlanmış olmanın öcünü almak için yaptı. (s.23)

    Otranto Şatosu’nda olduğu gibi gotik romanlar, eski ile yeninin bir araya gelmesi ile ortaya çıkmışlardır. “Eski masallar, efsaneler, trajediler, romanslar yeni bir tür olan romanla birleşip edebiyat tarihinde kendisine bir yer açmıştır. Gotik edebiyat, bir kaçış edebiyatı olarak yorumlanmasına karşın yazıldığı dönemin toplumsal sorunlarına ayna tutan, eleştiren, yorum getiren bir türdür.” (Pala Mull 61) Gotik anlatılarda toplumsal kurumlara, düzene karşı bir eleştiri ve başkaldırı vardır. Gotik Romanın Yükselişi[2] adlı çalışmasında Maggie Kilgour gotiğin başkaldırıcı yapısını şöyle dile getirir:

    Gotik bastırılmış olanın geri dönüşünü bize yansıtır, bilinçaltı psişik enerjinin bilinçli egonun kalıplarını kırarak fışkırması… Gotiğin on sekizinci yüzyılda ortaya çıkışı doğaüstü güçlerin varlığını inkâr eden modern seküler bir dünyada aşkın olana ve kutsal olana duyulan ihtiyacın yeniden canlanması olarak da yorumlanmıştır, ya da mantığın despotluğuna karşı hayal gücünün ayaklanması olarak… Genel olarak, gotik bastırılmış ilkel ve barbar, yaratıcı bir özgürlüğü yeniden kazanmak için kısıtlayıcı neoklasik birlik ve düzen estetik idealine karşı bir başkaldırı olarak düşünülmüştür. (s.3)

    Gotik romanların en önemli özelliklerinden biri okuyucuda korku ve dehşet uyandırmalarıdır. Dehşet kelimesi 18. yüzyılın sonlarında Fransız İhtilalinin etkisiyle popüler bir kullanıma sahip olmuştu. Yine aynı yüzyılda aydınlanma felsefesinin karanlık çağlardaki dogma, irrasyonalite ve batıl inançlara karşı zaferinin kutlandığı bir dönemde Ortaçağın gotik tarihine duyulan bir hayranlık ortaya çıkmıştır. Bu dönemde mimaride ve estetikte gotiğin yeniden canlanması görülmekteydi. İngiliz parlamentosunun bir üyesi olan aristokrat yazar Horace Walpole da (1717-1797) gotik mimariye olan hayranlığını gotik bir şato inşa ettirerek gösterdi. İlk gotik roman olan Otranto Şatosu’nun yazılmasına neden olan şey de Walpole’un şatosunda uyurken gördüğü bir rüyadır.

    Otranto Şatosu, hayali bir Ortaçağ İtalyan Prensliği’nde geçer. Prens Manfred, güçsüz ve hastalıklı oğlu Conrad’ı Vicenza markizinin kızı İsabella ile evlendirerek erkek bir torun sahibi olmayı planlamakta ve bu şekilde şatodaki hâkimiyetini devam ettireceğini düşünmektedir. Evleneceği gün Conrad, “Devasa, bir insan için yapılmış herhangi bir tolgadan yüz kez daha büyük ve aynı oranda çok, simsiyah tüy ile süslü bir miğferin altında, neredeyse miğferin içine gömülmüş, parçalara ayrılmış” (s.36) bir halde bulunur. Komşu köylerden birinden gelen genç köylü Theodore’un açıklamasına göre bu mucizevi miğfer, Otranto’nun gerçek prensi olan İyi Alfonso’nun mezarındaki siyah mermerden bir figürün kafasındaki miğferin dev boyuttaki bir örneğidir. Zalim bir diktatör olan Prens Manfred, geçmişte şatonun gerçek sahibi İyi Alfonso’yu zehirleyerek şatoyu gasp etmiş olan kahya Ricardo’nun torunudur. Atalarının yaptığı bu kötülüğü ve haksızlığı bilen Manfred için Conrad’ın bu şekilde ölümü, dehşet verici bir işarettir. Bunu takip eden olaylar Otranto Şatosu’nun ardından gelen gotik romanlara örnek teşkil edecek gotik öğelerin art arda dizilmesidir: doğaüstü olaylar, kaçma kovalama, yeraltında klostrofobik mekânlar, aşk, şehvet, birdenbire ortaya çıkan hayaletler, kendi kendine açılıp kapanan kapılar, canlanan resimler, din adamları, aile sırları, cinayetler vb.

    Manfred, Theodore’u oğlunu öldürmekle suçlayıp zindana attırır. Theodore’un zindanlardan kurtulmasına ise Manfred’in kızı Mathilda yardım edecektir. Manfred, oğlunun yasını tutmak yerine, kendisine bir erkek çocuk verebileceği beklentisiyle İsabella ile kendisi evlenmeye karar verir. Manfred’in soyunu ve şatoya hâkimiyetini devam ettirebilmesi için bir erkek evlat sahibi olması gerekmektedir ve cefakâr karısı Hippolita bu isteğini gerçekleştirecek durumda değildir. Genç ve güzel İsabella, hırs ve ihtirasla gözü dönmüş Manfred’den kaçarken şatonun altındaki dehlizlerde kaybolur ve Theodore ile karşılaşır. Birlikte bir kiliseye sığınırlar ancak Manfred onları bulur. Papaz Jerome, Theodore’a son duasını yaptırırken onun kendi oğlu olduğunu anlar. Kaçma kovalama devam ederken Theodore ve İsabella, saygıdeğer bir şövalye ile karşılaşırlar ve Theodore çatışma sırasında onu yaralar. Bu şövalyenin İsabella’nın kayıp babası Vicenza Markizi Frederic olduğu anlaşılır.

    Manfred, Theodore’u zırhına kuşanmış olarak görünce onu yıllar önce zehirlenerek öldürülmüş Alfonso’ya benzetir: “‘Ne!’ diye bağırdı Manfred, nefesi kesilmiş bir halde, ‘hiçbir şey görmüyor musun Hippolita? Bu korkunç hayalet yalnız bana mı görünüyor; hiçbir şey yapmamış olan bana…’Peki bu nedir, Alfonso değil mi?’ diye bağırdı Manfred; ‘onu görmüyor musun? Böyle bir şey yalnız benim beynimin çılgınlığı olabilir mi?”(s.136). Manfred’in hissettiği şey, gotiğin vazgeçilmez unsurlarından biri olan tekinsizliktir. Sigmund Freud “Zur Psychologie des Unheimlichen[3]” adlı makalesinde tekinsizliği “İnsan zihninde zaman içinde bastırılma sürecinde yabancılaşmış eski ya da tanıdık bir şey” olarak tanımlamıştır. Burada da Theodore, Manfred’e çok tanıdık biri olarak görünür ve onunla birlikte geçmişe dair bastırılmış bütün korkularının ortaya çıkmasına neden olur. Manfred’in kötücül hırsının olası sonuçları ile ilgili birçok doğaüstü olay, kehanet, işaret vardır ama Manfred bunların hiçbirine kulak vermez. Bu hırsı en sonunda, kendi kızı Matilda’yı İsabella sanarak yanlışlıkla öldürmesine neden olur.

    Romanın sonunda Theodore, Otranto’nun gerçek sahibi olduğunu açıklar. Theodore, kilisenin papazı Jerome ve Alfonso’nun kızının oğludur. Alfonso’nun soyundan gelmiş bir erkek olarak Otranto Şatosu’nun gerçek varisidir. İsabella ile evlenip Otranto’nun yeni prensi olur. Dolayısıyla hanedanın ve şatonun sahipliği, Theodore’un annesi yani bir kadın yoluyla devam eder. Olay örgüsünün erkek bir varisin gerekliliği üzerine kurulduğu bu romanda gerçek varisin annesi tarafından şatoyla ilişkilendirilmesi oldukça manidardır. Gotik romanlarda sıklıkla masum kurban rolünü üstlenen kadın, bozuk olan düzenin yeniden inşa edilmesini sağlamış ve adaletin yerine gelmesinde başlıca rolü oynamıştır. Kadın karakterler, erkeklerin fedakâr, cefakâr ve pasif eşleri, kızları ve kurbanları olarak görünseler de olayların akışını değiştirecek olan onlardır.

    Gotik edebiyatın kadınlar için özel bir önemi vardır. Bu romanlar yazıldıkları dönemde özellikle orta sınıf kadınlar arasında geniş bir okuyucu kitlesine sahipti. Ataerkil bir düzende kuşatılmış yaşamlarını sürdüren kadınlar için gotik, onlara hiç yaşayamayacakları maceraları yaşatan bir edebi türdü. Sürekli tekrarlanan kaçma, kovalama, hapsolma, yalıtılmışlık, kuşatılmışlık temaları ve her türden aşırılık gotik anlatılarda yer bulur. Genellikle kadın kahramanlar ensest, tecavüz, cinsel taciz, takıntılar, saplantılar gibi durumlara maruz kalırlar. Masum bakire kadın kahraman acımasız saldırganından kaçar, kurtulur, yine yakalanır, hapsedilir ve yine kaçar. Karanlık dehlizlerde yaşanan bu sürekli kaçış ve kovalamaca, okuyucudaki gerilimi arttırırken bir yandan da kadının toplumdaki ikincil konumuna karşı başkaldırısına işaret eder.

    Otranto Şatosu’ndaki kadın kahramanlara baktığımızda Hippolita, özverili, sakin ve pasif bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Kocasına sağlıklı bir erkek evlat verememiştir ve bu nedenle kocası onu boşamak ister ama o bir eş olarak kendisini Manfred’e adamıştır ve onun bütün hırslarına, hatalarına, sapkın davranışlarına rağmen sabırla bekler. Romanın sonunda Manfred ile birlikte kendilerini dine adamak için bir manastıra giderler ve Hippolita da hayal ettiği ve sabırla beklediği sükûnetli hayata kavuşarak amacına ulaşmış olur. Gotik anlatıların geneline baktığımızda kadın erkek ilişkileri ve evlilik kurumunun önemli bir yer tuttuğunu görürüz. Bu romanda da Hippolita karakteri ile toplumda anneliğe ve evlilik kurumuna karşı bir tehdit vardır ancak romanın sonunda düzen yeniden kurulmuştur.

    Matilda, gotik romanlarda sıkça rastladığımız kurban kadın karakter tiplemesine daha çok uyar. Onun ölümü hırslarına yenik düşen babasının elinden olur. Erdemli, kinden, nefretten uzak iyi bir evlattır ve ölmeden önce yaptığı konuşmasında her şeye rağmen babasını affettiğini ifade eder. Matilda, pasif ve etkisiz bir karakter olarak görülebilir ancak o da babasının onun için istediği aristokrat evliliği reddederek ve gizliden gizliye Theodore’u sevmeye devam ederek iradesini göstermiştir. Karanlık ve kasvetli şatonun yeraltı dehlizlerinde Manfred’in sapkınca arzularından kaçmayı başaran İsabella ise sonunda aşık olduğu Theodore ile evlenir. Böylelikle Otranto Şatosu’nun prensesi olarak mutlu yaşamına devam eder.

    Romandaki erkek karakterlere baktığımızda ise romanın başkahramanı olarak öne çıkan Manfred’in bir kötü kahraman olduğunu görürüz. Hırslarının esiri olmuştur ve bu nedenle insanlık ve ahlak dışı eylemlerde bulunur. Kötücül özelliklerine rağmen romanın iyi erkek kahramanı olan Theodore’dan daha karmaşık ve daha ilginçtir. Romanın sonunda Manfred, Hippolita’ya şöyle seslenir:

    Yüreğim, sonunda senin adanmış öğütlerine açık bir hale geldi. Sen mucizeler içinde kaybolmadın. En azından kendim hakkında adil bir karar almama izin ver! İncinen Tanrı’ya önerebileceğim tek şey, tüm utancı kendi üstüme almaktır. Benim hikâyem bu sonuçları ortaya çıkardı; itiraflarım da özrüm olsun, ama ah! Hangi özür, bir taht gasp etmenin ve bir çocuk öldürmenin; üstelik de çocuğunu Tanrı’ya adanmış bir yerde öldürmenin karşılığı olabilir. Kulak verin sörler ve bu kanlı tarih, geleceğin zorbalarına da bir uyarı olsun! (s. 187)

    Karakterlerin kalıp tiplemelerine ve gotik kurgunun şablonsu yapısına rağmen gotiğin kötü kahramanları iyilikle kötülüğü içlerinde barındıran, her türden insani davranışı gösterebilen karmaşık karakterlerdir. Manfred’in itirafları ve pişmanlığı, her ne kadar ihtirasları ve iktidarı için her şeyi yapabilecek bir kişi olsa da erdemli davranışlar da sergileyebileceğini gösterir.

    Şatonun gerçek mirasçısı sakin köylü Theodore olay örgüsü içinde gotik romanların romantik erkek kahramanına dönüşür. Naif, alçak gönüllü bir çiftçi olmasına rağmen “Eğer zor durumda kalmış bir kadın benim korumama sığınırsa, hiçbir erkeğin öfkesinden korkmam.” (s.88) İyiliğin ve centilmenliğin sembolü de olmayı başarır. Yine de kötü kahraman Manfred kadar derinlikli, çok yönlü bir karakter değildir.

    Roman kahramanları arasında şatonun gerçek sahibi İyi Alfonso’yu da saymak gerekir. Yıllar önce Manfred’in büyükbabası tarafından zehirlenerek öldürülmüş ve şatosu gasp edilmiş olan Alfonso, huzursuz bir hayalet olarak geri döner. Her şey onun devasa miğferinin Conrad’ın üzerine düşerek onu öldürmesiyle başlar. Otranto Şatosu’nda doğaüstü ve olağanüstü unsurlar sorgulanmadan kabul edilerek kullanılmışlardır. Alfonso, adaletin yerine gelmesini ister ve yapılan yanlışlarla ilgili birçok doğaüstü işaret yollar. Conrad’ın ölümünden sonra avluda durmaya devam eden miğferin üzerindeki tüyler sarsılır, adeta miğferin altında bir baş varmış gibi selam verir. Kapılar kendi kendine açılıp kapanır. Heykelin burnundan kan gelir. Etleri dökülmüş çenesi, delik deşik olmuş iskeletiyle bir hayalet insanlara görünür. Romanın sonunda:

    Hayalet, “Theodore’a bakın, Alfonso’nun soyunun gerçek varisi o!” dedikten sonra, kendisine bir dizi gök gürlemesi eşlik etti ve kenara çekilip ona yol açan iki bulutun arasından cennete doğru gururla yükselmeye başladı. Aziz Nicholas’ın sureti de ortaya çıkmıştı; bu arada ve Aziz Nicholas’ın Alfonso’nun ruhunu da alarak kısa sürede ölümlü gözlerin önünden görkemli bir alev eşliğinde yitip gittiği görüldü. (s.186)

    Romanın sonunda geçmişteki hataların öcü alınır, yanlışlar düzeltilir ve adalet duygusu yeniden sağlanır. Huzursuz bir hayalet olarak şatonun şimdiki hanedanını rahatsız eden Alfonso’nun ruhu da huzura ermiş olur. Gotik romanlarda geçmiş ve şimdiki arasındaki bağlantı önemlidir çünkü bastırılmış olanın tekrar ortaya çıkması gibi geçmişte yapılanlar da şimdiki zamanda ortaya çıkar ve geleceğe şekil verir. Tarih boyunca süregelen gotik anlatılar, başkaldırıcı ve iktidarı alt üst edici ruhlarıyla insanlara içinde bulundukları zamanın baskılarından ve zorluklarından bir kurtuluş yolu sunmaya devam edecektir.

    Gotik romanın ilk örneği sayılan Otranto Şatosu, kurgusundaki zayıflıklara rağmen, bu yazınsal türün vazgeçilmez özellikleri haline gelmiş gotik korku, dehşet, tekinsizlik, gotik kahramanlar, mekân ve gotiği yaratan atmosfer unsurlarını büyük ölçüde belirlemiştir. Romanda gotik mekânın klostrofobik yapısının insan karakteri üzerindeki etkileri ustalıkla sergilenmiştir. Ayrıca bu roman günümüzde hala ataerkil düzenin yarattığı korku ve dehşetin kurbanı durumundaki kadın kahramanlara verdiği güç ve irade açısından da okunmaya değerdir.

    ———————–
    * Doç. Dr., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölüm Bşk.
    [1] Walpole, Horace. Otranto Şatosu. Çev. S. Evren Türkeli. İstanbul: Bordo Siyah Yayınları, 2005.
    [2] Maggie Kilgour. The Rise of the Gothic Novel. New York: Routledge, 1995
    [3] Sigmund Freud. “The Uncanny” [1919] Collected Papers. Vol. IV. London: The Hogarth Press, 1953.

    Kaynakça:
    • Freud, Sigmund. “The Uncanny” [1919] Collected Papers. Vol. IV. London: The Hogarth Press, 1953.
    • Kilgour, Maggie. The Rise of the Gothic Novel. New York: Routledge, 1995.
    • Pala Mull, Çiğdem. Gotik Romanın Kıtalararası Serüveni. Ankara: Ürün Yayınları, 2008.
    • Walpole, Horace. Otranto Şatosu. (1764) Çev. S. Evren Türkeli. İstanbul: Bordo Siyah Yayınları, 2005.

     

    #sayı24 #cigdempalamull #isabella #gotikromankahramanlar #theodore #otranto #otrantoşatosu #manfred #horacewalpole #gotikroman #ingilizedebiyatı #gotikedebiyat #gotikkahraman

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
Otranto Şatosu’nun Gotik Kahramanları* Makale Yaz…
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi