SESSİZ EV’İN FARUK’UNDA YAŞANTISAL KAÇINMA VE ALKOL BAĞIMLILIĞI

  • SESSİZ EV’İN FARUK’UNDA YAŞANTISAL KAÇINMA VE ALKOL BAĞIMLILIĞI

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 13:40'de 11 Temmuz 2024

    “SESSİZ EV”İN FARUK’UNDA YAŞANTISAL KAÇINMA VE ALKOL BAĞIMLILIĞI*

    Makale Yazarı: Nilüfer Altunkaya

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI dergisinin (Ocak/Mart 2017)  29. sayısında yayımlanmıştır.

    “Sessiz Ev”e panoramik bir bakış

    Orhan Pamuk’un 1983 yılında yayımlanan “Sessiz Ev” adlı romanı yazarın kendine özgü roman anlayışının arayışlarını yansıtan yapısal bir başlangıç olarak değerlendirilebilir.

    Romanın öyküsel zamanı, Meşrutiyet döneminden başlar ve üç kardeşin Cennethisar’da yaşayan babaannelerini ziyaret ettikleri 1980 yılı yazına kadar sürer. Ailenin üç kuşağını farklı bakış açıları ve iç sesle (monolog) anlatan çok katmanlı bir roman olan “Sessiz Ev”de roman kahramanları politik ve kültürel açıdan farklı düşüncelere sahiptir. Bu açıdan baktığımızda yazarın sorunsallaştırmak istediği meselelerin karşıt kutuplarını simgeleyen kişilerden yarattığı postmodern çağrışımları olan bir romandır, “Sessiz Ev”.

    Romanda II. Meşrutiyet’ten başlayarak Cumhuriyet ideolojisinin temel değerleri, Batıdoğu ve din – bilim arasındaki çatışmalar, sosyokültürel hayatın kırılmalarından etkilenmiş bir ailenin kendini gerçekleştirememiş bireylerinin kişisel arayışları ele alınır. Selahattin Darvınoğlu, Meşrutiyet döneminin ‘Osmanlı münevveri,’ katı bir pozitivizme saplanmış bir aydın ve halkın gerçeklerinden uzak bir doktordur. Halkın batıl inançlarını şiddetle eleştirirken eşi Fatma Hanım’ın dini inançlarını da katı bir tutumla yeren, düşüncelerindeki aşırılıklar nedeniyle sürgün edilmiş, İstanbul’dan ve siyasetten uzaklaştırılmış, yaşadığı başarısızlıkları sorgulayamayacak kadar kör bir Batı hayranıdır. Romanın en önemli kahramanlarından biri olan Selahattin Bey’i okur, Fatma Hanım’ın iç sesiyle dillendirilen anılarından tanır. Fatma Hanım muhafazakâr ketumluğuyla “şeytanın teslim aldığı” kocasının tüm hayal kırıklıklarından ve gerçekleşmeyen projelerinden sonra Doğu toplumunu uyandırmak adına yazmaya giriştiği ansiklopedisine de aynı soğuk mesafeden bakar. Bilim ve din onların kişiliğinde çatışır. Bilimsel düşünceyi rehber edinmiş olan Selahattin Bey, coşkulu, heyecanlı, ülkülerine hayatını adamış, hayalci bir yapıya sahipken Fatma Hanım donuk, temkinli ve gerçekçidir. Selahattin Bey, yıllarını verdiği ansiklopedisinin dil devrimine kurban gidişi, yaşadığı topluma ve ailesine yabancılaşarak gittikçe yalnızlaşması sonrasında içkiyle avunmaya başlar. Böylece kendini ait hissetmediği Doğu ile bir parçası olamadığı Batı arasında, halkını aydınlığa kavuşturmak adına verdiği mücadelede kayboluşu, trajik bir tarihsel hatıraya dönüşür:

    “Doğu’nun daha hiç görmediği bir özgürlük dünyası, yeryüzüne inmiş akıl cenneti, yemin ediyorum Fatma, olacak bu, hem de Batı’dakilerden de iyi yapacağız, onların hatalarını gördük, kusurlarını almayacağız, biz, hatta oğullarımız görmese bile bu akıl cennetini burada torunlarımız, bu toprağın üzerinde, yemin ederim yaşatacaklar!”

    Selahattin Bey sloganlaşmış ideolojilerin gerçekçi olmayan birer ütopyaya dönüşünün simgesi gibidir. Alkol bağımlılığı iradesiz ve hayalci kişiliğiyle birleşince aile hayatları çıkmaza girer, maddi manevi sıkıntılar birbirini izler. Varoluşsal meselelerini idealize ettiği bir geleceğe taşırken yaşadığı hayal kırıklıklarını doğru pencereden bakarak değerlendiremez. Gerçeklerle yüzleşmek yerine kaçmayı seçer ve alkolün verdiği geçici rahatlık bu kaçışı kolaylaştırır. Üretken olmasına, okuyup düşünen ve bu düşüncelerini kendi toplumuna uyarlama hevesi içinde olmasına rağmen gerçeklerden uzak oluşu içkiyi vazgeçilmez kılar. Böylece Fatma’nın uykusuz geceleri içki kokusundan tiksinerek geçer:

    “Sen iki şişe içerdin: Ansiklopedinin yorgunluğunu alsın ve aklımı açsın diye içiyorum ben Fatma, keyif için değil. Sonra ağzın açık, horlayarak uyurdun ve ben içinde akreplerle kurbağaların çiftleştiği bir kuyunun karanlık ağzını hatırlatan senin o ağzından tüten rakı kokusundan iğrenerek kaçardım”

    Fatma, bu din dışı hallerini gördüğü kocasına sessizce direnirken Batı’nın akılcılığına karşı Doğu’nun geleneksel inadının vücut bulduğu soğuk, çekinik ama sabit fikirli bir kadın olarak yaşlanacaktır.

    Gayrı meşru çocukları Recep ve İsmail, Fatma’nın şiddeti nedeniyle fiziksel olarak gelişemez. Olay örgüsünde bu ötelenen çocuklardan cüce olan Recep’in doğrudan, İsmail’in dolaylı bir önemi vardır. Ailenin ekonomik gücü kendi elinde olduğu için Fatma Hanım, oğlu Doğan’ın sahip olduğu imkânlardan yararlanmalarına asla izin vermez.

    “Sessiz Ev”in cücesi Recep, Fatma Hanım tarafından hep hor görülse de itaatkâr, çekimser ve aralarındaki bunca mesafeye rağmen babasına karşı iyimser duygular içindedir. Selahattin Bey’in yazdıklarıyla haşır neşir olan Recep hem aile içi olayları gözlemler hem de olayların torunlara aktarılması adına bir bellek işlevi görür:

    “Doktor Selahattin kendi halinde bir doktormuş, siyasete kalkışınca İstanbul’dan sürülmüş, kitaplara gömülmüş, delirmiş. Yalancılar, dedikodu kumkumaları; hayır deli değil, gözümle gördüm, akşam yemeğinden sonra içkiye oturmaktan ve arada bir ölçüyü kaçırmaktan başka ne günahı var; bütün gün masasına oturur, yazar.” (s.161)

    Recep ve iktidarı simgeleyen babanın ilişkisi sorunludur. Diğerleri tarafından aşağılanan, onun hizmetine muhtaç olsa da Fatma Hanım tarafından sık sık azarlanan, sıkıcı hayatını tuhaf bir denge içinde sürdüren, geçmişten bir miras devralmadığı gibi geleceğe taşıyacağı bir umudu da olmayan halktan biridir Recep. Çarpık bir ilişkinin sonucu olarak iktidarla olan ikircikli mesafesiyle halka temas edemeyen kültürel devrimin sakatlığını simgeler adeta.

    Romanın şimdisinin önemli bir olayı babaanneleri Fatma Hanım’ı ziyarete gelen torunları Metin, Nilgün ve Faruk’la mezarlık ziyaretinin yapılmasıdır. Bu noktadan sonra daha iyi anlaşılır ki Fatma ve Selahattin’in oğulları Doğan ve eşinin ölümü ile ailenin trajedisi geriye kalan üç evlat tarafından bölüşülen bir devamlılık arz eder. Böylece üçüncü kuşak hikâyenin şimdisinde geçmişi de anlamlandırmaya çalışır ve aidiyet duygusunu pekiştirmek adına her biri farklı varoluşsal arayışlara yönelir. Roman zamanı açısından şimdiyi yaşayan üç torun, dedeleri ve babaannelerinin kişiliğinde yaşanan aydınlanma ve geleneksellik çatışmasının devamı olan siyasi yansımaların orta yerinde yer alır. Bu açıdan “Sessiz Ev”, 1980 yılının siyasi ve toplumsal ortamını yansıtırken, yalnızlık, ölüm, aşk gibi temaları çoklu bakış açısıyla ele alır.

    Bir tarihçinin alkole yenilişi: Faruk

    Roman kahramanlarından ailenin erkek bireyleri olan Selahattin Bey’den sonra oğlu Doğan’ın da içkiye düşkünlüğü Fatma Hanım’ın geri dönüşlerle verdiği ayrıntılardan anlaşılır. Faruk, Fatma Hanım’ın torunlarının en büyüğü olarak ailenin erkeklerindeki içki bağımlılığına yatkınlıktan etkilenmiş bir karakterdir. Romandaki kahramanlarda kişilik çatışması şeklinde görülen kendi hayatından memnun olmama başka birine imrenme durumu Faruk’ta yoktur. O daha çok kendisiyle savaşır. Kahramanların hayata yönelik genel durumu, melankolik bir atmosferde yaşanan nedenleri farklı olsa da aşağılık kompleksi şeklinde beliren bir mutsuzluk hali içinde yansıtılır.

    Faruk karısıyla severek evlenmiş, çocukları olmamış ve içki bağımlılığı nedeniyle boşanmışlardır. Okura hâlâ karısını sevdiği hissettirilir. Tarihçi olması, araştırma yapmayı sevmesi ve karısıyla çocuklarının olmaması gibi önemli bir konuyu bile konuşmaması gibi unsurlar bir araya geldiğinde Faruk’un kendine dönük bir mizacı olduğunu anlarız. Zaten dedesinin yaptığı çalışmaları merak eden tek kişi de odur.

    Faruk’un diğer bir özelliği akademisyen olmasına rağmen hayata yönelik akılcı bir tutum geliştirememiş olmasıdır. Karmaşık ruh halinden derin bir yalnızlık ve boşluk duygusu içinde olduğu hissedilir. Biraz bu ruh halinin etkisi biraz da tarihçi olmasının verdiği araştırma güdüsüyle arşiv tutanaklarını okur. Faruk’un Kaymakamlık Arşivi’nde okuduğu bu belgeler ayrıntılı bir şekilde okura aktarılır. Böylece Orhan Pamuk romanları için çok önemli olan tarihsel teze yönelik bakış açısını yakalamış oluruz. Bu tarihsellik “iç içe geçmiş milyonlarca hayat ve hikâyenin” canlanması, okudukça bu renkli, hayat dolu şeyden alınan hazla doludur.

    “Sarı lekelerle, küfle, buruşukluklarla hırpalanmış kâğıt parçalarını koklayarak keyifle karıştırıyorum. Okudukça, bu kâğıtları yazan, yazdıran ve hayatları bu yazılanlara bir ucundan bağlı olan insanları görür gibi olduğumu sanıyorum.” (s.80-81)

    Faruk arşivde bambaşka hayatlara ilişkin mahkeme sicillerini okudukça geçen sene kayıtlarına rastladığı vebanın izini sürmekten vazgeçerek daha farklı bir düşünceye kapılır. Böylece kendisine bir hikâyenin nasıl olması gerektiğini sorar. Bu noktadan yola çıkarak iyi bir tarih kitabını iyi bir hikâye kitabı ya da romandan ayıran “dipnotlar” dışındaki şeylerin ne olabileceğini düşünmeye başlar. Böylece tarih okuyarak bugünden geçmişe sığınmanın yanı sıra hayatına renk katan bir yolculuğa çıkmak duygusuyla dolar. Bunları titizlikle ve akademisyen kimliğine uygun bir nitelikle ifade eder. Sonrasında arşiv kayıtlarından okuduğu Budak adlı kişinin serüvenlerinden 16. Yüzyıl Gebze’sine ilişkin bir kitap yazmaya karar verir. Kitabının sonsuz bir “tasvir” çabasından oluşmasını düşünürken içtiği biraların da etkisiyle bu tasarısının dumanlarına gömülür.

    “Tarihi, hatta hayatı olduğu gibi kelimelere geçirmenin bir yolu yok! Sonra, bu yolu bulmak için yapılması gereken tek şeyin beyinlerimizin yapısını değiştirmek olduğunu düşündüm: Hayatı olduğu gibi görebilmek için hayatımızı değiştirmeliyiz! Bunu daha iyi anlatabilmek istiyordum, ama yolunu bulamıyordum.” (s.152)

    Yaşamı ve çevresini gözlemlerken görünenin arkasındaki hakikati arayışı onu tarihten beslenen ama edebiyatla yoğrulmuş bu hikâyenin peşine düşürür. Faruk’un gündüzleri okurken ve araştırma yaparken de etkisi altında kalacak kadar içtiğini anlarız. Ve iç içe geçmiş düşünceleriyle günlük yaşamı arasında çatışmayı azaltmak adına içkinin verdiği esrikliğe sığındığını bu yanıyla dedesi ve babası gibi entelektüel yanı gelişmiş olan aile fertleriyle aynı alışkanlığı sürdürdüğünü görürüz.

    Faruk’un dere boyunca yaptığı yürüyüş sırasında dile getirdiği betimlemeler oldukça ayrıntılı ve duygusal çağrışımlarla doludur. Tarihin ve şimdinin birbirini dışlayan çekimini duyumsarken içindeki kaybolmuşluk duygusuyla da yüzleşir gibidir. Çevresini ironik bir yaklaşımla gözlerken yaptığı bazı yorumlarda yazarın bakış açısını da hissetmek mümkündür. Daha keskin bir ifadeyle söylersek Faruk, Orhan Pamuk’un romandaki kendi düşüncelerini aktarmak adına seçtiği kahramandır diyebiliriz. Çarpık Batılılaşma ve Cumhuriyet ideolojisine yönelik eleştiri geleneksel ve modernin çatışmasında dile getirilir.

    “Sonra çayırın daha ilerisinden bana bakan, bir yüksek apartman iriliğindeki budala tavuğu gördüm: Tak tavuk! Bir tavuk çiftliğinin çelik payandalarla desteklenen kocaman reklamından bana bakıyor. Yabancı dergilerden yürütüldüğü anlaşılan, askılı kısa bir pantolongiymiş, modern olması istenmiş.” (s.155)

    Çevresine tuhaf bir mesafeden bakan Faruk, boş bir plastik torbayla hayatı özdeşleştirir ve “Hiçbir şeyin özü yok.” diye düşünerek içki içme isteğini dile getirir. Faruk’ta belirgin şekilde açığa çıkan boşluk duygusunu bastırma biçimi olarak içki içme isteği genel olarak bir yorulmuşluk da barındırır. Çünkü kafasında kurtlar vardır. Nilgün’e bu durumu anlatırken Recep onları dinlemektedir:

    “İlişkileri inançla kuramıyorum, dedi Faruk Bey. “İş bana kalmadan, ilişkileri olgular kendi kendilerine kursunlar diyorum, olmuyor. Bir nedensellik bulunca, bunun kendi aklımın yakıştırması olduğunu hemen hissediyorum. O zaman olgular korkunç solucanlara, kurtlara benziyor. Boşlukta salınır gibi beynimin kıvrımları arasında kıpırdanıyorlar…” (s.161)

    Kardeşlerin karşılıklı derin sohbete daldığı bu gecenin ilerleyen saatlerinde Recep’in anlatımıyla Faruk’un masa başında sızana kadar içtiğini anlarız. Recep bir kehaneti dile getirir gibi iç sesiyle konuşur:

    “(…) çok içiyorsunuz, bu gidişle babanız gibi, dedeniz gibi, Allah korusun, mide kanamasından öleceksiniz!” (s.162)

    Faruk’un içkiye olan genetik yatkınlığı böylece ifade edilirken varoluşsal eğilimi de entelektüel birikimine bağlanabilir. Başarısız evliliği ve karısını hâlâ seviyor olması, baba olamayışı ve yalnızlık duygusu bu eğilimi körüklemektedir.

    İçme nedenleri ile kişilik özellikleri ve davranış bozuklukları arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalara bakıldığında karşımıza çıkan kavramlardan bir tanesi “kaygı duyarlılığı”dır. (…) Bu kavram kişinin yaşayacağı kaygı semptomlarının hastalanmaya, utanca ya da daha fazla kaygıya neden olacağı inancından kaynaklanan ve “korkmaktan korkma” ya da ”kaygıdan korkma” olarak tanımlanan bir bireysel farklılık değişkenidir.

    Kaygı duyarlılığı ile alkol kullanma nedenleri arasındaki ilişki, yaşantısal kaçınma ile de açıklanmaktadır. Yaşantısal kaçınma, negatif duygu durumunu bastırma ya da kabul etme olarak tanımlanmaktadır. Yüksek kaygı duyarlılığına sahip kişilerde baş etmemotivasyonu nedeniyle alkol kullanmanın rahatsız edici içsel yaşantılardan kaçmak için bir yol olabileceği de tartışılmaktadır.”*

    Faruk’un yaşamında da baş edemediği durumlardan kaçınmak için içkiye sığınan ve içkinin yarattığı sonuçların yaşamındaki sorunları arttırması gibi bir kısır döngüden söz edebiliriz. Kırılgan, duygusal ve depresyona yatkın kişiliği çevresinden uzaklaşıp iç dünyasına çekilmesine neden olmaktadır. Çoğu zaman sadece unutabilmek ister. Uzun öğlen uykusu da fayda etmez. Kendi aklını “karışık ve suçlu” olarak değerlendirir. Hayatla ve hayatındaki insanlarla olan bağ gerçek değilmiş gibi gelir. Yanıtlardan çok sorularla yabancılaşmış bir bireyin yaşadığı anlamsızlık duygusuyla doludur. Uzun bir uykudan sonra zorla kalkar ve odanın ortasında dikilip kendi kendisine sorar:

    “Nedir zaman denilen şey? Nedir çare diye beklediğim?” (s.259)

    Böylece Faruk’ta yaşamın anlamını sorgularken negatif duygu durumuyla baş etme yolu olarak alkol kullanma eğilimi olduğunu ifade edebiliriz. Yüksek kaygı duyarlılığının sebep olduğu bir yaşantısal kaçınma iç dünyasındaki karmaşa ve huzursuzluktan kurtulup unutma isteği olarak beliren bir bağımlılık söz konusu gibidir. Faruk, ne zaman içki içmiyor olsa ve kafasını kurcalayan sorularla haşır neşir olsa canı içki içmek ister.

    “Sessiz Ev” romanındaki bu en renkli karakter bir ‘tutunamayan’ olarak hem kendi kişisel tarihiyle hem de yaşadığı ülkenin tarihiyle hesaplaşma içindedir. Yazacağı hikâye hiç kuşkusuz yenilgi ve akıl karışıklıklarının bir yansıması olacaktır.

    Faruk bu hikâyeyi yazamaz, o kadar sarhoştur ki Nilgün’ün pisi pisine ölümünü engelleyebilecek duyarlılığı gösteremez ve içmeye devam eder.

    “Bütün bilincim silinsin, geçmişimden hiçbir iz kalmasın istiyorum. Aklımın kurgularından kurtulayım, aklımın dışında var olan bir dünyada özgürce gezineyim istiyorum, ama kendimi koyvermeyeceğimi biliyorum artık.” (s.263)

    “Sessiz Ev”in okumaya meraklı bir aydın bireyinin daha alkole yenilişidir bu.

    * Üniversite Öğrencilerinde Alkol Kullanma Nedenleri ile Kaygı Duyarlılığı Arasındaki İlişki, S. Şafak Çakmak, H. Belgin Ayvaşık, Orta Doğu Teknik Üniversitesi.

    Kaynak:
    Orhan Pamuk, Sessiz Ev, Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, Ekim 2015, 292 syf.

     

    #sessizev #orhanpamuk #alkolizm #alkolikromankahramanları #doğubatıçatışması #batıhayranlığı #alkolbağımlılığı

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
“SESSİZ EV”İN FARUK’UNDA YAŞANTISAL KAÇINMA…
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi