Roman Kahramanları
SESİN ULUSU: CEMİLE CEVHER
-
SESİN ULUSU: CEMİLE CEVHER
SESİN ULUSU: CEMİLE CEVHER*
Makale Yazarı: Ömer Asan
Son yıllarda hangi konuda yazmaya yeltensem, kendimi çocukluğum, köyüm veya ilk gençlik yıllarımın esinti ve izlerinden dem vururken yakalıyorum. Nostalgia bırakmıyor. Öyle, çok maceralı, renkli, zengin, yaşlanmış bir yaşantım olmadı aslında. Ama yaşadıklarımdan fazlasıyla etkilendiğimi, o anları yeniden yaşamak için can attığımı fark ettim. Demek ki, çocukluğumda beni mutlu eden, yaşama bağlayan ve sevindiren pek çok şey varmış.
Yaşam unsurlarımızdan en önemlisi türkülerdi. Köyümüzde, herkes türkü bilir ve söylerdi. Ustası olanı da vardı, olmayanı da. Kiminin sesi güzeldi, kiminin değil. Ama herkes istediğinde bir türkü tutturabilirdi. “Yabancı” türkü söylendiğini hiç anımsamıyorum. Düğünlerde, kına gecelerinde, fındık ayıklama ve ırgatlıklar sonrası yapılan eğlencelerde Rumca-Türkçe türküler söylenir ve türkülü oyunlar oynanırdı. Hepsi yeni ama bizim türkülerdi.
İlk “yabancı” türküyü dedemden duymuştum: Suda balık yan gider. Dedem yorgunken, iş dönüşü sırt üstü yatarken söylerdi bu Urfa türküsünü. Sonradan öğrenmiştim dedemin bu türküyü nereden duyduğunu: Erzurum Radyosu. Evimizdeki kalın pilli Philips marka radyo, bize başka türküler ve şarkılar dinletiyordu artık. Bir süre sonra orta dalgadan, Erzurum Radyosunun Yurttan Sesler Korosunun türkülerinin hiç kaçırılmadığına, program başladığında radyonun sesinin sonuna kadar açıldığına tanık olmaya başladım çocuk belleğimle. Ev halkı, hepimiz Yurttan Seslerde çıkan türküleri ve türkücüleri ezberlemeye başlamıştık; Muazzez Türing, Ali Ekber Çiçek, Nida Tüfekçi, Ahmet Yamacı, Cemile Cevher, vs. Aslında yurtta daha pek çok dilden sesler varmış da biz bilmiyorduk. Ancak, konumuz bu değil.
Cemile Cevher (Çiçek); o söylemeye başladığında babaannemin, kıldığı namazı yarım bırakıp, radyonun sesini yükselttiğine ve sonra yeniden namaza devam ettiğine tanık oldum:
Ayna ayna ellere
Ayna duşti göllere
Bilirsiniz, herhangi bir Müslüman öyle kolay kolay namazı yarım bırakmaz. Çok önemli sebebiniz yoksa günaha girersiniz. Yani cehennem ateşini göze almak zorundasınız. Babaanneme cehennem mi ciddi bir tehdit olarak görünmedi, yoksa o azap ateşini bilinçli mi göze aldı bilemiyorum. Ancak sonraki yıllarda, henüz o yaşıyorken, güzel şarkıların onun için daha kutsal olduğunu öğrenmiştim. Haklıydı babaannem; çünkü Cemile Cevher hiçbir zaman kaset doldurmadı, plağına da rastlamadım; dolayısıyla, aynanın bir daha yüzümüze tutulup tutulmayacağı belli değildi.Babaannem ve dedem evde Rumca konuşmalarına rağmen, Rumca türkü söylediklerine pek tanık olmadım. Ara sıra balninem (dedemin annesi), o da efkârlıyken veya eğlendirmek için söylerdi bize Rumca türkülerini. Yıllar sonra dedeme ve babaanneme türkü söyletip, kasete kayıt yaptırırken bile söyledikleri türküler Türkçe’ydi. 20. yüzyılın son çeyreğinde, A dili Rumca olan köylülerim, Rumca konuşup, Türkçe türkü söylüyorlardı artık. Şimdi düşünüyorum da, sanırım köyümüzde Türkçe’nin yerleşmesi de türküler sayesinde olmuştur. Dilimiz, öyle zorla değil, sinsi, sevimli, duygulu, “yabancı” bir sevgili (türküler) tarafından yavaş yavaş asimile edilmişti. Olur mu, olur. O kadar ki; ben de bir türkü tutkunu olarak, Yurttan Sesleri özleyen, tırım tırım o eski türküleri arayan biri oluvermişim.
1970’li yıllar; kente, Trabzon’a geldiğimizde pikap ve plaklarla karşılaştık. Artık, yurdun çeşitli yörelerinin türkü ve şarkılarını biraz daha özgürce dinleme, seçebilme şansımız vardı. Âşık Veysel, Ruhi Su, Barış Manço, Cem Karaca, Zeki Müren, Bedia Akartürk, Sadık Karadeniz, Erkan Ocaklı, Kâtip Şadi ve daha birçok yeni sesler. Cemile Cevher’den sonra bizi, yani Trabzon halkını en çok etkileyen Erkan Ocaklı olmuştur. O da sazla bizim türküleri seslendiriyordu. Her evde onun plakları çalınıyor, Tara saçuni tara ve Eminem türküsü “bizimkilerin” dilinde dolanıyordu. Üstelik Emine’sini kaybeden Ocaklı için tüm Trabzonlu kadınlar türküyü her dinlediklerinde ağlıyorlardı. Türküleri doğaçlama kurma ve dinlemeye alışık bir halk için yeni, heyecan verici bir dönemdi, o yıllar.
Şimdi belleğimde kimler var diye düşündüğümde, aklıma gelenler: Cemile Cevher, Erkan Ocaklı, Süreyya Davulcuoğlu, son zamanlarda Volkan Konak, İbrahim Can ve Fuat Saka, Kazım Koyuncu. Çalıp söyleyen kemençecilere gelince: Hüseyin Dilaver (taş plaklardan kopya kasetini bulmuştum), Fahrettin Dilaver, Bahattin Çamur, Hasan Tunç, Kâtip Şadi, Hüseyin Köse, Yusuf Cemal Keskin; kavalda: erken yaşta bir trafik kazasına kurban giden Sadık Karadeniz ve son yıllarda Kerim Aydın, geleneğe sadık kalan, iz bırakanlardır.
Cemile Cevher, TRT sanatçısı olarak ilk yıllarında Hasan Sözeri ve Hasan Tunç adlı kemençecilerle söyledi türkülerini. Bunda Muzaffer Sarısözen gibi bir halkbilimcinin önemli etkisi vardır. Sarısözen, tüm Anadolu’yu (Trabzon’u iki defa), hapishaneleri karış karış gezerek on bine yakın türkü derlemiş ve Türk kültürüne, Cumhuriyet tarihinde hiç kimsenin bulunamayacağı bir katkı sunmuştur. Muzaffer Sarısözen her kente heykelinin dikilmesini hak eden ender kültür adamlarımızdandır.
Erzurum ve Trabzon Radyosu’nda Yurttan Sesler’in yanı sıra mahalli sanatçılar adı altında aynı kemençecilerin solo programlarını dinlerdik. O da haftada, ayda bir. Her nedense Türk kültür araştırmacıları ve TRT, uzun yıllar Karadeniz kemençesini ulusal bir müzik çalgısı olarak tanımadı. Hele yöresel kavalımızı ve tulumu hiç duyamadık radyolarımızdan. Saz ve bağlama türü çalgılar ve çalgıcılar TRT orkestralarında sayısal bir çoğunlukken, kemençe ve kemençeci, eğer bir Karadeniz türküsü söylenmeyecekse yer almıyordu. Yorumculara gelince; Cemile Cevher, Süreyya Davulcuoğlu, İbrahim Can, yani bir elin parmağı değil. Son yıllarda Karadeniz türküleri okumaya “çalışanlar” ise ayrı bir saygısızlık ve ucuzluk örnekleridirler. Zaten, notaya alınırken TRT tarafından sözleri ve otantik özellikleri ehlileştirilen Karadeniz türküleri, gülünçleştirilip, sıradan okuyucuların yorumuna terk edilmişti. TRT’nin bu politikası sayesinde, Türk Halk Müziği’nin lokomotif çalgısı olarak kabul ettirilmeye çalışılan saz ve bağlama, Trabzon dâhil Karadeniz’in tüm illerine yayılmış, türkülerimiz kemençe yerine “yabancı” çalgılarla çalınmaya başlanmıştı. Bu satırların yazarı olan ben dahi, yıllar sonra bir bağlama satın alıp, iyi kötü çalar hale geldim. Oysa 20.yüzyılın ilk yarısına kadar bağlama ve saz, kent içinde yaşayanlar dışında hiç tanınmayan bir çalgıydı. Sözde, çok sesli müziği (aynı sesi onlarca kişinin bağırdığı) halkımıza sevdirmeye çalışan TRT, yakın zamana kadar, tek sesliliği dayatmanın yanı sıra polifonik bir çalgı olan kemençeyi yıllardır görmezden gelmekte, susturmaya çalışmaktaydı.
1995 yılında Cemile Cevher’le tanışmak ve söyleşide bulunmak üzere, küçük teybimle Ayşe Kadın semtindeki evine gittiğimde aklımda yine babaannem vardı. 1992’de kaybetmiştik dağların anasını. Eğer yaşasaydı, işlediği “günahların” müsebbibiyle tanıştırırdım onu.
Evine girdiğimde, karşımda yetmiş yaşlarında bir Trabzon kadını duruyordu. Daha önce televizyon programlarından ve birkaç Trabzonlu geceden biliyordum simasını; ama hiç bu kadar yakın durmamıştım ona. Ablasıyla birlikte, kendisine ait bir dairede oturuyordu. Kaloriferleri yanmıyor, katalitik denen tüp gazlı bir sobayla ısınıyorlardı. Ev soğuktu ve her iki kardeş battaniyelerine sarılmış oturuyorlardı. Emekli maaşıyla geçinmeye çalışan bu dev ses, soracağım soruları merakla beklerken, küçük teybimi ses kaydı için hazırlıyordum. Önceden soru hazırlamaya gerek duymamıştım. Doğaçlama, kendiliğinden bir sohbet olsun istiyordum, tıpkı köydeki ninelerimle konuştuğum gibi. Öyle de oldu; fazla soru sormama gerek kalmadan tüm yaşamını özetleyivermişti.
Eve döndüğümde, kasetteki söyleşiyi kâğıda döktüm; metinlerden on-on beş soru daha çıkardım bir dahaki seferde sormak için. Ancak bir türlü kısmet olmadı.
20 Mart 2000’de Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda düzenlenen, 50. Sanat Yılında Cemile Cevher’e Saygı Konseri onu ne kadar mutlu etmiştir bilmiyorum; ancak Süleyman Şenel’in hazırladığı ve Anadolu Sanat Yayınları’nın yayımladığı, Cemile Cevher kitapçığı elime geçince çok mutlu oldum. Süleyman Şenel onunla konuşmuş ve yaşamını ayrıntılı olarak kaleme almıştı. Sanırım daha kapsamlı bir çalışma hazırlığı yapılmış ve yayınlanmayı bekliyor.
Cemile Cevher’in ruhumuza işleyen, yüreğimizi titreten sesi, sanki dağlarımızdan, derelerimizden yansılanan sevgi dolu çağıltılardı. O, aynı zamanda haksızlıklara müdahale eden biriydi. Her ne kadar asıl sormak istediğim soruları soramadıysam da, gazete sütunlarında rastladığım bir anısı, birçok günümüz sanatçısına ders niteliğindedir.
Radikal 2’nin, 10 Eylül 2000 tarihli, Rahmi Batur imzalı “Kürtçe söyleyen en önemli kadın seslerinden Ayşe Şan’ın iki kaseti çıktı” haberinde, Cemile Cevher’den söz ediliyordu. Haberde, dönemin ünlü müzik yapımcısı Mahmut Tezcan’ın, Ayşe Şan’ın plak yapmasını zorbalıkla engellemesi ve Cemile Cevher’in olaya müdahalesini okuyunca pek şaşırmadım. Haber aynen şöyle: “Mahmut Tezcan ve eşi Yıldız Tezcan’ın da Bayşu’larda misafir olduğu bir akşam, Nail Bayşu benden türkü okumamı istedi, okudum. Sesimi ve türkülerimi çok beğendiler. Mahmut Tezcan beni evlerine davet etti. Gittim ve bir kâbusun içine yuvarlandım. Mahmut Tezcan beni zorla alıkoydu. Karısına da, ‘bunu bırakmaya kalkarsan seni boşarım’ dedi. Yıldız Tezcan’ı piyasaya yeni sürmüş, ona rakip olmamı istemiyordu. Hâlbuki ona rakip olamazdım zaten. Çünkü ayrı mecralardaydık. Ben halk müziği, Yıldız hanım ise sanat müziği ile ilgiliydi. Elma armut gibi bir şey, ama gel de anlat… İki ay tutsak kaldım. Sonra hizmetçilerine para ve Suriye malı kaçak eşya vaadinde bulunarak beni kurtarmasını sağladım…”
Tutsaklığı bitse bile Mahmut Tezcan’ın gazabı onu kovalamaya devam etmiş… Plak için nereye başvursa olumsuz cevap almış. Bu dönemde plak piyasasında nufüz sahibi olan Tezcan, diğer plakçıları tehdit ederek ona plak yapmamalarını söylemiş. Sonraları saz ustası Adnan Türközü ve Devlet Konservatuarları Halk Müziği arşiv şefi Sadi Yaver Ataman’la tanışıyor. Ataman ona “Gel sende bulunan eserleri kaydedelim” diyor ama Tezcan’ın gazabı oraya da uzanıyor… Bunları anlatırken bile hala korkuyordu: “Bunları yazmanız başıma bir iş açmaz mı? O adam çok güçlü etrafı geniş!..” Sonunda bir çay bahçesinde sahne almayı başarıyor. Burada çalıştığı bir yıl hayatında dönüm noktası oluyor. Onu dinlemek için gelenler çay bahçesini dolduruyor her akşam: “Şarklı bir kız gelmiş sesi çok güzel türküleri değişik…” diyerek ünlü sanatçılar bile beni dinlemeye geliyordu.
Onu dinlemeye gelenlerden biri de Ali Ekber Çiçek’in eşi ve dönemin ünlü türkücüsü Cemile Cevher Çiçek’tir. Cemile Cevher, Mahmut Tezcan’ın yaptıklarını duyunca ona yardım ediyor. Sirkeci’de Albert Meşulan adlı yahudi bir plakçıya götürüyor. Meşulan, onu dinler dinlemez “Bu sesi arıyordum” der ve kısa bir süre sonra (1963) Ayşe Şan’ın ilk plağı çıkmış olur. Bu plakta ikisi Türkçe ikisi de Kürtçe dört eser yer alır.
Şaşırmayın; Cemile Cevher yalnızca Karadeniz’in değil, Türk halkının ve tüm halkların sanatçısı, sesimizin ulusu, ulusumuzun sesidir. O, yaşarken başkalarının omuzlarına basmayı hiçbir zaman aklına getirmeyen bir emekçi, ninelerimizin, analarımızın yüreklerinde seslendiremedikleri Cevher’di.
Şimdi sözü kendisine bırakalım:
(Aralık 1995 tarihli söyleşi):
– Cemile hanım, merhaba.
– Merhaba.
– Şimdi sizinle uzun bir söyleşi yapacağız. Biliyoruz ki siz Trabzon’un yetiştirdiği ilk kadın radyo sanatçısı ve halk ozanısınız. İlk önce olayın kaynağına inelim; ne dersiniz?
– Trabzonlular halk ozanı olduğumu biliyorlar mı?
– Yeni kuşak belki bilmez ama eskilerin gönlünde yer aldığınızı biliyorum.
– Teşekkür ederim.
Ailem orta halli bir aileydi. Çok zengindik desem, değildik. Beş kız kardeştik ve babamız çalışıyordu. Babamın mesleği doğramacılık, yani marangozluktu. Ben 1926 yılında Maçka’nın Ziganoy köyünde doğdum. Annemin köyde toprağı olduğu için yazları köye gidip fındık toplarmışlar. O nedenle doğumum yazın köyde olmuş. Herhalde köyde doğmam ve köy sevgisi, türküleri bana sevdirdi.Köyde doğdum, şehirde büyüdüm. Biz beş kız kardeş, beşimizin de sesi güzeldir. Erkek kardeşimiz yok. Annem babam Rusya’da evlendiler. Oradan gelip Trabzon’a yerleştiler. Annem Batum’a Ziganoy’dan gidiyor. Kurtuluş Savaşı sırasında kardeşleri, babası ölüyorlar ve yedi yaşında yetim kalıyor. Amcası Batum’da olduğu için onların yanına gidiyor. Babam da Sıvas Zara’dan Batum’a giden bir ailenin oğluymuş. Amcamın çocuğu olmadığı için annemi evlat edinmiş ve büyütmüş. Orada annem ve babam evleniyorlar. Döndüklerinde babam memleketine hiç gitmiyor ve Trabzon’a yerleşiyorlar.
– Rusça bilir miydiler?
– Ana lisanı gibi bilirdi babam, Rusça, Gürcüce tercümanlık yapardı. On yaşında gitmiş ve dönene kadar on beş yıl kalmış orada.
– Kaç yılında döndüler Trabzon’a?
– Vallahi yılı hatırlayamayacağım. En büyük ablam Makbule ve Hayriye ikisi orada doğdular. Mediha ablam, ben ve küçük kardeşim Fadime Trabzon’da doğduk. Ama Bolşevik yönetim içinde beş yıl kalmışlar. Daha sonra dönmek isteyenlere izin vermişler. Onlar da kalkıp gelmişler. Demek ki 1923–1924 yıllarıydı.
– Türküye yakınlığınız çocukluğunuzda duyduğunuz türkülerden mi kaynaklanıyordu?
– Köyde doğmamdan herhalde. Köyde doğduğum için göbeğimi orada kesip toprağa gömdüler. Şehir şarkıları da okuyordum ama köy türkülerine karşı büyük bir sevgim vardı. Bayılıyordum o türkülere.
– O zamanlarda etkilendiğiniz kemençeciler, ozanlar var mıydı?
– Hüseyin Dilaver, Rizeli Sadık Ayrancıoğlu, Hasan Sözeri vardı. Yıllar sonra Hüseyin Dilaver, Ankara’da Trabzon’un kurtuluşu için düzenlenen bir gecede bana kemençe çaldı. Bu benim için unutulmaz bir andır.
– Kimler yönlendirdi sizi?
– Sesim güzeldi. Bir komşumuz ve ahbabımız vardı, Karslıydı. Beş-altı yaşlarındaydım, oku da seni bir dinleyeyim dedi. Dinledi ve bu kız meşhur olacak dedi. Trabzon nerde, meşhurluk nerde? Biliyorsun mutaassıp bir çevrede yaşıyoruz. İki defa sokağa çıksan arkandan bin türlü laf ederler, Trabzonlular duysunlar.. Daha sonra büyüdük, genç kız olduk. Bu arada elime iki tane deynek geçse keman yapıyordum, bir süpürge geçse saz yapıyordum. Annemden de iyi dayak yiyordum. O arada tangoya heveslendim. On yaşlarındaydım.
– Demek o zamanlar evinizde radyo vardı?
– Şimdi dur, radyo vardı, sonra anlatacağım. Ben tango okudukça annem, bırakın şu gavurcayı, niye okuyorsunuz onları, deyip dayağı atıp kapı dışarı atardı beni.
– Eğitiminiz var mıydı?
– Ben tutuk bir çocuktum. Trabzon’da ilkokula başlamıştım. Birinci sınıftayken öğretmen beni tam bir yıl tahtaya kaldırmadı. Bana tahtada yazı yazdırmadı. Tam okullar kapanacak beni tahtaya kaldırdı ve “Ali” yaz bakayım dedi. Tahta da tutuldum, tebeşir elimde kalakaldım ve “Ali”yi yazamadım. “Yaz diyorum sana” diye bağırıp bir tokat attı bana ve “Ali”yi yazdım. Demek ki dayaksız olmuyormuş. Ama okula devam edemedim. Günün şartları öyleydi. Annem okumama da karşı çıkmıştı. Babam daha uygar olmasına rağmen annemin dediği oldu. Anlayacağın annemin kurbanı oldum. İlkokulu daha sonra bitirip diplomamı aldım. Babam okumamı isterdi ama olmadı. O yüzden beni Trabzon’da Cümbüş Cemal denilen bir adama götürdü. Cümbüş çalar ve ders verirmiş.
– Kaç yıllarında?
– On yaşında filandım. Demek ki 1936–1940 yılları arası oluyor. Babam kolumdan tutup Cümbüş Cemal’e götürdü. İlla ki bir şey olmamı istiyordu. Babamın çok etkisi var. Cümbüş Cemal ud dersi vermek için on kuruş mu, beş kuruş mu ne istedi. Eve döndük. Babam durumu anneme anlatınca kıyamet koptu. Sen kızı çengi mi yapacaksın? diye ortalığı ayağa kaldırdı. Çünkü o zaman Trabzon’da çengi kadınlar vardı. Ama Trabzon’da kadınların birçoğu ud çalardı. İstanbul’dan kadın hocalar gelip ders verirlerdi. Annemden müsaade çıkmayınca babam da vazgeçti. Çünkü annemi hiç kırmazdı.Neyse, İstanbul’a göç ediyoruz. Sene 1946. Ablamlar Heybeliada’da ev tutmuşlar. Biz de oraya geldik ve eve yerleştik. Bir gün ablam İstanbul’a indi. Ben de evde yalnızdım. Mutfakta şarkı okuyorum, tango okuyorum, türkü okuyorum. Münir Nurettin’den, Sadettin Kaynak’tan okuyorum. Ev sahibimiz de Cennet Hanım. Sesimi duyan Cennet Hanım “Makbule hanım” diye yukarıdan sesleniyor. Beni ümit etmiyor. Çünkü ablamın da sesi güzel. Cam açıktı ve ona ablam evde yok dedim. Bana “Sen miydin o şarkıları okuyan?” dedi. “Kız senin ne güzel sesin var” dedi. Meğerse o da eski hanendelerden Cennet hanımmış. Ud çalarmış. Kadın notis kadın. “Gel sana günde bir saat ders vereyim” dedi. O sıralarda İstanbul radyosu açılacaktı. Yıl 1949. Beni İstanbul radyosuna sokmak istedi. Ablam geldi, eniştem geldi. Razı olmadılar. Yani bizim duvar bir türlü yıkılmıyor. O arada Cihangir’de bir ev bulduk. Zehra Bilir’in de hayde hayde zamanları. Trabzon’a da gidip geliyoruz. Cihangir’e yerleştik. Bir kapıcımız vardı, Selim Efendi. Sadettin Kaynak da bizim komşumuzmuş. Sıraselviler’de oturuyor, Kaynak Apartmanı’nda. Sadettin Kaynak o zaman film müziği yapıyor, koro halinde, tek filan. Eleman arıyor. Ramazandı ve bizim kapıcı Selim Efendi de Saadettin Kaynak’ın evine teravi namazına gidiyor. Tanışıyorlar. Bu arada ben yine evde şarkılar, türküler söylüyorum ve bütün mahalle beni duyuyor. Adımı da Cihangir Bülbülü koymuş mahalleli. Balkona, mutfağa çıktığımda eğer türkü, şarkı söylüyorsam, bakıyorum karşıki apartmanlarda sıralanmış beni dinliyorlar. Komşularımızdan biri de Samim Var’dı. Ünlü futbolcu.
Bir gün evde ma aile oturup, radyodan Zehra Bilir’i dinliyorduk. Rahmetli eniştem de vardı. Biz ona çok saygı duyuyorduk. Babamız gibiydi. Hepimiz Zehra Bilir hayranıydık. Türküleri bitince rahmetli eniştem bana dönüp “Bak kızım, eğer Zehra Bilir gibi sadece radyoda okuyacaksan sana izin veriyorum, ama sahneye çıkarım dersen izin yok” dedi. Eniştem izin verince, daha önce seni Sadettin Kaynak’a götüreyim diyen Salim Efendi, hemen randevu alıp beni ona götürdü. İşte bana sebep olan iki kişi var; birisi rahmetli eniştem, diğeri kapıcımız Salim Efendi.
Neyse. Sadettin Kaynak’a gittik. Ben evin girişinde oturuyordum. İçeride Alaadin Yavaşça, Saime Sinan, Tülin Korman, Sadettin Kaynak meşk ediyorlardı. Beni içeriye almadılar. Sadettin Kaynak Rizelidir. Kaynakzadeler’den. Söyledikleri şarkı da “Ruhuma gecenin matemi doğdu”, onu geçiyorlar. Ben de dinliyorum. Neyse, dağılıp gittiler. Sadettin Kaynak odadan çıktı ve beni gördü. Salim beye “Kim bu?” diye sert bir edayla sordu. Gülfiye dedi ki “Hani bir Cemile vardı ya, Salim Efendi söylemişti sana. O işte.” “Ha bu mudur, gelsin içeri”, dedi. Rizeli aksanıyla konuşuyordu. Sert görünümlüydü ama tipik Karadeniz insanıydı. Sevimli, şakacı bir insandı. Ben odasına girdim, ama korkuyordum, bilmiyordum ne olacak. Birden “Bak”, dedi, “ kızım, bu meslekte utanmak olmaz.” Ama yüzüme hiç bakmıyor. “Şimdi bana içinden ne geçiyorsa oku bakalım”, dedi. Ben de “Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap”, iki Türk Sanat Müziği şarkısı okudum. Yine yüzüme bakmadı. Şarkıları bitirdim. “Bak kızım”, dedi, “bunları okuyanlar çok var. Sen memleketinden türküler bilmiyor musun?” diye sordu. Yine yüzüme bakmıyor. “Biliyorum”, dedim. “Oku bakalım”, dedi. İki Trabzon türküsü okudum: Dirvana ve Oy kemençe kemençe. Tamam, dedi. İşte bu. “Ben” dedi, “Safiye Ayla’ya Karadeniz türküsü okuturken funduk dedirtemedim, finduk diyor. Bak sen ne güzel diyorsun”, dedi. “Şimdi bırak öteki şarkıları, sen kendi türkülerini söyle, onlar sana altın bilezik olacak”. Dediği de çıktı sonunda.
Bir gün beni evine çağırdı (Sadettin Kaynak). Evine gittim. Colombia şirketinin rejisörü Jak diye bir kişi de oradaydı. Yanında da tanımadığım bir başka kadın. O kadının sesini hocaya dinletmek için getirmişler. Kadın bir türkü okudu ve hoca onun sesini beğendi. Daha sonra bana dönüp, “Şimdi kızımızı dinleyelim”, dedi. Meğer ikimizin arasında tercih yapacakmış rejisör. Beni dinledikten sonra – ben Karadeniz türküsü okudum- Jak Efendi Sadettin hocaya dönüp “Ben bu türküyü istiyorum”, dedi. Yanındaki kadına ayıp olmasın diye öyle söyledi. Ertesi gün beni yeniden çağırıp on beş senelik kontrat imzalattılar. Ama daha sonra başka birini buldular. O yüzden benim kontrat iptal oldu.
– Radyo serüveninizi anlatır mısınız?
– Yıl 1954. Sadettin Kaynak bana bir mektup vererek İstanbul Radyosu’na gönderdi. Cumhuriyet Bayramı’ydı. Mektupla radyoya gittim. Cevdet Çağla ile görüştüm. Meğer daha önceden Saadettin Kaynak benden ona bahsetmiş. Bana ilk sorusu “Sen o kız mısın?” oldu. Hemen Hasan Sözeri’yi çağırdı. Küçük bir stüdyoya girdik. Hasan Sözeri Karadenizden Sesler’in yöneticisi. Stüdyo ünlü doluydu; Hakkı Derman, Şerif İçli, Sadi Işılay, Mefaret Yıldırım, Nadir Çulha, Azize Tözem, hepsi içerde. Hasan Sözeri kemençe çalmaya başladı, ama ben heyecana kapıldım. Çünkü bütün ünlüler oradaydı. Oy kemençe kemençe türküsünü okudum. Heyecandan yaptığım yanlışları Hasan Sözeri kemençesiyle örtpas etti ve hiç kimse türkünün yanlış olduğunu anlamadı. Beni beğendiler ve radyoya girmiş oldum. Hemen ertesi gün Türküler Geçiti’nde okumam için çağırdılar ve ilk canlı yayında aynı türküyü okudum.
– Türküler Geçiti’nde kimler vardı?
– Bayram Aracı, Şemsi Yatsıman, Cemil Conkat, Cemile Cevher, Hasan Sözeri, Azize Tözem, birlikte program yaptık. Beni rahmetli sunucu Baki Suda Edipoğlu sunmuştu. İlk türkümde başarılı olmuş ve Hasan Sözeri’nin korosuna girmiş oldum.
– Hasan Sözeri’nin korosunda sadece Karadeniz türküleri mi okunurdu? Başka kimler vardı?
– Karadeniz türküleri okunurdu. Hocam Azize Tözem ve Hamiyet Duygulu vardı koroda. 1954’te Muzaffer Sarısözen İstanbul Radyosu’nda Yurttan Sesler’i kurdu. Sarısözen’in İstanbul’a geleceği sırada benim programım var. Sarısözen Yurttan Sesler’e sanatçı almak için bütün sesleri dinlemeye gelmiş. Radyoya geldiğinde liste istemiş. Herhalde vakti yoktu dinlemeye. Listeden seçmeye başlamış, ama benim adımı çizmiş. İşini bitirdikten sonra radyodan çıkmış, taksiye binip gidiyormuş. Şoför radyoyu açmış ve o sırada ben türkü söylüyorum. Sesimi duyunca hemen geri dönmesini söylemiş ve doğru yukarı çıkmış. Listeyi yeniden istemiş ve beni Yurttan Sesler’e yazmış. Ama sınava girmem gerekiyor. Bir süre sonra Yurttan Sesler kurulmuş, ben içinde yokum. Ben de doğruca Sarısözen’e gittim. Neden alınmadığımı soracağım. Beni Nevzat Atlığ’a gönderdi. Nevzat Atlığ bir yanlışlık olduğunu söyleyip, Yurttan Sesler’e girmemi onayladı ve ertesi gün hemen programa çıkmamı söyledi. Ama tam da 6–7 Eylül olaylarının olduğu zamana rastladı ve biz de Beyoğlu’nda oturuyoruz. Bütün dükkânlar talan edilmiş. Korktum, sokağa çıkamadım. Ertesi gün Sıraselviler’den dolanarak radyoya gittim. Sarısözen ve ekip programa başlamıştı ve ben orada koroya girdim. Sarısözen’in tavsiyesiyle sesime giden başka yörelerini de okumaya başladım. Mesela, hicaz, saba, segâh makamı sesime gider. Türküde saba makamı kalenderdir, hicaz makamı gariptir. Yani kalender ayağı ya da garip ayağı türküler okudum.
Benim asıl soyadım İnaner’dir. Ailemize de Gençoğulları derlerdi. Sadettin Kaynak beni radyoya göndereceği sırada soyadımı değiştirerek Cevher yaptı. Mektubunda adımı Cemile Cevher olarak yazmıştı.
– Sadettin Kaynak’tan hep sevgiyle söz ediyorsunuz.
– Sadettin Kaynak bir gün “Muhabbet bağına girdim bu gece” şarkısını okumamı istedi. Ben utandım. Çünkü iki sevgili arasında geçen bir aşkı anlatıyor sanıyordum. Bunun üzerine şarkının sözlerini bana şöyle açıkladı: Muhabbet bağına girdim bu gece “cennettir” dedi. Açılmış gülleri derdim bu gece “cennetin gülleridir” dedi, koklarsın. Vuslatın çağına erdim bu gece “Allahla vuslat ediyorsun, ona yaklaşıyorsun” dedi. Muhabbet doyulmaz bir pınar imiş “muhabbetten Muhammed doğar” dedi. Meğer bu sözler ilahiymiş. Karacaoğlanın bu deyişi ilahiymiş. Örneğin derlediğim bir türkü var, o da ilahidir:
“Gönül gel seninle muhabbet edelim
Araya kimseyi alma sevdiğim
Ya benim kimim var kime yalvarayım
Kaldır kalbindeki karayı gönül”
Mesela Sarısözen’in derlediği “Gafil gezme şaşkın” da ilahidir. Bunu herkes bilmez. Bugün iki türkü söyleyen türkücü oluyor. Ben kırk altı senemi verdim, hala kendimi bir basamak çıktım saymıyorum.
– Radyoda müzik eğitimi aldınız mı?
– İlk nota derslerini bestekâr Zeki Duygulu beyden aldım.
– Biz sizin derlemeler yaptığınızı biliyoruz. Bunlar hangi yörelerdendi?
– Derlemelerim var. Bunun için diyar diyar dolaşmadım. Bunun yerine İstanbul’da kapıcıları dolaştım. Elimde bir cura, kapı kapı dolaştım. O zaman teyp yoktu. Söylenen türküleri anında çalıp notaya alıyordum. Mesela Karslı Aşık Naim Yıldırım’dan derlemelerim böyledir.
– Derlemeleriniz hangileridir?
– Dirvana, Oy Kemençe Kemençe, Sen Bu Yaylaları Yaylayamazsın, Sabahtan Kalkar Kızlar, Oy Fadimem Niçun Niçun, Derule (Nida Tüfekçi notaya aldı).
Bu Derule türküsü yüzünden Barış Manço’yla mahkemelik olduk. Benim türkümü kendi derlemesi diye kullanmıştı. Bu nedenle kendisini dava ettim. Ancak mahkemeye gidemediğim için sonuç alamadım.
– Cemile hanım, sizin şiire yatkınlığınızı biliyorum. Biraz da bu serüveni anlatır mısınız?
– Bunun da kaynağı köyümdür. Daha çocukken düğünlerde, derneklerde atma türküler, atışmalar yapardık. Bir gün babam bana bir gazetede yayımlanmış bir şiir getirdi. Şiirde Zigana Dağı çete ve haydut yuvası olarak işleniyor ve kötüleniyordu. Babam da bana bir karşılık yazmam için getirmişti şiiri. Ben de yazdım ve şiirimi önceki yazara ulaştırmış. O da beni merak etmiş ve çağırmış. Adı da Aziz Aktulga. Beni övdü ve babama beni okutması için telkinde bulundu. Radyoya başlayınca şiirle aram açıldı. Emekli olduktan sonra yeniden şiir yazmaya başladım. İki de ödülüm var.
– Hiç konser ya da turneleriniz oldu mu?
– İki defa yurt dışı turnemiz oldu. Organizatör Hüseyin Oylum. Sevim Tanürek, Şadan Adanalı ile Almanya ve Hollanda’da konserlerimiz oldu. Ayrıca Hacı Bektaş Şenlikleri’ne bir-iki defa Âşık Bacı olarak katıldım, saz çalarak demeler okudum. Hacı Bektaş’ta Âşık Bacı olarak çalıp söylemem o zamanlar büyük yankı uyandırdı. Hatta Almanya konserinin birinde konser çıkışında bir kişi etrafımda üç kez döndü. Meğer beni artık kendilerinden saydıkları için etrafımda Samah yapmış, saygısını sunmuş.
– Karadeniz’de konserleriniz olmadı mı?
– Trabzonlular ve Karadenizliler beni hiç çağırmadı. Cemile Cevher diye bir sanatçıları var mı, yok mu bilmediler. O nedenle ben onlara küsüm. Daha çok Karadeniz dışında yaşayan hemşerilerim bana sahip çıktı. Trabzonluların bu ilgisizliğine henüz bir anlam vermiş değilim.
– Onlara bir mesajınız var mı?
Ben onlara küsüm, dargınım. Artık ne yapsalar benim gönlümü alamazlar. Ne aradılar ne de sordular beni.
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.