Roman Kahramanları
Rumeli’nin Anası: Gülsüm Ana, Beylerin Beyi: Ali Bey
-
Rumeli’nin Anası: Gülsüm Ana, Beylerin Beyi: Ali Bey
Rumeli’nin Anası: Gülsüm Ana / Beylerin Beyi: Ali Bey*
Makale Yazarı: Hülya Argunşah
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI dergisinin Ekim/Aralık 2012 tarihli 12. sayısında yayımlanmıştır.
“Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan
Bizim diyar olarak kaldı kıyamete dek”
Yahya Kemal BeyatlıVatan için canını feda etmiş İttihatçı Rıfat Bey’in anasıdır Gülsüm Ana… Pembe’nin, Asiye’nin ve Kerime’nin de… Sonra Mürvet’in, Seher’in ve Ahmet’in ninesi… Koca Ali Bey’in karısı… Konuklarına yufkalar açan, samsa tatlıları döken, açları doyuran, yoluna çıkanlara çil çil altınlar saçan kadın…
Bütün ‘Rumeli’nin anasıdır o’… ‘Beylerin Beyi’ Ali Bey, böyle der ona. Koca sofaları ince nakışlı halılarla döşeli konağın hanımı, veren eli Gülsüm Hanım. Paşalar soyundan gelen asil kadın. Asaletini Beşiktaş’taki tekkenin zoraki sığınılmış odalarında, parlak geçmişten arta kalmış insan ve eşyanın arasında hâlce sürdürebilen. Usturumca’dan İstanbul’a uzanan çetin yolun yolcusu. Yazarın Rakofça kırlarından Usturumca’ya, Üsküp’ten Selanik’e, oradan taa İzmir’e, İstanbul’a kadar geniş bir coğrafyayı gösteren gözü. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan Lozan Antlaşması’na kadar olan zamanın yazılmamış tarihini kendinde toplayabilen kadını. ‘Eski vatan’ın sahibesi. Yeni vatanın, hizmetçilik eden, ‘sokak süpüren’ soylu kızlarının anası. Torunlara yeni alınmış takunyaların sesinde parlak geçmişin altın sırma elbiselerini, işlemeli çarıklarını hatırlayan kadını. Ve dahi Bizim Diyar’ın temel direği… Osmanlı’nın Balkanlardan çekilişinin bütün macerasını yüklenebilen sembol kişisi…
Bizim Diyar, yazarının sonraki yıllarda da süren yazma macerasının işaretlerini taşıyan neredeyse bir ilk roman(1) ve 1978 tarihini taşımaktadır. Tarihin başka yöne doğru akacağı bir zamanda, geniş bir ailenin merkezine yerleştirilmiş bir kadınının hikâyesini taşır okuyucusunun karşısına. Tarihin dönüm noktalarında kadınların duruşunu anlatan bir kadın yazar olarak Sevinç Çokum, bu romanını Gülsüm Ana etrafına kurmuştur. Gülsüm Ana Bizim Diyar’ın temel kişisi, yazarının sonraki eserlerinde başka zaman ve olayların içinde değiştirerek sürdüreceği kadınının prototipidir. Ağustos Başağı’nda, “Rozalya Ana”da, “Lacivert Taşı”nda hep böylesi güçlü kadınlar ülkeyi, insanı, aileyi kısacası dağılanı toplarlar. Yeniden doğuşun tohumlarını ve sırlarını ruhlarında taşıyan kadınlardır onlar…
“Bizim Diyar elden gitti mi?”
“Bizim Diyar”, 19. yüzyıldan kırık dökük çıkan Osmanlı’nın yeni yüzyıldaki ilk mühim faciası, çöküşün artık somut olarak görülmeye başladığı Balkan yenilgisinin konu edildiği romandır. Romanın merkezinde Balkanlar, Balkan Savaşları ve Balkan yenilgisi yer alır; ancak yazar, bu tarihsel olayın bir sonuç değil bir başlangıç olduğunu vurgulamak istercesine eserin zamanını daha geniş tutar. Roman Balkanlarda başlayan kaynaşmanın uzantılarını, İstiklal Savaşı’nın sonlarına kadar olan zaman ve içindeki olaylarda görür ve gösterir; çünkü 20. yüzyılı dünya tarihinin en kanlı yüzyılı yapan olayların birinci perdesi, bu ilk çeyrekte ve büyük Osmanlı coğrafyasında yaşanmıştır. Bu geniş coğrafyanın her yanından İstanbul’a gelen haberler, kanamanın her tarafta birden olduğunu düşündürmektedir; ancak Balkan Savaşları da bir başlangıç değil Osmanlı’daki daralmanın dönüm noktalarından sadece biridir. Bunun için de Osmanlı-Rus Savaşları’na kadar gönderme yapılır ve bu çöküşte Panslavizmin etkisinin altı çizilir.Bizim Diyar tarihsel bir zamanla ilgili romandır. Büyük bir imparatorluğun, Osmanlı’nın çöküşü romanın tarihsel izleklerinden biridir. Bu çöküş, merkezine İstanbul’u alan pek çok romanın aksine, Balkan topraklarında yaşananlar üzerinden anlatılır. Usturumca’da yaşayan büyük konak sahibi Ali Bey ve ailesinin yaşadıkları, düşündükleri, tanık oldukları Osmanlı’nın Balkanlardan çekiliş macerasının iz düşümleridir. Genel anlamıyla büyük bir ailenin romanıdır Bizim Diyar. ‘Rumeli’nin anası Gülsüm Ana’yla ‘Beyler Beyi Ali Bey’in ailesinin romanı…
Osmanlı’nın hevesle gittiği, güzelliklerine hayran olarak dönmemek üzere yerleştiği ve büyük bir medeniyet oluşturduğu Balkanlar’dan Anadolu’ya geri çekilişin derinden yaraladığı, bölüp parçaladığı, koparıp savurduğu birçok aileden biridir bu aile. Çocuklar, gelinler, damatlar, dünürler, dayılar ve teyzelerle, seyisler ve kâhyalarla kalabalık, büyük bir aile… Bizim Diyar bu sebeple ihtimamla kurulmuş ağlar içerisinde kalabalık bir şahıs kadrosuyla ilerler. Kimi ait olunan coğrafyanın zamana bakışını, siyasal çeşitliliğini, kimi Osmanlı karşıtı milliyetçilikleri, kimi de insan hayatının tabii seyrinin yansımalarını taşır romana… Balkan coğrafyasının birçok yerinden, 20. yüzyıl başında bu coğrafyada varlığı hissedilen fikrî, siyasî hatta moda yönelişlerinden bu kalabalık sayesinde haberdar olunur. Yazar her bir sosyal alandan getirdiği kişisiyle okuyucusunun zihninde genel bir manzara çizer. Böylece Osmanlı coğrafyasında olup bitenlerin insanlar üzerinden anlatımını sağlar.
“Ben yıkılmaz bir dağ idim, şimdi tükendim.”
Bir roman yazarı olarak yazarı ilgilendiren de tarihin kırılmaya uğradığı, devletlerin battığı, devletlerin doğduğu, siyasî haritaların değişikliğe uğradığı zamanlarda insanların, hele de kadınların ne yaptıklarıdır; çünkü kadınlar kitapların kaydettiği tarihlerin arka planında olup bitenlerden, sürüp gidenlerden birinci derecede haberdardırlar ve birinci derecede etkilenirler. Bunun için kadınlar tarihin diğer cephesinin, içinde ‘asıl insan’ın yaşadığı tarafın, yaşanmış; ama yazılamamış tarafın kahramanıdırlar. Cephede süren mücadeleye rağmen cephe gerisinde devam etmesi gereken, üstelik bambaşka silahlara ihtiyaç gösteren bir hayat vardır. Doğan çocuklar yetimlikleri hissettirilmeden büyümeli, serpilen genç kızlar evlendirilmeli, gelinlerin üstüne titrenmeli, yeniden buluşuncaya kadar emanetlere sahip çıkılmalıdır. Geride kalanlar hayatı bütün boyutlarıyla sürdürmek hatta yeniden doğuşun tohumlarını çimlendirmek zorundadırlar. Gülsüm Ana Bizim Diyar’ın bu rolü üstlenmiş kadınıdır. Duruşuyla, derleyip toplayışıyla, devamlılığı sağlayışıyla, kuşaklar arasında kopan bağları kuruşuyla güçlü bir kadındır o.Gülsüm Ana, üzerinden savaşlar geçmiş kadındır. Savaşın bütün sevdiklerini elinden aldığı; önüne katıp yerinden yurdundan ettiği, yollara düşürdüğü bir göçmen kadındır. Hem zaman hem mekân olarak geride bıraktığı zenginliklerine hasret, Balkan coğrafyasına dağılmış çocuklarına hasret, başına taş bile dikemediği Ali Bey’ine hasret… Politika bilmez; ama oğlu Rıfat’la kocası Ali Bey arasındaki fikrî uyuşmazlığı sezgileriyle anlar ve kopacağını hissettiği bağları tutmaya çalışır; çünkü bilir ki bu, ailesinin dağılışıdır.
Ailenin dağılışı bir anlamda Osmanlı’nın dağılışıdır. Ailenin artakalanlarla, sahip olduğu bütün zenginlikleri bırakıp Balkanlardan İstanbul’a gelişi, Osmanlı’nın Balkanlardan Anadolu’ya çekilişidir. Ailenin bu sembol karakteri, hikâyesinin de bu gözle değerlendirilmesini gerektirir. Kaybedilen Balkanların acısı nasıl uzun yıllar Anadolu’yu için için ağlatırsa, olayların önüne katıp İstanbul’a getirdiği Gülsüm Ana’yı da müddetlerce ağlatır. Rıfat’la yaptığı bir iç konuşmada bu hüzünlü macerasını özetler. Artık İstanbul’da süren/sürmek zorunda olan hayata rağmen, uzaklarda kalan Balkanlar hâlâ ‘bizim diyar’dır:
“Yaz günleri bizim oralarda tükenmek üzeredir. Burada açmadadır güller. İki Alman gemisinden söz edilir. Harbe girilecekmiş denilir. Oğlum nerelerdesin? Bir gece uykumda yüreğim yarılır gibi oldu. Sanki bir yakınım can vermiş gibi acı bir tad duydum ağzımda. Biz oradayken Bulgar geldiydi oğul! Babanı şehit ettiler. Belki uykularından sıçrayıp kalkmışsındır. Rıza Hoca yol üstünde ölüverdi. Zeynep’i çekip alıverdiler elimizden. Bilmeyiz halan, ablan sağ mıdırlar? Ah oğul kış geçti, ağaçlar dirilmedi, bilir misin? Bizim o yerlere bahar gelmedi diyebilirim. Duman, ateş ve bela yağdı Rumeli’ye. Ot biter mi oğul toprakta? Tohumlar yok oldu. Rüzgâr alıp çok uzaklara savurdu. Orada yaşadığımız hayat söndü. Tapuları yanımızda getirmiştik neye yarar ki… Sonra Yunan’ın Bulgar’ın birbirine düştüğünü duyduk. Edirne kurtarıldı ya, bir sevinç girdi içimize anlatamam. Eğik başımızı kaldırdık.” (Bizim Diyar, s.257)Gülsüm Ana, bu iç konuşmasıyla nasıl sıradan insanın tarihin önünde sürülüp gidişini anlatırsa, Osmanlı’nın savaştığı bütün cephelerde dolaşan, dolaşmaktan yorulan nihayet Çanakkale cephesine gelen Rıfat da yine bir iç konuşmasında cephedeki insanın hikâyesini özetler. Böylece bir ana oğlun iç konuşmalarında cephenin gerisi ve cephe ile ilgili bilgi, tarihe müracaat etmeden bizzat içindeki insanlar üzerinden ifade edilerek bütünleştirilir:
“Anacığım, dağ, bayır, çöl ayırdı bizi. Balkanlarda yetişemedim, ne oldunuz bilemem. Yaz sonunda Edirne’ye girdik. Edirne haraptı. Edirne can çekişiyordu. Kurtardık. Sağ mısın bilmem. Şimdi karşımda gemiler… Her uyanışta mavi deniz ve gemiler… Burası Çanakkale’dir ana. Yeniden doğduk. Geceleri bir mülazım ilahiler okur, aklıma sen düşüverirsin. Nerden başlayıp anlatsam? Trablus’ta bir yara aldım kalçamdan. Zaman zaman sızlar. Ama Balkan yarası daha derin ana. Çok yıl oldu birbirimizden kopalı. Bir rüya gibi Rumeli. O bahçeler, o bağlar bir rüya. Ama Mihail bir gerçek. Bu çeteciyi bilmezsin sen. Hangi birini anlatayım? (…) Patlamalar, alevler, sessizce ölen askerler… İnleyen yaralılar… Bu bir imtihandır ana. Burada kendimizi öğreniyoruz… Telefonlar… Tayyarelerin gelip geçişi… Sudaki günün parıltılarına, gece yıldızlara bakmaya zaman yok. (…) siperler, dikenli hatlar.” (Bizim Diyar, s.258)Ana oğlun bu iç konuşmaları aslında yıllar boyunca ayrı mecralarda süren hikâyelerin bir kanalda birleşmesi gibidir. Yazar zamandaki atlamalarını da bu iç konuşmalara yükler, 1915’e kadar gelinir. Rıfat yeniden doğuşun müjdelendiği Çanakkale’de yaralanmış, üstüne üstlük tifoya yakalanmıştır. Hastaneye yetiştirilmek istenirken, İstanbul yolunda can verir. Gülsüm Ana, dilinde oğul özlemi, yüreğinde onun yaşadığına inanç, hayalinde Rumeli ve midesinde kanayıp duran yarasıyla torunu Ahmet’ten “Nine, gâvur İstanbul’u işgal etti.” haberini alıncaya kadar köşesinde sessiz yaşar. Bu haber içinde saklı duran büyük acının, nihayet bedenini aşıp dışarıya taşmasını başlatır. Gülsüm Ana tarihin içindeki yolculuğu boyunca yol kenarlarına bıraktığı sevdiklerinin yanına gider. Hayat torunlarda devam eder. Gülsüm Ana görevini tamamlamıştır. Bir rahim gibi tohumları eski vatandan yeni vatana taşımıştır; artık Gülsüm Ana’nın rolü Kerime ve Asiye ile sürdürülecektir. Romanın sonunda hayata yine kadınlarla bağlanılması bu noktada son derece anlamlıdır.
Bir rüya gibi Rumeli…
Bizim Diyar, özeli anlatırken geneli, bir aileyi anlatırken bütün bir sosyal hayatı gösterme genişliğine sahip romandır. Bir cephe gerisi romanı olduğu için de kadınları sayıca daha kalabalık ve karakterleri daha baskındır; ancak yine de romanın bir aile etrafında devam eden hikâyesinin özel tarafını Gülsüm Hanım temsil eder. Romanın sosyal olan ve bütün hayata açılan tarafı ise Ali Bey’in etrafına yerleştirilir. Gülsüm Hanım ve Ali Bey, altlarında yer alan geniş bir ilişkiler ağını birbirinden ayrı ve birbirine geçmiş şekilde kendilerinde toplarlar.Gülsüm Hanım, önce Rumeli’de sonra İstanbul’da devam eden bir hayatın merkezinde yer alır. Yola çıkışı ile vardığı nokta arasında ciddî bir farklılık vardır. Beşiktaş’taki tekkenin şadırvanı çevresinde tanıdığı Kazancı Mustafa’ya söylediği birkaç cümle, aslında bütün hayatının özetidir. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşları’ndan başlayan hikâyesini şöylece özetler:
“O harpte babamı kaybetmişim ben. Sonra Ali Bey denilen bir beye vardıydım. On sekizimde miydim? Bakma böyle değnekle dolaştığıma Daha yaşım altmışa varmadı. Lâkin dizlerimde derman kalmadı. Ali Bey’i, kardeşimi, daha birçok yakınımı bu Balkan harbinde kaybetmişiz. Bir gelinim vardı, kirpiğinin gölgesi yanağına uzanırdı. Çekip aldılar elimizden. Çiftlikler bıraktık orda, hamamlar, konaklar… Bey hanımıydım. Şimdi buracığa sığınmışız: anlatsam inanmazlar. Hem de çocuklarıma sokaklarda ‘çingeneler’ diye bağırmışlar. Bu bağıranları besleyip bakacak gücümüz vardı bizim. Saray gibiydi evlerimiz. Yabana atılmayız. Şimdi ben sana soyumuzdaki hangi paşaların adını sıralayıvereyim? Benim kardeşcağızım Haşim mühim bir zat idi. Hem muallim, ittihatçıların başı. Öyle olmasa vururlar mıydı Selanik caddelerinde. (…) Eski günler… Misafir eksik olmazdı konağımızdan. Benim gibi yufka açan yoktu Rumeli’de. Bir evceğiz bulsak, açıvereceğim yufkaları. Eski günler geri gelecek.” (Bizim Diyar, s.245-46)Bir daha o yufkaları açamaz Gülsüm Hanım, eski günler de geri gelmez. Geniş aileden arta kalanlarla, o çok yakın geçmiş sadece hatırlanabilir; çünkü Gülsüm Hanım’ın etrafında duran kızlarına ve torunlarına rağmen kalbinde kanayan bir taraf vardır: Rıfat’ı.
Rıfat ittihatçılardandır. Dayısı Haşim’in etkisiyle meşrutiyet taraftarı olmuş ve babası Ali Bey’e karşı çıkmıştır. Ali Bey Battal Gazi’yi öğreneli kendini yiğit bilen tek oğlu Rıfat’ın zabit olmasını istemez. Çünkü o, soyun devamını sağlamalıdır: “Ben göçüp gidersem şu toprağın şu mülkün başına biri gerekli,” diye düşünür. Oysa Gülsüm Ana Rıfat’a bambaşka bir hayat biçmiştir: “Zabit olup, şunca eşkıyanın hakkından gelesin ha? Osmanlı’nın ayağı kurtuldu kurtulacak Rumeli’den.”(Bizim Diyar, s.12)
Ali Bey’in sezdiği gibi emir altında durmasını bilmeyen, itaat edemeyen Rıfat, dayısı Haşim Bey’den aldığı etkilerle uzaklara gitmek ister, “Kır bir ata binip uzaklara gitmek… Bugün Üsküp’e, yarın Selanik’e, öbür gün Haşim Dayı’nın ‘Koca Asya’ dediği o yerlere…” (Bizim Diyar, s.16) Çünkü Haşim Dayı’nın yapıverdiği tahta kılıçla içine ateş düşmüştür. İster ki Haşim Dayı hep yanında olsun ve ona hürriyeti anlatsın. Onu bir daha tutmak mümkün olmaz. Rıfat bu hâliyle İttihat ve Terakki’nin dönem içindeki iz düşümlerini taşır romana. Çevresinde yer alan diğer fikirdaşları, mücadeleleri tarihsel süreci aktarmak üzere onun etrafında romana aktarılırlar. Oysa Ali Bey, Abdülhamit’e sıkı sıkıya bağlıdır. Meşrutiyet’e inanmaz. Abdülhamit tahttan indirildiğinde ve ardından Selanik’e getirildiğinde perişan olur, günlerce odasından çıkmaz, huysuzlaşır. Bütün bunların Haşim gibi meşrutiyetçiler tarafından kotarıldığını düşünür. Bunun için de Haşim’e mesafelidir. Rıfat’ın da onların arasında yer almasını kabul etmek istemez:
“- Islahat gereklidir enişte. Her şey değişiyor, yalnız biz değişmiyoruz.
– Bizim için ‘hasta adam’ derler Haşim Bey. İşte gel gör ki değişmişiz. Sarsılmış, kökleri oynamış ağacımızın.
– Öyleyse yeni bir ağaç dikelim. Öyleyse meşrutiyeti getirmeliyiz. (…)
– Sen ne söylersin? Çokları Sultanımız hakkında atıp tutar oldu. Aramıza ikilik girdi. Bir meclis açıvermekle işler düzelecek midir?” (Bizim Diyar, s.13)Osmanlı’nın güzel mekân Balkanlar’la ilgili rüyası buralarda bir yerde bozulmuş kâbusa dönüşmüştür. Bundan sonrası zamanın katı gerçekleridir.
Bizim Diyar’ın cephe gerisini Gülsüm Ana ve etrafındaki kadınlar oluştururlar. Onlar sezgileriyle davranırlar. Bildikleri, duyduklarıyla ve hissettikleriyle sınırlıdır çoğu zaman. Yazar döneminin kadın gerçeğini de bilerek onlara sosyal ve siyasal hayat konusunda yorum yaptırmaz. Onların ilgisi daha beşerî olana yöneliktir. Açlıkları doyurmak, üşüyenleri ısıtmak, doğanları büyütmek gibi… Kerime bunlar içinde istisna teşkil eder. O Meşrutiyet sonrası sosyal hayata daha katılımcı olmaya başlayan, uzun süren savaş yıllarının da etkisiyle evin dışına çıkan ve oradaki hayatın ister istemez parçası olan kadının temsilcisidir. Zihni açıktır ve erkeklerin ilgisine bırakılmış fikir hareketleri onun dikkat alanı içindedir. Bu ilgi onu ağabeyi Rıfat’a ve bu yılların hürriyet kahramanı Enver Paşa’ya bağlar; ama o bir istisnadır. Yine de Bizim Diyar’ın sonunda hizmetkâr olarak çalıştığı evin hanımıyla bu anlamda konuşurken bırakılır. O şiir yazan, çevresindeki kadınları derleyip toplayabilen, ‘hanımağa’ Gülsüm Hanım’ın başka bir plandaki devamıdır. Kerime, buraya kadar kendisine ayrılmış sınırlı bir dünya içinde varlık gösteren Türk kadınının artık sosyal hayata daha aktif olarak katılma sürecinin bir görüntüsüdür. Varlığını Gülsüm’e borçludur; ancak ondan aldıklarını ileri planda sürdürme kabiliyetine sahiptir. Gülsüm Ana’nın romanda değinilen fonksiyonlarından biri de budur: Eski kadın yeni kadını yaratmıştır.
“Seninle ayakta dururduk efendim, seninle diri dururduk…”
Bizim Diyar’ın diğer izleği savaş ve siyasal hareketlilik erkekler dünyasının meselesi olarak gelir. Orada Rıfat’ın, Haşim Dayı’nın, Ethem Enişte, Enver, Cemal ve diğerlerinin oluşturduğu cümlede, merkezde Ali Bey vardır. Onların her biri Osmanlı’nın bu yüzyılında ve Balkanlar’da var olan eğilimleri temsil ederler. İttihatçılık, itilafçılık, padişahçılık, meşrutiyetçilik, hürriyetçilik, devletin borçları; ama düşüncesizce harcamalar, silahlı mücadele ve hatta hastalık ve yaşlılık. Bütün bunlar Osmanlı’nın gerçekleri ve renkleridirler. Kadınların dünyasının çok dışında, daha sosyal ve fikrî birikim isteyen bu durum aslında onların gördükleri eğitimin de bir sonucudurlar. Romandaki erkeklerin hikâyesi Osmanlı’nın bu yıllarındaki bütün erkeklerin hikâyesiyle örtüşür biçimde yok oluşla tamamlanırlar. Romanın bütün erkekleri savaş sırasında milletin devamını kadınlara bırakarak çekilirler. Ali Bey daha Balkanlarda evinden çıkmadan önce öldürülmüştür. Haşim Dayı Selanik sokaklarında kurşunlanır, Rıfat Çanakkale cephesinde yaralanır, iyileşemez. Rıza Hoca kızı Zeynep’i çeteciler götürdükten az sonra ruhunu teslim eder. İstanbul’a ulaşabilen sadece Ethem’dir. O da gözlerini kaybetmiştir. Yanında emir eri, ailesine çok yakın olduğunun farkında olmadan İstanbul mezarlıklarında Rıfat’ın mezarını aramaktadır. Aslında trajik kimliklerden biri de odur; çünkü onunki Rıfat’ın karşısında bir varlık mücadelesidir.Fakat Bizim Diyar’ın en trajik kişisi Ali Bey’dir. Onun yanındaki Gülsüm Ana, gerek sezgileriyle gerekse sevgileriyle hareket ederken kırılmaları olmayan düz bir çizgiyi gösterir. Romanda baştan sona güçlü bir kadın portresi çizer. Yanı başındaki Ali Bey ise bütün gücünü devleti temsil eden kimliğinden alır. Abdülhamit’e, dolayısıyla devlete/ Osmanlı’ya olabildiğince sıkı bağlıdır. Sultan’a olan bağlılığı olup bitene uzak kalmasını getirir. Zamanın bütün gerçeklerine karşı inatla direnir. Memleket meselelerine bakışı ayrıdır. Oğlu Rıfat’ın hürriyet ve meşrutiyet taraftarlarının arasında yer almasından rahatsızdır. Her ne kadar karşı koymaya çalışırsa da engel olamaz. Hatta “Oğul, oğul dediğim, bir daha bu kapıya varma! Gelip de bana baba deme. (…) Sana elime vermem bilesin! Oğlum değilsin gayrı.” (Bizim Diyar, s.149) diyerek Rıfat’ı evlatlıktan bile atar; ancak yaşananlar onun da ister istemez değişimi kabul etmesini getirecektir.
Ali Bey, Sultan Abdülhamit taraftarıdır. Sultan’ın meşrutiyeti ilan etmeyişinin haklı sebepleri olduğunu düşünür. Yıllar boyunca süren savaşlar, Osmanlı’nın belini bükmüştür. Meşrutiyetin getireceği hürriyetin parçalanmanın başı olacağına inanır. Rıfat’la yaptığı konuşmalardan birinde bu görüşünü dile getirir:
“(…) padişahı bunca suçlamayın. Bu bir yaradır ki nicedir kanar. Borç gırtlağa kadardır. Her yandan elimiz kolumuz bağlanmıştır. Yoksa neden boyun eğilsin el âleme? Diklenecek halimiz mi vardır. Şu Rumeli topraklarında bir harp çıksa, yıkılır gider Osmanlı devleti. Hem de uzun sürmez yıkılması. Büsbütün ortadan silinmesek de kaç yıl doğrulamayız yerimizden.” (Bizim Diyar, s.122)Sultan Abdülhamit’e neredeyse dini bir bağla bağlıdır Ali Bey. Aslında bu daha çok sultanın temsil ettiği müesseseye ve onun gücüne olan bağ ve inançtır. Daha çok geleneksel bir devlet bağıdır. Sorgulamadan ve neredeyse dinî bir heyecanla… Bunun için de Ali Bey, kutsallaştırdığı Abdülhamit’in halledilmesi üzerine derinden sarsılır. Sessizleşir, omuzları çöker Ali Bey’in, durgunlaşır ve sessizce köşelerde yaşamaya yönelir. Bu aslında inandığı tek gücün, devleti temsil eden sultanın da gücünün elinden alındığını, devletin savunmasız, başsız kaldığını artık açıkça görmesidir, gerçekleri kabul etme sürecidir. Abdülhamit’in Selanik’e getirilip bir evde yaşamaya mecbur edilmesinden sonra da kendini onun yerine koyar ve odasından çıkmaz. Ta ki Rıfat’ın büyük gidişine kadar… Bu gidiş artık hissedilmektedir ki dönüşü olmayan bir gidiştir. Ali Bey’le Rıfat arasındaki duvar ancak bu sırada ortadan kalkar.
Çok geçmeden Usturumca işgal edilir. Rıfat’ı bulmak isteyen Mihail, Ali Bey’in konağını basar. Evini, topraklarını bırakmak istemeyen Ali Bey’le Gülsüm Hanım direnirler. Mihail’in Gülsüm Ana’ya yöneltilmiş silahından çıkan kurşun Ali Bey’i bulur.
Yol kıyısında bir yere gömülür Ali Bey. Bir taşı bile yoktur. Gülsüm Ana, gözünden tek damla yaş gelmeden ağıtlar yakar. “Sana türbe gerekliydi Ali Bey! Eski devirlerde değiliz ki. Yapaydım bir türbe sana… Taşına beyitler düzeydim… Seni buracıkta bırakır da gideriz demek. Beylerin beyi yıkılıp gittin! Bizi başsız bıraktın.” (Bizim Diyar, s.228) Aslında bu ağıt Osmanlı’nın Balkanlarda bıraktığı cismine, hatıralarına yakılmış ağıttır.
#GülsümAna , bütün sevdiklerini, geçmişini, hatıralarını, her şeyini Usturumca’da bırakıp taşlaşmış kalbini alarak yollara düşer. Yol Selanik’ten İstanbul’a kadar uzar. Acı kayıplar bununla kalmaz. Yollarda karşılaşılan çeteciler Rıfat’ın düğün gecesi bırakıp yollara düştüğü karısı Zeynep’i de bellerine sardıkları altınlar gibi ellerinden alırlar. Bundan sonraki zaman derin bir hasrettir.
“Bir çığlık bütün türküleri siler…”
Bizim Diyar romanı özelde Balkan Savaşları’nı, kalplerini ve ruhlarını o topraklarda bırakmış insanların Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a göçlerini anlatır. Bu içeriğiyle de bir göç romanıdır. Romanın Yahya Kemal’den alınmış, bu realiteyi vurgulayan bir epigrafla başlaması bu noktada oldukça anlamlıdır:
“Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan/ Bizim diyar olarak kaldı kıyamete dek”Bizim Diyar, genelde koca Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü, özelde ise bu çöküşü az öncesinden haber veren Balkan Savaşları’nı anlatır; ama ne siyasal içeriği kalın çizgilerle belirlenmiş bir romandır ne de sıcak savaşı anlatan bir cephe romanıdır. Bütün bunları yedeğine almış aile hikâyesidir. Yazarın yapmak istediği şey, bu geniş coğrafyada uzun yıllar süren aslında bir ‘milletin macerası’nı bir kadın ve erkeğin özelinde sunmaktır. Onlar da bir ailenin reisleri Gülsüm Ana ve Ali Bey’dir; fakat salt kendi kimlikleriyle romanın dünyasında yer almazlar. Onlar, devrin ve devir insanının bu geniş coğrafyada yaşadıklarının hatta yaşayacaklarının izdüşümüdürler.
* Erciyes Ü. Edebiyat Fak./Kayseri.
1 Sevinç Çokum, Bizim Diyar, Ötüken, İstanbul, 2006. (Kullanılan alıntılar romanın bu 6. baskısına aittir.)
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.