Romanlardaki Aşkı Arayan İki Roman Kahramanı: Emma Ve Bihter
-
Romanlardaki Aşkı Arayan İki Roman Kahramanı: Emma Ve Bihter
Romanlardaki Aşkı Arayan İki Roman Kahramanı: Emma Ve Bihter*
Makale Yazarı: Ayfer Yılmaz
*Bu Makale Roman Kahramanları Nisan / Haziran 2010, 2. sayıda yayımlanmıştır.
Romanda ele alınan en cazip konuların başında kadınla erkek arasındaki aşktan doğan çatışma ve çelişkiler, ihanetler ve sonrasında yaşananlar gelir. Evrensel bir konu olan aşk ve ihanet, çeşitli boyutlarıyla ele alınırken, en güzel örneklerini bugün dünya edebiyatında klasikler arasına girmiş Madam Bovary, Anna Karenina ile Türk edebiyatında Aşk-ı Memnu gibi romanlarla ortaya koyar.
Madam Bovary ve Aşk-ı Memnu, sadece kişiler arasındaki münasebetler açısından değil, bir kurum olarak evlilik, ihanet, toplumların ahlâk anlayışı, yaşayış ve inançları gibi pek çok konu etrafında değerlendirilebilecek eserlerdir.
Evlilik, ihanet ve intihar çizgisinde yaşanan dramı ele alan Madam Bovary[1], romantizmin idealist yaklaşımına bir tepki niteliğindedir. Konusu gerçek hayattan alınan[2] eserde, “Korkuyu, endişeyi yenmek için tüketime yönelip modern hayatın açtığı büyük boşlukları eşyayla kapatmaya çalışan, gösterişli eğlencelerde hayallerinin gerçekleşmesini sağlayacak beyaz atlı prensini arayan Emma”[3] nın hikâyesi söz konusu edilir.
Flaubert, 19. yüzyıl Fransa’sında kadının içinde bulunduğu açmazlara, toplumun dayattığı kurallar karşısındaki çaresizliğine dikkat çekerken, basit aşk öykülerine dayalı edebi eserleri de tenkit etmektedir. Sanatçı, Emma’yı sona götüren ihtiras, heyecan ve aşk arayışı ile maddi tutkuların temelinde, okuduğu romanların etkisini de açıkça ortaya koyar. Genç kadın, zaman zaman mistik hayatı telkin eden dinî duyguların etkisine girse de gerçek hayat, tüm cazibesi ve baştan çıkarıcılığı ile karşısında durmaktadır.
Gustave Flaubert’in bu ünlü romanında, Doktor Bovary ile evlenen, fakat evlilikten umduğunu bulamayan Emma’nın, şehvet arzusu ve maddî hırsları sonrasında yaşadıklarına tanık oluruz. Ayrıca, eserde Louis-Philippe döneminde, maddi hırsların toplum üzerindeki tesirine de dikkat çekilmektedir. Emma, katıldığı bir baloda dönemin burjuva sınıfını da yakından görme imkânı bulur. Giderek evliliği sıkıcı gelmeye, kocasının varlığı onu rahatsız etmeğe başlar. Okuduğu kitapların da etkisiyle yarattığı duygusal dünyası ile gerçekler arasında bocalamaktadır. Karşısına çıkan Leon’la kurduğu ilişkide hayal kırıklığına uğraması, onu hayallerinden vazgeçiremez. Ardından Rodolphe ile bir ilişki yaşar. Ona da büyük umutlarla bağlanan genç kadın, bir defa daha terk edilir ve bir defa daha gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalır. Tam da bu günlerde karşısına tekrar Leon’un çıkmasıyla Emma, geçmişte yaşadıklarını unutarak, yine heyecan ve macera dolu bir ilişkinin içinde bulur kendisini. Bu yaşantı onu maddi olarak da tüketmeye başlamıştır. Leon tarafından bir kez daha terk edilen genç kadın, artık tamamen çaresiz haldedir. Tek çözüm olarak ölümü seçer ve zehir içerek intihar eder.
Eser, yayımlandığı dönemde büyük yankı bulmuş, hatta yazarı hakkında genel ahlâk kurallarını hiçe saydığı gerekçesiyle dava açılmıştır. Değeri geç anlaşılan Madam Bovary ile ilgili olarak sonradan pek çok övgü yapılmıştır. Zola, Daudet, Maupassant ve Bourget gibi sanatkârlar, eserdeki üslûptan ziyade gerçekçilikten etkilendiklerini belirtmişlerdir. Emile Faguet’ye göre Madam Bovary, Shakespeare ve Balzac’ınkiler de dâhil en gerçek ve kusursuz kadın kahramandır[4]. Madam Bovary’nin bu denli ilgi görmesinin sebebi hiç kuşkusuz, gerçeğe uygunluğudur ki, bu konuda da yazara Emma’nın, Charles Bovary’nin, Leon’un, Homais’nin ve Lheureux’un gerçek hayatta kimler olduğunu açıklaması konusunda baskılar yapılmıştır[5].
Ele aldığımız ikinci eser ilk gerçek Türk romanı[6] olarak da vasıflandırılan Aşk-ı Memnu’dur. Kırk beş yaşlarında, zengin, kültürlü bir kişi olan Adnan Bey, karısının ölümünden sonra Boğaziçi’ndeki yalısında kızı Nihal, oğlu Bülent’le beraber yaşamaktadır. Evlenmeye karar verdiğinde seçtiği aday, Melih Bey takımı olarak tanınan ailenin yirmi iki yaşındaki kızı Bihter’dir. Ne var ki Bihter’in annesi Firdevs Hanım, Adnan Bey’i kendisi için düşünmektedir.
Bihter, annesinin tüm itirazları karşı koyarak, Adnan Bey’le aralarındaki yaş farkına ve iki çocuğuna rağmen bu teklifi kabul eder. Böylece, hem maddi hem de manevi bakımlardan kazançlı çıkacağını düşünmektedir. Ancak, iyi niyetlerle başladığı evlilik hayatında, kısa zamanda hata yaptığını anlar. Sadece kocasıyla değil, üvey kızı Nihal’le ve çalışanlarla da olumlu ilişkiler kuramaz.
Ruhen büyük bir boşluk içinde olduğu anda kocasının yeğeni Behlül’le yakınlaşmaya başlar. Uzun müddet kendisiyle mücadele eden genç kadın, duygularına hâkim olamayarak, kendisini yasak bir ilişki içinde bulur. Kocasına ihanet ettiği için büyük bir utanç duymaktadır.
Durumu fark eden Firdevs Hanım, Nihal ile Behlül’ün nişanlanması düşüncesini ortaya atar. Önce şaka ile başlayan bu konu, giderek gençlerin yakınlaşmasıyla ciddi boyutlara ulaşır. Bu durumdan rahatsız olan Bihter, kıskançlık duygusu içinde kıvranmaktadır. Bu evliliğe her ne pahasına olursa olsun engel olma düşüncesi içinde kontrolünü kaybeden genç kadın, olayın duyulması üzerine, hem bu utançla yaşayamayacağı için, hem de Behlül’den bir çeşit intikam almak arzusuyla intihar eder. Adnan Bey ise çocukları ile sürdürdüğü sade hayatına geri döner.
ROMANLARIN KADINLARA ETKİSİ
Madam Bovary adlı romanın başkişisi Emma, dinî eğitim almış, ancak aldığı eğitimden farklı bir mizaç geliştirmiş bir genç kızdır. Manastırda yasak olmasına rağmen gizli gizli okuduğu romanlardaki kahramanlar, hayallerini süslemektedir. O, okuduğu roman kahramanlarına özenen bir roman kahramanıdır. İlk okuduğu eserler arasında Bernardin de Saint-Pierre’in Paul et Virginie’i, Chateaubriand’ın Le Génie du Christianisme’in[7] de olduğunu belirten yazar, böylece romantizm akımına da bir gönderme yapar.
Flaubert, Emma’nın karakterinin oluşumunu şöyle ifade eder:
“İşte böylece, daha on beşinde Emma’nın ellerine kiralık romanların yağlı tozu sürüldü. Sonradan Walter Scott’u okudu, tarihî vakalara merak sardı; rüyalarını artık hep burçlar, silah odaları, şato şato dolaşan saz şairleri doldurdu. Yonca biçimi kemerler altında, dirsekleri taşa, çeneleri ellerine dayalı, bütün günlerini, kırların ta ötesinden, yağız atını dörtnala sürerek gelecek beyaz sorguçlu süvariyi beklemekle geçiren uzun elbiseli şato hanımları gibi, eski burçlarda yaşamayı hayal ederdi. O vakitler Marie Stuart’ı dindarcasına severdi. Kahramanlıkları veya çektikleri acıyla isim bırakmış kadınlara gönlünde coşkun saygı hisleri beslerdi. Jean d’Arc, Héloise, Agnés Sorel, dilber Ferroiére ile Clémence İsaure, tarihin uçsuz bucaksız karanlık semasında, onun için, birer kuyruklu yıldız gibi parlıyordu…” [8]
Genç kızın mizacı manastır eğitimine pek de uygun değildir:
“Heyecanlarına rağmen yine, ancak gerçek şeylere eğilim göstermiş, kiliseyi çiçekleri, müziği hissi güfteleri, edebiyatı ihtirasları coşturduğu için sevmiş olan bu genç kız ruhu, yaradılışına pek aykırı gelen sıkı düzene sinirlendiği gibi, dinin anlaşılmadan inanılacak hakikatlerine de isyan etti. Babası gelip onu okuldan aldığı zaman, rahibeler onun gitmesine hiç de esef etmediler. Hatta başrahibe, son zamanlarda cemaate karşı onun pek fazla saygısızlaştığına kaniydi.”[9]
Emma, resim yapan, piyano çalan, kendi elbiselerini dikecek kadar dikiş işlerinden anlayan bir genç hanımdır. Ne var ki o, “yaşam biçimini reddetmekte, ozanların betimlediği yaşamı arzulamakta, tatlı sözler karşısında kendinden geçmekte, ölümsüz tutkulara inanmakta ve kendisini şatolarda yaşıyor görmekte”[10], kısaca başka biri olmaya çalışmaktadır.
Emma gibi Bihter de terbiye ve kültür bakımından az çok donanımlıdır:
“Bihter de, hemen her şeyden bir parça bilirdi: Mecmuaları karıştıracak, hikâyeler okuyacak derecede Türkçe, Beyoğlu dükkânlarında sarf olunacak kadar Fransızca, hatta her vakit Tarabya’dan tedarik olunan hizmetçi kızlardan öğrenilmiş Rumca bilir; piyanoda valsler, kadriller, romanslar çalar; icap ederse gayet vakar ile his ile okuduğu şarkılara hemen kendi kendine öğrenilmiş uduyla pek güzel refakat ederdi.”[11]
Emma’nın kişiliğinin en önemli özellikleri aşırı hayalciliği, duygularının önüne geçememesi, kendisi için yaşamasıdır. Kadınlara mahsus Cobeille gazetesi ile Sylephe des Salons dergisine abone olan genç kadın, Eugéne Sué’un, Balzac’ın, George Sand’ın romanlarını kendi hayatına tatbike gayret etmektedir[12]. Anne olması dahi onu macera merakından, ihtirastan uzaklaştıramamıştır. Daima okuduğu aşk romanlarındaki hayatları arzulamıştır.
Aşk-ı Memnu’da ise romanların kadınlar üzerindeki etkisine Nihal’in mürebbiyesi Mlle de Courton aracılığıyla şöyle dikkat çekilmektedir:
“Genç kızlara roman okutmamak Mlle de Courton için en ziyade tatbiki bir terbiye kaidesi idi ki şiddetle Nihal hakkında meriyetini (yürürlüğünü) muhafaza ederdi; fakat kendisinin hikâyelere, hususuyla Alexandre Dumas’ya derin bir meftuniyeti vardı. Nihal’in suallerinden azade kalabilmesine müsait fırsatları bütün hikâyelere hasrederdi. Bu itiyadın neticesiyle onun hayatına, hissiyatına Alexandre Dumas ve ona benzeyenlerden bir şeyler sirayet etmişti. Sanki hikâyeler ihtiyar kızın gözlerine renkleri değiştiren bir gözlük takmış idi; o, ancak kenarından hisse aldığı hayatı hep bu gözlüğün arasından görür, önüne tesadüf eden çehreleri anlamak, hayatının ufak tefek vakalarına bir hüküm vermek için bütün zihninde yaşayan hikâye hatıralarına müracaat eder, onlarla bir müşabehet nispeti kurduktan sonra bir netice çıkarırdı. Hemen hikâyelerinden birinin bir sahifesiyle tetabuk edemeyen vakalar ehemmiyet verilemeyecek bir yalan derekesine inerdi.”[13]
Aynı eserde şiirin kadınlar üzerindeki etkisi ise Behlül’ün alaycı yorumuyla verilir. Behlül’e göre kadınlar, şiirlerle dolu aşklar hayal etmelerine rağmen, gerçek aşk hayatında şiirden bahsedilmesini küçümserler. Şiir ancak ergenliğe yeni girmiş kimseler için bir anlam taşımaktadır[14].
GÜZELLİK VE PARA
Emma’nın boyu posu, köylü kadınlarınkine hiç de benzemeyen tavırları, bazen siyah bazen kapkara ışıklar saçan gözleri, lacivert parıltılı saçları, ince zevki dikkat çeken özellikleridir. Emma gibi Bihter de güzelliğiyle göz doldurmaktadır:
“Bihter, hep o nefis ve müstesna kadındı; hep onun giyinişinde, söyleyişinde, oturuşunda, o yelpazesini açarken, peçesini iliştirirken, parmaklarının bir iki mahir darbeciğiyle saçlarına bütün simasının ifadesini değiştiriveren bir başka hal verirken, dudağının köşesinde o mini mini çukuru dalgalandıran tebessümüyle kaşlarını kaldıran en adi bir kelimeye en güzel bir şiir güzelliğini verirken, bütün o hiçlerden mürekkep bin türlü şeylerde; hâlâ en evvel, ilk gördüğünde alınan tesir devam ediyordu…”[15]
Bu kadınların ikisi de evlilikten maddi anlamda çok şey beklerler. Bu sebeple de gerek yaşça gerekse mizaç bakımından kendilerinden daha olgun insanlarla izdivaç kurarlar. Emma, köyde bir çiftlikte değil, şehirde yaşamayı düşlemiştir. Hayalinde “gece yarısı meşalelerle gelin olmak” vardır:
“Bazen kendi kendine düşünür: ‘Hayatımın en güzel, hani şu balayı denilen zamanı işte bu!’ derdi. Onun bütün tadını çıkarmak için, hiç şüphesiz, adları kulağa bir şarkı gibi gelen memleketlere, düğünden sonraki günlerin en hoş tembellikler içinde geçtiği yerlere gitmek lazımdı! Posta arabalarında, mavi ipekler arkasında, dik yollar ağır ağır çıkılır; arabacının, dağda keçilerin çanlarına, çağlayanın derinden gelen sesine karışan şarkısı dinlenir. Güneş batarken koylar kenarında limon ağaçlarının rayihası koklanır; sonra akşam, villaların taraçalarında, kadın erkek baş başa birinin parmakları ötekinin parmaklarına dolaşmış, yıldızlara bakarak, gelecek günler için hülyalar kurulur! Emma’ya öyle geliyordu ki, ancak bir toprağa mahsus ve başka yerde tutamayan fidanlar gibi, saadet yetiştirmek de dünyada yalnız bazı memleketlere vergidir. İsviçre şalelerinin balkonlarında dirseklerini dayamak; yahut bıkkınlığını İskoçya’da bir küçük kır evi içinde gizlemek; yanında da arkasına uzun yırtmaçlı siyah kadife ceket, ayaklarına yumuşak çizmeler, başına sivri bir şapka giymiş, kolluklar takmış bir koca… Bunlar niçin, niçin ona da nasip olmuyordu?”[16]
Bihter’in, izdivaç teklifini ilk duyduğu anda zihnindeki Adnan Bey tasviri oldukça cazip görünmektedir:
“Bu isim gözlerinin önüne şık, zarif, en güzide bir âleme mensup, birçok ikbal ihtimallerine namzet, uzaktan kır mı kumral mı fark olunamayan sakalları çenesinde hafif bir hatla ayrılarak iki tarafına taranmış, daima güzel giyinen, daima güzel yaşayan, ince eldivenlere mahpus parmakları altın telli gözlüğünü seri bir hareketle beyaz zarif keten bir mendilin ucuyla sildikten sonra her tesadüfte kendisine bir rica nazarıyla bakan, güzel, o kadar maharetle saklanan elli yaşına rağmen hala güzel bir koca koyuyordu.”[17]
Bazı araştırmacılara göre, onda ilk dikkat çeken şey, bol paraya ve iyi giyime olan düşkünlüğüdür[18] ki Adnan Bey’i kabul ederken önce yalının tek hâkimi olmayı düşlemiştir:
“Adnan Bey’le izdivaç demek Boğaziçi’nin en büyük yalılarından biri; o önünden geçilirken pencerelerinden avizeleri, ağır perdeleri, oyma Louis XV ceviz sandalyeleri, iri kalpaklı lambaları, yaldızlı iskemleleriyle masaları, kayıkhanesinde üzerlerine temiz örtüleri çekilmiş beyaz kikle maun sandalı fark olunan yalı demekti. Sonra Bihter’in gözlerinin önünde bu yalı bütün hayalinin tantanasıyla yükselirken üzerine kumaşlar, dantelalar, renkler, mücevherler, inciler serpiliyor; bütün o çılgıncasına sevilip de alınamayarak mütehasir kalınmış şeylerden mürekkep bir yağmur yağıyor, gözlerini dolduruyordu.”[19]
Belli bazı beklentilerle evlilik yapan bu iki kadın, önceleri mutlu olduklarını düşünmüşlerdir. Ancak kocalarıyla aralarındaki düşünce ve yaş farklılıkları her iki kadında da hayal kırıklığı yaratacaktır.
Bu iki eserdeki koca tiplerinden en zavallısı belki de Charles’dır. O, iyi niyetlerle başladığı evliliğinde eşini memnun etmek için elinden geleni yapmıştır. Ancak, fazla donanımlı, bilgili, tecrübeli ve de zengin olmadığı için karısının beklentilerinin uzağında kalmıştır. Ve Emma artık büyük bir hayal kırıklığı içindedir:
“Evlenmeden önce gönlünde aşk uyandığını sanmıştı; fakat bu aşkın neticesi olması lazım gelen saadetten bir eser yoktu. İçinden “Yanılmış olacağım” diyordu. Emma, bahtiyarlık, ihtiras, kendinden geçme gibi sözlerin, kitaplarda okuyup pek güzel bulduğu bu kelimelerin hayatta acaba neyin, hangi halin adı olduğunu düşünüp duruyordu.”[20]
Evlilikte hüsrana uğrayan Emma artık içinden “Yarabbi ne yaptım da evlendim?” diye geçirmektedir:
“(…) birbirlerini tanıdıkça, aralarındaki teklifsizlik derinleştikçe, içinde, kendisini kocasından uzaklaştıran bir soğukluk hissediyordu.
“Charles’ın konuşması bir sokak kaldırımı gibi dümdüzdü, beylik fikirler oradan her zamanki kıyafetleriyle geçer durur, ne bir heyecan veya bir gülüşe neden olur, ne de bir hülya uyandırırdı. Charles, söylediğine göre, Rouden’de iken merak edip tiyatroya, Parisli aktörleri görmeye gitmemişti. Yüzmek, kılıç kullanmak, nişan almak gibi şeyleri bilmezdi; karısı bir gün romanda gördüğü bir binicilik terimini sorunca, onun da ne olduğunu söyleyemedi.
“Halbuki bir erkeğin her şeyi bilmesi, birçok sahalarda elinden iş gelmesi, kadına ihtirasın kudretlerini, zarafet içinde yaşamayı, bütün sırların inceliklerini öğretmesi lazım değil miydi? Bunun ise bir şey öğrettiği, bir şey bildiği, hayatta bir şey istediği yoktu ki! Karısını mutlu sanıyordu; karısı da ona bu kökleşmiş sükûnu, bu tasasız ağırlığı, ona kendisinin verdiği saadet yüzünden garez kesilmişti.”[21]
Charles, yoksulluklar içinde yetişmiş, zorluklarla tıp tahsilini tamamlamış, kendini fazla geliştirememiş bir kasaba doktorudur. Yazarın da ona karşı zaman zaman alaycı, küçümseyici bir tavır takındığını söylemek mümkündür. Adnan Bey ise tamamen farklı bir karakter olarak karşımıza çıkar. Saygınlığı tartışılmaz bir gerçektir. Varlıklı bir aileden gelmektedir. İnce düşünceli, insanlara değer veren, onların duygularını ciddiye alan, kibar bir İstanbul beyefendisidir. Okumayı seven, kültürlü bir insan olmasına rağmen çalışma hayatı içinde görmeyiz onu. Boş zamanlarında ahşap oymacılıkla meşgul olmaktadır. Eşini kaybettikten sonra çocuklarına hem annelik hem babalık yapmıştır. İlk evliliğinde eşinin tedavisiyle uğraştığı için rahat bir hayat yaşamamıştır. Şimdi artık mutlu olma zamanının geldiğini düşünerek ikinci defa evlenmeye karar verir ve Bihter’e talip olur.
Madam Bovary’de Charles, karısının nazarında gitgide daha acınası bir hale bürünmektedir:
“-Ne zavallı adam!… Ne zavallı adam! diyordu.
“Zaten ona gitgide sinirleniyordu. Charles yaşlandıkça tavrı, hareketleri de adileşiyordu; yemek yendikten sonra boş şişelerin tıpalarını kesiyor; diliyle dişlerini temizliyor; çorba içerken her yudumda gurk gurk diye sesler çıkarıyordu. Artık semizlenmeye başladığından, zaten küçük olan gözleri, elmacıkların şişkinliği ile şakaklara doğru çekilir gibi bir hal almıştı.”[22]
Oysa onun hayalindeki erkek modeli oldukça farklıdır. Pişmanlık duygusu da eklendikçe, genç kadın içinden talihine isyan etmektedir:
“Talih başka türlü cilve edip onun karşısına başka bir kısmet çıkaramaz mıydı? O gerçekleşmemiş olaylar, o bambaşka hayat, o tanımadığı erkek acaba nasıl şeyler olurdu? Emma bunları düşünür, bunları göz önüne getirmeye çalışırdı. Bütün erkekler Charles gibi olmaz ya! Öbür koca, önüne çıkamayan o kısmet, güzel, sohbeti hoş, kibar, cazibeli bir adam olabilirdi”[23]
Bihter ise evliliğin ilk heyecanları geçtikten sonra, ilk defa duygularını, isteklerini sorgulama imkânı bulur. Yazar, bir kadının da bazı hisleri olabileceğine dikkat çeker. Odasında yalnız kalıp kendi kendisiyle yüzleştiği akşam, sadece bedeni değil ruhu da soyunmaya başlamıştır:
“Bu muaşaka ezasını burada, bu odada hissederdi; buradan başka yerlerde teati edilen buseler onun için bir dostluk samimiyeti manasından başka bir şey kesp etmezdi; lakin burada onunla yalnız kalıp da ona; sade bir dost değil, hayatının bütün aşk kitabı beraber okunacak bir koca nazarıyla bakmak lazım gelince ürkerdi. Onun dostuydu, evet, bu adam için kalbinde derin bir hürmet, hatta bir muhabbet vardı. Lakin onun bütün ruh teslimiyetiyle karısı olamıyordu. Bu odadan başka yerlerde onu seviyordu. (…) Arada bir başını omzuna kor, ya bir çocuk sokulganlığıyla dizine yatardı. Bütün izdivaç hayatı böyle geçseydi, onu lekesiz, arızasız bir muhabbetle sevecekti, mesut olacaktı. Lakin ondan fazla bir şey, muhabbet değil, aşk isteniyordu ve kendisini tamamıyla haksız, insafsız bulmakla beraber bu aşkı veremiyordu. O zaman bu aşk, bu verilmeyen, verilemeyen aşk, kendisinden mukavemet olunamayan bir hakla alındıkça, vücudundan, kalbinden bir şey gasp edilmiş zanneder, ağlamak, feryat etmek, ıstırabından kıvranmak isterdi. Demek kendisi için izdivaç bu idi, ondan böyle cebir ile aşk alınacaktı ve o, ruhunun asıl aşkını vermiş olmayacaktı; asıl ruhuna tasarruf edecek bir buse dudaklarını araştırıp bulmayacaktı, kendisini üşüten bu buselerden başka bir şey görmeyecekti, hep böyle olacaktı, her zaman, her zaman…”[24]
Genç bir kadın olarak, asıl ihtiyaç duyduğu şeylerin seveceği bir eş, sıcak bir yuva, kendine ait çocukları ile mutlu bir aile hayatı olduğunu fark etmenin hüznü içindedir. Ve evlenmekle hata yaptığını artık kendi kendisine itiraf etmektedir:
“Bu izdivaç ona genç kızlık emellerini vermiş, fakat kadınlığını aç bırakmış idi. Tamamıyla aldandığına, bedbaht bir kadın olduğuna çoktan karar vermiş idi.”[25]
Kendi kendisiyle yüzleşen Bihter, esasında saygı duyduğu kocasını -ki bu bakımdan Emma’dan farklıdır- aldatmamak için kendisiyle mücadele halindedir:
“Kocasına hıyanet etmek için mi evlenmiş idi? Bu sual müthiş bir istihza ile kulaklarında ihtizaz ediyordu ve beynini uyuşturan, kulaklarını dolduran bir uğultu arasında hep o davet eden tebessümüyle karşısında, uzak, müphem, gölgelere boğulmuş hayali çağırıyor, bütün varlığını ona vermek istiyordu.
Asla, evet, asla hıyanet etmeyecekti, edemezdi, hem, ne için hıyanet edecek? Bugün bir izdivaçta bulunamayan şey bir hıyanette mi bulunacaktı?..[26]
AŞK VE İHANET
Bihter, hiç istemediği halde bir akşamüstü Behlül’e karşılık vererek kocasına ihanet eder. Bu onda büyük bir çöküntü yaratır. Bir yandan büyük bir utanç ve pişmanlık duyarken, bir yandan da bu ihanetin altında yatan sebepleri sorgulamaktadır:
“Nihayet Firdevs Hanım’ın kızı olmuş idi; evet yalnız onun için gitmiş, bu adamın kollarında mülevves bir kadın olmuş idi. Başka bir sebep bulmuyordu. Demek onun kanında, kanının zerrelerinde bir şey vardı ki onu böyle sürüklemiş, sebepsiz, özürsüz Firdevs Hanım’ın kızı yapmış idi. Bütün bu günahın, bu levsin mesuliyetini annesine atfediyordu. Bu kadına bir düşman idi, ondan nefret ediyordu, kendisini bu kadının kızı yapan kadere küsüyordu.”[27]
Oysa Emma’ya göre ihanetinin sebebi kocasının her bakımdan yetersizliğidir. Kısa süreli pişmanlıklar ise, onu kocasına tekrar tekrar ihanetten uzak tutamayacak kadar zayıftır.
İntihar, her iki kadının da kurtuluş olarak gördüğü tek çaredir. Bihter, kesin çözüm alacağı bir intihar yöntemi seçerken, Emma ancak ikinci teşebbüsünde amacına ulaşır. Oldukça gerçekçi oluşturulan intihar sahnesini yazabilmek için yazarın bu olayı tecrübe ettiği bilinen bir hadisedir[28].
Her iki kadın da kocalarının ikinci eşleridir. Bihter’in “üvey anne”lik konumu, evliliğinin başlangıcından itibaren bir problem teşkil eder. Oysa, Bihter, Adnan Bey’in çocuklarını daha görmeden sevmek kararı almıştır. İlk tanışmalarında; “-Beni seveceksiniz, değil mi? Zaten beni sevmemek mümkün olmayacak… Ben sizi o kadar seveceğim ki nihayet siz de beni seveceksiniz.”[29] demektedir.
Onun Nihal’le arkadaş olmak için gösterdiği çaba, dikkatlerden kaçmamalıdır. Aralarında fazla yaş farkı olmayan bu iki genç kızdan şanslı olanı kuşkusuz bu savaştan en az hasarla çıkan Nihal’dir. Bihter ise aslında annesinin kötü şöhretinden dolayı kendisine uygun bir kısmet çıkmayacağının farkında olan, zavallı bir genç kızdır. Annesizliğinden dolayı şımartılan, lüks içinde yaşayan Nihal’in, her şeyin müsebbibi olarak üvey annesini görmesi ve onun iyi niyetine karşılık vermemesi de Bihter’in içine düştüğü yalnızlığın sebepleri arasındadır.
Yirmi iki yaşında, oldukça güzel bir genç kadın olan Bihter’le annesi arasında da problemler yaşanmaktadır. Bir başka deyişle önünde güçlü bir anne modeli olmayan Emma’dan farklı olarak, Bihter’in annesiyle derinden ilerleyen bir çekişme söz konusudur. Bihter bu evlilikle hem annesinden intikam almış olacak, hem de ailesinin üzerine yapışan kötü şöhretten kurtulacaktır. Bu anne kız arasında “kalplerinde valideyi çocuklarına rapt eden hürmet ve muhabbet ilgisi teessüs edememiş (…)” olduğundan, birbirlerine “derin, ağır, soğuk, sanki aralarında yatan bir tabutun mateminden gelen bir sükutla”[30] düşmanlık söz konusudur. Böylece, Halit Ziya, şuur altı ve genetik miras konularını da gündeme getirmektedir.
Bu noktada Aşk-ı Memnu’da kadınlar arasındaki çatışmaların esere zenginlik kattığını söyleyebiliriz. Bihter zaten kendi kendisiyle mücadele içindeyken, diğer yandan da annesi Firdevs Hanım’la, üvey kızı Nihal’le zaman zaman şiddetlenen çatışmalar yaşamaktadır. Bu mücadelelerin sonunda tek kaybedenin Bihter olması ise onun açısından bakılınca haksızlık gibi görünmektedir. Bihter’in birkaç cephede savaşmasına karşın, Emma’nın sadece kendisi ve âşığı üzerine kurulu dünyasında, kendisini tamamen duygularına kaptırmasına dikkat çekmek gerekir. Denilebilir ki Bihter’in birçok kayıtla bağlı olmasına karşılık, Madam Bovary, oldukça özgür bir durumdadır.
Mizaç olarak huzursuz, ne istediğini tam olarak bilmeyen, melankolik bir ruh yapısına sahip olan Emma, farklı arayışlar içinde olduğundan, evliliğinin ilk zamanlarından itibaren ihanete meyilli olduğunu hissettirmektedir. Böylece Flaubert, karakter özelliklerinin önemine vurgu yapmaktadır. Aldatmaya yatkın kişilik yapısıyla Emma, okuyucuda saygı uyandırmadığı gibi, günahkâr bir kadın izlenimi vermektedir. Oysa Bihter, tüm direnişlerine rağmen, kendisine kadınlığını hissettiren tek bir erkeğin rüzgârına kapılmıştır.
Kocasına sadakat konusunda iyi niyetli ve kendi kendisiyle mücadele eden bir kadın olan Bihter, Berna Moran’a göre üç aşamadan geçer:
“1. Genç kızlık emellerine kavuşacağı umuduyla zengin Adnan Bey ile evlenen ve görevini yapmaya çalışan Bihter. 2. Hayal kırıklığına uğradığı için mutluluğu yasak bir sevgide bulan Bihter. 3. Bıkıldığını ve terk edildiğini anlayarak kıskançlıkla boğulan ve intikam almak için her şeyi yıkıp intihar eden Bihter.”[31]
Araştırmacı Ahmet Ö. Evin’e göre Bihter; “Tanzimat sonrası dönemde peydahlanan sonradan görmelerin bütün karakteristik özelliklerini üstünde toplamaktadır; bu özellikler, kendi kuşağının köksüz orta sınıfıyla ilişkilendiren materyalizm ve hedonizmin en bayağı biçimlerini kendi kişiliğinde birleştiren annesinden miras almıştır. İlk başta, kocasının ait olduğu kibar zümreye kabul edilme umuduyla yetiştirilme tarzından farklı bir şekilde davranmaya gayret etse de, sonunda, kendi eğitiminin ve çevresinin ona aşıladığı zaaflarına boyun eğer. Bihter’in trajedisi, hayal kırıklığının da pekiştirdiği güvensizlik duygusuyla başa çıkamayıp, aslında kendisiyle değil de yeni bir ilişkiye girmenin heyecanına kapılmış olan Behlül’ün kollarına atılmasında yatar. Geçmişinin ağır prangalarını kıramayan bir insanın kaçınılmaz trajedisidir bu; nitekim ne kadar arzulasa da, değişik bir çevreye girmesini sağlayacak sosyal ve psikolojik uyumu gerçekleştiremez.”[32]
KADINLAR VE ERKEKLER
Her iki eserde de hayal ile gerçeğin karşılaşmasından doğan kırılmalar, çarpıcı biçimde dile getirilir. Böylece hayat karşısında fazlaca beklenti içinde olan insanların düşecekleri durum da sorgulanır.
Kadın dünyası ile erkek dünyası arasındaki farklar da çarpıcı biçimde sunulur. Genç bir kadının bir erkekten beklentileri ile evlilik kurumunun genel işleyişi arasındaki uyuşmazlıkların da irdelendiği bu romanlarda koca tipleri, eşlerinin iç dünyalarını anlamaktan uzaktır. Yeterli gördükleri maddi olanakların ardında, eşlerinin manevi bakımdan da beslenmek istediklerini fark edemezler. Böylelikle, her iki yazar da dünyayı kadınların gözleriyle algıladıklarına dikkat çekmeyi başarmışlardır. Ne var ki Flaubert’in, kadınların tatminsiz varlıklar oldukları gibi bir yargıya götüren tavrı da gözden kaçmaz.
Her iki eserde de ihanetin asıl sebebi olan ihtiras ile evlilik kurumunun temelini oluşturan sadakat, birbirini iten zıt kutuplar olarak karşımıza çıkar. Kadın ve erkek karakterlerin roman boyunca farklı hızda yürüyüşleri ise bir çatışma unsuru olarak değerlendirilebilir. Charles Bovary ile Adnan Bey’in başından itibaren durağan kişilikleriyle aynı çizgi üzerinde, istikrarlı duruşlarına karşın, Emma ile Bihter’in roman boyunca sürekli çıkış halindeki değişimlerine dikkat çekmek gerekmektedir. Özellikle Emma’nın imkânlarını zorlayarak hayatında değişiklikler yapmaya çalışması öykünün hızını artıran önemli bir unsurdur.
Madam Bovary’de toplumun içinde bulunduğu ahlâkî çöküntü, burjuva sınıfının gösterişli yaşamının içten içe çürümekte olduğu gözler önüne serilir. Aynı şekilde, Aşk-ı Memnu’da da İstanbul sosyetesine mensup insanlar ele alınırken, topluma dair tespit ve yorumlarda bulunulur. Eğitimde, modada ve alışkanlıklarda tesirini yoğun bir biçimde hissettiren batı ve özellikle de Fransız tesiri tenkit edilir33. Eserde, evdeki düzenin temininde en önemli görev Fransız mürebbiyeye düşmüştür. Yazar, mürebbiyeliğe talip olan yabancı kadınların vasıfsızlığına da vurgu yapar.
Genel olarak incelemeğe çalıştığımız bu iki eserde, her iki yazar da kısıtlı birer çevrede, kısıtlı şahıs kadrosu içinde yaşananları sergilerken, satır aralarında sosyal meselelere de değinmişlerdir. İki kadın arasındaki farklar, içinde vücut buldukları toplumların özelliklerine bağlanabilir. Neticede her ikisi de hayatın gerçekleri ile hayalleri arasındaki dengeyi kaybetmeleri ve olayların giderek kontrolden çıkmasıyla ortak bir dramatik sona sürüklenirler… Emma da Bihter de iyi niyetlerle başladıkları evliliklerinde, kısa zamanda beklentilerinin yüksekliği ile gerçek hayat arasındaki uçurumu dehşet içinde fark ederler. Arzuladıkları hayatın uzağına düştüklerini gördüklerinde ise çoktan geri dönülemeyecek yola girmişlerdir. Yaşanan hayal kırıklıklarının ardından gelen telafisi imkânsız kayıplar karşısında tek çare -biraz da yazarın kahramana cezası gibi- “ölüm” olur.
————————-
* Yrd. Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili Edebiyatı Bölümü, Öğretim Üyesi
[1] Eser, ilk kez 1856’da yayımlanmıştır.[2] http://www.insanokur.org/?p=280 (06.02.2010).
[3] http://www.turkceciler.com/fransiz_edebiyati.html(06.07.2010).
[4] Troyat, Henri; Önsöz, Madam Bovary, Çev. Nurullah Ataç, Sabri Esat Siyavuşgil, 6.Bs. Remzi Kitabevi, İst.2000, s.14.
[5] Roman şahıslarının gözlem sonucu ortaya çıkışı bu romanla başlamış ve bizde de Halit Ziya’da örneklerini ortaya koymuştur. Bu konuda Halit Ziya şu açıklamayı yapmıştır: “Eserde birçok eşhas vardır. Bunlardan hiçbiri muayyen bir takım şahsiyetlerin tasviri değildir, fakat heyet-i mecmuası itibarıyla birçok şahsiyetlerden istiare edilmiş müteferrik eczâdan terekküp eden bir mevcuttur. Doğruluğu da bundan ibarettir. Mesela, eserin başlıca şahsiyetlerinden biri olan Behlül, benim hususiyetlerini tanıdığım bir iki, belki üç gençten toplanmış bir gençtir. Filan veya falana az çok benzer, fakat mutlaka filan değildir. Firdevs Hanım ve kızları, hele Nihal ve babası bunlar da öyle.” (Ulus Gazetesi, 5.9.1943) Aktaran: Şükran Kurdakul; Çağdaş Türk Edebiyatı- Meşrutiyet Dönemi, Broy Yay. Eylül 1986, s.69.[6] Naci, Fethi; Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, 2. Bs. Gerçek Yayınevi, İst. 1990, s.65.
[7] Hristiyanlığın Dehası.
[8] Flaubert, Gustave; Madam Bovary, Çev. Nurullah Ataç, Sabri Esat Siyavuşgil, 6.Bs. Remzi Kitabevi, İst.2000, s.53.
[9] Flaubert, Gustave; A.g.e., s.55-56.
[10] Troyat, Henri; Önsöz, Madam Bovary, Çev. Nurullah Ataç, Sabri Esat Siyavuşgil, 6.Bs. Remzi Kitabevi, İst.2000, s.8.
[11] Uşaklıgil, Halit Ziya; Aşk-ı Memnu, Özgür Yay., İst.2003, s.47.
[12] Flaubert, Gustave; A.g.e., s.72.
[13] Uşaklıgil, Halit Ziya; A.g.e., s. 103-104.
[14] Bkz. Uşaklıgil, Halit Ziya; A.g.e., s.158-162.[15] Uşaklıgil, Halit Ziya; A.g.e., s.346.
[16] Flaubert, Gustave; A.g.e., s.56.
[17] Uşaklıgil, Halit Ziya; A.g.e., s.43.
[18] Önertoy, Olcay; Halit Ziya Uşaklıgil Romancılığı ve Romanımızdaki Yeri, Kültür Bakanlığı Yay. Ank. 1995, 127.
[19] Uşaklıgil, Halit Ziya; A.g.e., s.44-45.
[20] Flaubert, Gustave; A.g.e., s.51.
[21] Flaubert, Gustave; A.g.e., s.57.
[22] Flaubert, Gustave; A.g.e., s.76.
[23] Flaubert, Gustave; A.g.e., s.60.[24] Uşaklıgil, Halit Ziya;A.g.e., s.204-205.
[25] Uşaklıgil, Halit Ziya; A.g.e., s.374.
[26] Uşaklıgil, Halit Ziya; A.g.e., s.219.
[27] Uşaklıgil, Halit Ziya; ; A.g.e., s.255-256.[28] Troyat, Henri; Önsöz, Madam Bovary, Çev. Nurullah Ataç, Sabri Esat Siyavuşgil, 6.Bs. Remzi Kitabevi, İst.2000, s.9.
[29] Uşaklıgil, Halit Ziya; A.g.e., s.130.
[30] Uşaklıgil, Halit Ziya; A.g.e., s. 58.[31] Moran, Berna; Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim Yayınları, 2. Bs., İst. 1987,s. 89.
[32] Evin, Ahmet Ö.; Türk Romanının Kökenleri ve Gelişimi, Agora Kitaplığı, İst. 2004, s.302.
Kaynakça
• EVİN, Ahmet Ö.; Türk Romanının Kökenleri ve Gelişimi, Agora Kitaplığı, İst. 2004.
• FLAUBERT, Gustave; Madam Bovary, Çev. Nurullah Ataç, Sabri Esat Siyavuşgil, 6.Bs. Remzi Kitabevi, İst.2000.
• KAVCAR, Cahit; Batılılaşma Açısından Servet-i Fünûn Romanı, A.K.M. Yay. Ank. 1995.
• KURDAKUL, Şükran; Çağdaş Türk Edebiyatı- Meşrutiyet Dönemi, Broy Yay. Eylül 1986.
• MİYASO⁄LU, Mustafa; Roman Düşüncesi ve Türk Romanı, Ötüken Yay. İst. 1998.
• MORAN, Berna; Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim Yayınları, 2. Bs., İst. 1987.
• NACİ, Fethi; Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, 2. Bs. Gerçek Yayınevi, İst. 1990.
• ÖNERTOY, Olcay; Halit Ziya Uşaklıgil Romancılığı ve Romanımızdaki Yeri, Kültür Bakanlığı Yay. Ank. 1995.
• UŞAKLIGİL, Halit Ziya; Aşk-ı Memnu, Özgür Yay., İst.2003.
• TROYAT, Henri; Önsöz, Madam Bovary, Çev. Nurullah Ataç, Sabri Esat Siyavuşgil, 6.Bs. Remzi Kitabevi, İst.2000.
• http://www.insanokur.org/?p=280(06.02.2010).
• http://www.turkceciler.com/fransiz_edebiyati.html(06.07.2010).#sayı2 #bihter #emma #gustaveflaubert #halitziyauşaklıgil #ayferyılmaz
Sorry, there were no replies found.