Palyaçolar Ağlamaz

  • Palyaçolar Ağlamaz

    Posted by admin on 11 Temmuz 2024 at 12:05

    Palyaçolar Ağlamaz*

    Makale Yazarı: Zafer Demir

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ocak/Mart 2018 33. sayıda yayımlanmıştır. 

    Almanya, 19. yüzyılın ortalarında, federasyonları arasındaki bağların zayıf olduğu, siyaseten derin sorunları olan bir ülke görünümündedir. #Almanya’nın, siyasi birliğini 1871 yılında, #Bismarck’ın (1815-1898) liderliğinde, diğer Avrupa ülkeleriyle savaşarak kurmuş olması, ülke kaynaklarının uzun bir dönem savaşa yönlendirmesine yol açmıştır. Öte yandan, Almanya’da toprak aristokrasisi olarak kabul edilen junker sınıfının tarihsel olarak çöküyor oluşu ve çevre ülkelerle kıyaslandığında, sermaye sınıfının henüz ülkenin kaderine yön verecek bir güce erişmemiş olması da, özellikle Bismarck’tan sonra ülkede, siyasî birlik ve liderlik sorununu sürekli gündemde tutmuştur. Bu yüzden Almanya’da, tarihsel, sosyo-kültürel ve ekonomik yönden, kapitalizmin gelişmesinin ve kurumsallaşmasının hem son derece özgün bir yön taşıdığı hem de çevre ülkelere göre daha sancılı bir süreç olarak yaşandığı söylenebilir.

    Almanya’nın sosyolojik açıdan bu özgün durumu, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını tetiklemeden çok önce, önemli bir Alman sosyologu olan Max Weber’in (1864-1920) sosyolojik evreninin oluşmasında etkili olmuştur. Weber’e göre sosyoloji: “Sosyal eylemleri yorumlayarak anlamak (interpretive understanding) ve sosyal eylemleri kendi süreç ve etkileri çerçevesinde (bağlamında) nedensel olarak açıklamaya teşebbüs eden bir bilimdir” (Kızılçelik: 1994: 245). Weber sosyolojisinin kurucu kavramları olan sosyal eylem, bürokrasi, rasyonalite, liderlik, ideal tip, #protestan ahlakı ve kapitalizm gibi kavramlar, bu açıdan onun, daha önce sözü edilen Almanya’ya özgü toplumsal değişmeyi anlayıp yorumlamak, Almanya’nın diğer Avrupa ülkeleri içinde daha güçlü bir hale gelebilmesinin önünü açmak için ortaya attığı kavramlar olarak düşünülebilir. Dolayısıyla Weber’in kariyerinin ilk yıllarından itibaren dikkatini, geç de olsa Bismarck’la birliğini sağlayan, ancak birçok nedenle Avrupa ülkelerinin çoğunun gerisinde olan Almanya’da, liderlik ve birlik olgusu, devletin sağlıklı bir biçimde nasıl modernleştirileceği, devlet bürokrasisinin daha rasyonel ve verimli olarak nasıl işletilebileceği gibi konularda toplaması da bir tesadüf değildir. Almanya’nın Avrupa ülkeleri içindeki bu özgün durumu, yazının ilerleyen bölümlerinde çözümlemeye çalışılacak olan #HeinrichBöll’ün “Palyaço” (1963) adlı romanında da birçok kez işaret edildiği üzere, sadece siyasette değil, toplumsal hayatın birçok alanında içten içe, farklı tezahürlerle kendini gösteren güçlü bir Alman“milliyetçiliği”nin doğmasına yol açmıştır. Dolayısıyla Marksist bir bakış açısıyla, kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşmasının zorunlu bir sonucu olarak değerlendirilen Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarına, bu savaşların başat aktörü olan Almanya açısından, onun sözü edilen bu tarihsel özgünlüğünü de hesaba katarak yaklaşmak önemlidir. Ayrıca böyle bir yaklaşım, Böll’ün söz konusu romanına konu olan kişilerin içine doğdukları toplumsal ilişkilerin doğasını, psikolojilerini/sosyal psikolojilerini derinden anlamanın yanı sıra, romanın dayandığı sosyal olgu ve çıkarımları kavramada da bize ufuk açıcı olacaktır.

    İkinci Dünya Savaşı’yla, özellikle #Japonya’ya (Nagazaki ve Hiroşima şehirlerine) atılan atom bombalarıyla birlikte, Batının modern insanının, uygarlığa olan inancı, büyük bir sarsıntı yaşamış, bu sarsıntı sanatın bütün dallarına olduğu gibi edebiyata da yansımıştır. Bu toplumsal gelişmelerin bir sonucu olarak, hem felsefe ve sosyolojide hem de sanatta ve edebiyatta, modernleşme, bilimsel gelişme, demokrasi, milliyetçilik ve din, rasyonel akıl, ulus devlet, sanayileşme ve endüstrileşme, iktidar ve sistem gibi meta anlatılar sorgulanmaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı, Batı’da, Sanayi Devriminden bu yana, rasyonel aklın rehberliğinde devam eden modernleşme çabalarının bir bakıma iflasıdır. Doğayı tahrip eden, insanın ruhsal ve zihinsel bütünlüğünü yıkarak onu kapitalist ekonomik üretim çarkının dişlilerinden bir haline getiren, insanı kendisine ve çevresine yabancılaştıran bu modernleşmeye karşı ilk sert tepki, Batı’da, daha Birinci Dünya Savaşının başında, Dadaizm ve Gerçeküstücülük gibi modernist (avand-garde-öncü) sanat hareketleriyle verilmiştir. İkinci Dünya Savaşı ise, insanlığın, özgür ve adil bir dünyada insanca, kardeşçe yaşama ülküsünü, bir başka deyişle de ütopyasını bütünüyle yerle bir etmiştir. Bu dönem yaşanan acılar, daha önce sözü edildiği gibi felsefede, politikada, sosyolojide olduğu kadar, sanat ve edebiyatta da yankı bulmuş, Savaşın sonuçlarının çok yönlü sorgulanarak, eleştirel aklın süzgecinden geçirilmesine yol açmıştır. Bu yazının ilerleyen satırlarında hem edebî hem de sosyolojik bir üslûpla çözümlemesini yapmayı umduğum Heinrich Böll’ün “#Palyaço” (2016) adlı romanı da bu sorgulamanın edebî sonuçlarından biri olarak değerlendirilebilir.

    Bilindiği üzere bir sosyal araştırmada, sosyal gerçekliğe nerden bakıldığı, sosyal olgunun nasıl sorunsallaştırıldığı, hangi sosyolojik olgudan yola çıkıldığı, hangi kavram setlerinin kullanıldığı çok önemlidir. Dokusu sağlam bir sosyal araştırmanın her zaman doğru sorularla işe başladığını akıldan çıkarmamak gerekir. Yola nereden çıkılacaktır? İdeal tiplerden mi? Yapıdan mı? Ya da işlevden mi? Dolayısıyla hareket noktası sosyal araştırmayı kendi rengine boyayacağından son derece önemlidir. Sosyal bir araştırmanın önemli bulduğu bu kaygılar, edebiyatta da, özellikle toplumcu gerçekçi bir anlayış içinde yazılan edebî eserler içinde bütünüyle geçerlidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı’da gelişen ve savaşın sonuçlarıyla eleştirel bir anlayışla yüzleşen edebiyatın “enkaz/moloz edebiyatı” olarak adlandırılması boşuna değildir. Heinrich Böll’ün toplumcu gerçekçi bir anlayışla ve eleştirel bir bakış açısıyla kaleme aldığı “Palyaço” adlı romanı da “enkaz/moloz edebiyatı”nın önemli eserleri içinde yer almaktadır. Bu edebiyat anlayışı adını, İkinci Dünya Savaşı sonrası sadece Almanya’da değil, birçok Avrupa ülkesinin birçok şehrinin enkaza dönüşmesinden almaktadır. Avrupa’da Savaş’ın getirdiği yıkım o kadar büyüktür ki, sadece Almanya’da, savaş sonrası inşa edilen birçok devasa binanın molozu, yıllarca bu enkazın içinden alınmıştır. Bu savaş, aynı şekilde, Batı’da uygarlığın şafağına olan inancın yıkılışıdır. Dolayısıyla Savaşın sonuçlarıyla eleştirel bir mantıkla çok yönlü yüzleşen bu edebiyatın, ironik bir biçimde “enkaz edebiyatı” olarak anılması yerindedir. Heinrich Böll, Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği’nin yayımladığı “Heinrich Böll, Yaşamı ve Eserleri” adlı ortak bir çalışamaya (2009) alınan 1952 yılında yazdığı bir denemede “enkaz edebiyatı” kavramlaştırması hakkında şöyle yazar: “Homer ismi Batı kültür dünyasında hiçbir kuşku uyandırmaz: Homer, Avrupa epiğinin isim babasıdır. Truva’nın yıkılmasını ve Odiesus’un geri dönüşünü anlatır- savaş, harabe ve geri dönüşü edebiyatı- bu tanımdan utanacak değiliz.” (2009:13)

    Savaş sonrası büyük bir insanlık dramının yaşandığı bir ortamda, milyonlarca kaçak, mülteci, göçmen ve askerle birlikte, Nazi rejiminden kaçmış veya savaşa gitmiş olan entelektüeller ve yazarlar da bu savaştan yurda geri dönmektedirler. Bu insanların arasında, ülkenin yaşadığı savaşın etkilerini, içinde bulunduğu sosyal, kültürel, siyasi durumu, kaleme alarak geniş kitlelere duyuracak olan yazar Heinrich Böll de vardır. Böll, Savaşa aktif olarak katılmak zorunda kalmış, çok yoğun duyumsamalarla yaşadığı bu savaşı ve savaş sonrasını, sonradan yazacağı romanlarında yetkin bir biçimde dile getirmiştir. 1917 yılının bir kış gecesi Köln’de, Birinci Dünya Savaşının en karanlık günlerinden birinde, tahtadan heykeller de yapan sanatçı ruhlu bir marangozun üçüncü oğlu olarak doğan Böll’ün hayatı, büyük zorluklar içinde geçmiştir. Böll, edebiyat konusundaki o eşsiz yeteneğini, “Palyaço” (1963) adlı romanında da görüleceği üzere bizzat içinde yaşadığı savaşın getirdiği yıkımı, din maskesi ve ahlak kisvesi altına gizlenmiş ırkçılığı, kapitalist ilişkilerin kendine ve çevresine yabancılaştırdığı insanın ikiyüzlülüğünü ve çıkarcılığını ifşa etmek için kullanmıştır.

    Batılı toplumların tarihinde yaşanan savaşlara, soykırımlara, ırkçılığa bakıldığında, bu toplumların #Freud’un yansıtma kuramında da açıkça görüleceği üzere, istenmeyen kendilik algılarını, bir inşa, bir kurgu olan “öteki”ne transfer ettikleri görülmektedir. Başka bir ifadeyle, hepimizin, #ErwingGoffman’ın (2014) “damgalı” olarak nitelediği insana bakışımızı belirleyen, inandığımız ideolojinin, dinin, aldığımız formel ve informel eğitimin, gelenek ve göreneğin burada sayıp dökemeyeceğimiz daha birçok “şeyin” de içinde olduğu bir sosyal-kültürel arka planı vardır. Bu sosyal artalan, insanın yapı-fail diyalektiği içinde zamanla gelişerek, değişip dönüşerek kazandığı inanç ve değerlerin toplamından oluşur. Bu inanç ve değerler ise bizim “öteki” dediğimiz, bizden olmayanı nasıl tanımladığımız konusunda son derece değerli ipuçları verir. Söz gelimi içinde yaşadığımız toplumda, ırkçılık, antisemitizm, yabancı düşmanlığı –kısaca faşizm- gücünü, daha çok “milli değerlerden”, “dini inançlar”dan almaktadır. Savaş dönemlerinde ise “öteki” olarak adlandırılan bu insanın, toplumda daha bir göze battığı ve özünde birçok karmaşık sosyal-siyasi neden bulunan olayların sebebi olarak görüldüğü bilinmektedir. Bu bakış açısını, İkinci Dünya savaşında Nazilerin, Germenler dışında kalan ırklara ve arî ırk yaratmak yolunda zihinsel ve bedensel bütünlüğü yerinde olmayan insanlara uyguladığı insanlık dışı soykırımda açık bir biçimde görmek mümkündür.

    İşte Heinrich Böll’ün “Palyaço” adlı romanı, Alman toplumunda, Katolik Kilisesinin din ve ahlak kisvesine bürünmüş baskıcı söylemini, yozlaşmış burjuva sınıfının yabancılaşmış yaşam pratiklerine sinmiş ikiyüzlü ahlak anlayışını, ırkçı, dışlayıcı bakışı, romanın başkahramanı Hans’ın dilinden, sonu ayrılıkla biten, buruk bir aşk öyküsünü merkezine alarak anlatır. Her şey, başına buyruk Hans’ın, zengin bir burjuva ailesinin çocuğu olmasına rağmen, bu sınıfın bir üyesi olmayan sevgilisi Marie’nin ve ideallerinin peşinden gitmeyi tercih ederek, kendisine “palyaçoluğu” bir meslek olarak seçmesiyle başlar. Hans’ın, yozlaşmış burjuva yaşam pratiği içinde, hem kendisine hem de çevresine yabancılaşmış ailesine, Katolik kilisesine, yakın çevresinin ikiyüzlü ahlak anlayışına karşı çıkarak, palyaçoluğu seçiyor olması, ironik bir okumayla onun, toplumsal kuralları hiçe saymasının yanında, bu ikiyüzlü ahlak anlayışını teşhir edecek bir imkân bulma arayışıyla da ilgilidir. Öte yandan bu durum, aynı zamanda, Hans’ın hem kendi kişiliğine olan özsaygısını koruyabilmenin, hem de din ve aile başta olmak üzere, toplumsal yapılara karşı duyduğu öfkenin zorunlu bir sonucudur. Bir çocuğun saf yürekliliğine ve hayal gücüne sahip olan Hans, yaptığı bu seçiminin sonunda toplum tarafından “damgalanacak”, kapitalist toplumda, toplumsal her türlü ilişkinin, özünde, çıkara dayalı bir iktidar ilişkisi olduğunu, acı bir biçimde tecrübe edecektir. Zengin bir burjuva çocuğu olarak Hans’ın, ait olduğu sınıfa “ihanet” edercesine, palyaçoluğu kendisine meslek olarak seçmesi, ait olduğu sınıfın gözünden romana şu sözlerle yansır:
    “Olanlara üzüldüm, ”diye konuştu. “Ama daha fazla bir şey söyleyemem. Bizleri hayal kırıklığına uğrattınız.”
    “Palyaço olarak mı?”
    “Evet,” dedi, “fakat yalnız palyaço olarak değil.” (Böll, 2016:83)

    Romanda, romanın başkahramanı Hans’ın yaptığı seçimde de görüleceği üzere, iktidarın dolayısıyla da tahakkümün olduğu her yerde, gizli ya da açık bir direniş vardır. Yerleşik toplumsal değer yargılarına karşı çıktığı, ideallerinin peşinden gittiği için, toplum tarafından damgalanarak ötekileştirilen kişinin ise, açık toplumsal normlardan sapmasının, yasalara karşı çıkmasının temelinde, sürüye dâhil olmama arzusunun yattığı açıktır. Bu arzunun kaynağında, toplumun, bu “sapkınlar”ı terbiye etmek, eş bir deyişle yola getirmek için, gerek formel ve informel eğitimle, gerekse dinî ve ahlâkî değerler yoluyla kurduğu baskı vardır. Bu baskı, hiyerarşinin daha yoğun hissedildiği damgalı ve damgalayan ilişkisinde, önce her iki tarafta yoğun bir endişe ve huzursuzluğa, ardından damgalananda itaatsizliğe, saldırgan bir tutuma her zaman yol açabilir. Bu saldırgan tutumun, -romanda Hans’ın tutumunda da görüleceği üzere- bireyin, kişiliğine olan öz saygısının toplum tarafından açık bir biçimde ihlal edildiğine inanıyor olmasının yanı sıra, insanların “ötekileştirilmesine” karşı duyulan derin öfkeyle de yakından bir ilgisi bulunmaktadır. Romanda daha önce üyesi olduğu toplumsal sınıf tarafından bir “öteki”, bir başka deyişle de bir “damgalı” olarak yaftalanan Palyaço, aslında ne “normaller”in dünyasına ait biridir ne de bu bütünüyle o dünyanın dışındadır. Zaten onu“normaller”in gözünde tekinsiz ve muğlâk kılan da, “damgalı”nın, bu sınırda olma durumu bir başka deyişle de düşünce ve davranışlarına yön veren bu pozisyonundaki belirsizliktir. Romanda palyaço, damgalayan-damgalı ilişkisinin en huzursuz tarafıdır. Çünkü o, artık hem ait olduğu sınıfın koruması altında değildir hem de hayatını bu kokuşmuş toplumsal düzen içinde, alın teriyle kazanmak zorunda olduğunun, bu içten içe bir ceset gibi çürüyen düzenin ifşa edilmesi gerektiğinin bilincindedir.

    Böll’ün söz konusu romanı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Alman toplumunda yaşanan acı olayları, Hans’ın hayatını merkezine alarak anlatır. Zamanın, olay örgüsüne anakronik bir biçimde uygulanması sonucu, roman, sürekli geçmişe, savaş yıllarına atıflarla, çağrışımlarla gelişir. Böylece romanda geçen olaylar, adeta henüz sona ermemiş bir Savaşın gölgesinde yaşanıyormuş gibi bir izlenim oluşur, benzer bir deyişle, romanda yaşanan olayların üstüne daima Savaşın gölgesi düşer. Romanın merkezinde, daha önce sözü edildiği gibi sonu hüsranla bitecek olan bir aşk ilişkisi vardır. Romanda da zaten perde, sonun başlangıcından, sevgisi tarafından terkedilmiş, alkolün ve parasızlığın pençesinde, işinde bir türlü dikiş tutturamamış Hans’ın, Bohn’a dönüşüyle açılır. Romanın başkahramanı Hans’ın, hem burjuva sınıfına hem de dinin ikiyüzlü ahlak anlayışına yönelttiği keskin eleştiri, feyzini biraz da söz konusu sınıfın, evlilik bağı olmayan bu aşk ilişkisine çarpık bakışından, karşı duruşundan alır. Bu sınıfın yaşam pratikleri içinde, -elbette kilise nikâhınız olduğu sürece- metres tutmak, evlilik dışı ilişkiler yaşamak, fuhuş, neredeyse doğal kabul edilmektedir. Romandan anlaşıldığı kadarıyla, gerçekte bir nihilist olan Hans’ın, din konusundaki olumsuz düşüncelerinin altında, çok erken yaşlarda tanık olduğu olayların yanı sıra, çoğu varlıklı Katolik ailelerin, ikiyüzlü papazların, kilisede ya da kendi aralarında düzenledikleri ritüeller, sıkıcı dini sohbetler vardır:

    “Dinî konuşmaların bu kadar sıkıcı olduğunu hiç düşünmemiştim. Şimdi bir şey biliyorum: Bu dine inanmak gerçekten çok güç. Yeniden dirilme ve ahiret. Marie bana sık sık İncil’den bazı bölümleri okurdu. Bütün bunlara inanmak çok zor olmalıydı. Ben #Kierkegaard’ı okudum (geleceğin palyaçosunun okuması gerekli faydalı bir kitap) zordu anlaması, fakat sıkıcı değildi.” (2016: 22) “Kiliseye bu kadar karşı olmanız şaşırtıyor beni.” “Yanlış düşünüyorsunuz, ben kiliseye karşı değilim. Ben sadece Sommerwild karşıtı biriyim. Dürüst olmayan ve ikiyüzlü bir adamsınız da ondan.” “Tanrım” dedi. “Fakat niçin?” “Vaazlarınızı dinleyen, kalbinizin ön yelken kadar büyük olduğunu sanır. Fakat siz otel lobilerinde fısıldaşır, bir takım numaralar çevirirsiniz. Ben terleye terleye ekmek paramı çıkarmaya çalışırken, siz…” (s.128)

    Hans’ın Katolik nikâhına da, henüz Marie’den bir çocuğu olmamasına karşın, ileride doğacak çocuklarının Katolik Kilisesi tarafından vaftiz edilmesine de karşı oluşu, hem Hans’ın ailesinde ve yakın çevresinde, hem de ona pek hissettirmek istemese de Marie’de büyük bir hayal kırıklığına ve huzursuzluğa yol açacaktır. Bu durum, sonradan Marie’nin, Hans’ı terk etmesinin ve Hans’ın hiç sevmediği çocukluk arkadaşı,“iyi bir Katolik” olan zengin Züpfner’i seçmesinin de nedenlerinden biridir. Züpfner, o dönem Almanya’daki Katoliklerin lideri konumundadır. Hans, bu olaydan Marie’nin bağlı olduğu Katolik kilisesinin yöneticilerini sorumlu tutacak, Maire’nin kendisini onların telkinleriyle terk ettiğine inanacaktır. Öte yandan, Hans, Katolik Kilisesinden ve onun ahlâk anlayışından insanın özgür iradesine ket vurduğu için, o kadar nefret ediyordur ki, Marie’nin kendisini bırakıp gitmesine çok üzülmekle beraber, sanki onu daha çok üzen şeyin, Marie’nin kendine eş olarak Katolik birini seçmiş olduğunu romandan hemen çıkarmak mümkün. Öyle ki Hans, romanın kimi bölümlerinde Marie’nin onu, terk edip gitmesi aklına geldiğinde çıldıracak gibi olur, kendi ahlâkî söylemi yetmeyince onu kendi silahıyla vurmaya bile kalkar: “Beni terk edip aramızda geçen şeyleri Züpfner’le de yapmasına, onun kitapları “zina ve iffetsizlik”ten başka bir şey demiyor.” (2016: 74) Hans’ın Katoliklerle ilgili olumsuz düşünce ve gözlemlerine romandan şu satırlar ayrıca örnek olarak gösterilebilir:

    “Katoliklerin kafasından gerçekten müthiş şeyler geçer. Onlar şöyle rahatça bir kadeh şarap içemezler. Şarap lezzetliyse, hemen kendilerine bunun nedenini sorarlar” (2016: 41) “Siz Katolikler benim gibi bir inançsıza, Yahudilerin Hıristiyanlara, Hıristiyanların da putperestlere davrandığı gibi sert ve acımasız davranırsınız. Sizler sadece yasalardan ve teolojiden söz edip duruyorsunuz. Ve bütün bunlar aslında devletin, evet, devletin düzenlemek zorunda olduğu saçma bir kâğıt parçası yüzünden değil mi?” (s.126)

    Böll, ölümünden hemen önce (1985) yazdığı, “Palyaço” (1963) adlı romanın sonunda yer alan “sonsöz” başlıklı yazısında, Savaş sonrası Alman toplumunda Katolikliğin nasıl fanatik bir grubun baskısı altında olduğunu şu sözlerle dile getirir:

    “Zararsız diyebileceğimiz bu roman çıktığında, bütün Alman Katoliklerini temsil ettiklerini sanan dinî inanç savunucusu saldırgan azınlığın büyük tepkisine, hatta boykotuna yol açmıştı. Katolikler üzerine kitaplar satan, “Palyaço”yu raflarına ve vitrinlerine koymayı göze alamayan birçok dükkân, o yıllarda romanı tezgâh altından satmayı yeğlemiştir.” (s: 251)

    Kanımca, Böll’ün bu açıklaması, Hans’ın roman boyunca eleştirdiği ikiyüzlü ahlak anlayışını ortaya koymaya yeter de artar bile! Öte yandan İkinci Dünya Savaşı döneminde Alman toplumunda, milliyetçilik, vatanseverlik yaftası altında gittikçe palazlanan ırkçılık, bütün toplumsal kurumları kuşatmış, Katolik Kilisesi ve ona bağlı kuruluşların yanı sıra, özellikle ailede ve eğitim isteminde büyük bir güç kazanmıştır. Yazının başında da dile getirildiği gibi, Alman toplumunda, siyasi, iktisadi, sosyo-kültürel birçok nedene bağlı olarak, özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan başlayıp İkinci Dünya Savaşına uzanan zamansal bir çizgide giderek güçlenen milliyetçiliğin, daha doğru bir söyleyişle de ırkçılığın o dönem eğitim sisteminde ne denli güçlü olduğu romana şu satırlarla yansır:

    “Öğretmenimiz Brühl, derste “dinî ve millî” dediği Ein Hausvoll Glorie Schauet (“Şeref Dolu Bir Ev”) veya Siehstdu im Ostendas Morgenrot (Doğuda güneşin doğuşunu görüyor musun?”) şarkılarını söyletirdi. Geceleri birkaç saat sessizlik olduğunda yürüyen gruplar geçerdi caddelerden (…) Rus harp esirleri, esir kadınlar, Alman askerleri. Bütün gece ayak sesleri. Hiç kimse bilmiyordu ne olduğunu. (…) “Hepsini vuracaklar böyle,” derdi Brühl, “Yahudi Yankee’lere karşı kutsal Alman toprağını korumak istemeyen hainleri.” ( s: 27)

    Hans’ın iki kardeşinden kız olanı, Henriette, İkinci Dünya Savaşı’nın son aylarında ailenin, özellikle de annesinin teşvikiyle, gönüllü olarak bir uçaksavar birliğinin vereceği eğitime katılmıştır. Tenise meraklı sarışın, mavi gözlü, güzel bir kız olan Henriette, Savaşın, son aylarında, genç kızların gönüllü olarak kabul edildiği bu uçaksavar birliğinin bombalanması sonucu, daha ömrünün baharındayken feci bir şekilde can verecektir. Bu durum, o yaşlarda henüz bir çocuk olan Hans’ı derinden etkileyecek, ailesine olan güvenini sarsacaktır: “Kız kardeşim Henriette’nin ölümünden sonra, annem ve babamın benim için pek önemi kalmadı.” (2016: 26) Erkek olan diğer kardeşi, içine kapanık Leo’nun akıbetinin ise, ablasına benzememesi, o yıllarda henüz çok küçük bir çocuk olmasındandır. Zaten romanın sonunda, çocukluğundan beri Katolik Kilisesinin etkisi altındaki okullarda eğitim alan, ergenlik yıllarından başlayarak kiliseye bağlı derneklerde toplantılara katılarak aktif görevler üstlenen Leo, sonradan, yaşadığı ruhsal bunalımlardan kurtulma umudunu Protestan olmakta bulacaktır.

    Dilerseniz biraz da Hans’ın, Leo’nun, Henriette’nin içinde yaşadığı aileden, anne ve babadan söz edelim. Hans’ın annesi, düzenden, tertipten yana, kalp, sinir ve daha bilumum birçok hastalıktan mustarip, temizliğe son derece düşkün, hastalık hastası bir burjuva kadınıdır. Öyle ki, sevgilisi Marie’nin bırakıp gitmesiyle, alkolün pençesine düşen, sahne alamadığı için de, üç kuruşa muhtaç hale gelen Hans’a destek olmadığı gibi, ailenin itibarını iki paralık ettiği suçlamasıyla onu evlatlıktan reddeder: “Vicdanım seni evlatlıktan reddetmeye zorluyor.” cümlesini yazmıştı annem mektubuna. Eminim çok hoşuna gitmiş bu cümle! (Annesi bu cümleyi çok sevdiği bir romandan almıştır ZD) Her neyse, “reddetmişti” beni. Böyle bir karar vermekle, eminim hem vicdanı hem de banka hesabı rahatlamıştı.” (s:157) Hans’ın annesi de tıpkı babası ve çevresindekiler gibi, içten içe Nazileri desteklemekte, öyle ki müttefik kuvvetlerinin top sesleri o zamanki Almanya’nın başkenti Bohn’da çok yakınlardan duyulmaya başlamasına rağmen, hâlâ savaşı kazanabileceklerine inanmaktadır. Hans, romanın bir başka yerinde ise Nazi ideolojisine kökü körüne bağlı olan, ancak bu gerçeği kendine bile itiraftan korkan annesiyle ilgili, gizlice tanık olduğu bir çocukluk anısını şöyle anlatacaktır:

    “Bir gün annem gizlice kilere inmiş, erzak dolabından bir parça jambon çıkarıp kalın bir dilim kesmiş ve acele acele yemişti. Bu gördüğüm karşısında iğrenmekle kalmamış çok da şaşırmıştım. (…) Önce rafta duran bir kavanoz elma püresini almıştı. Fakat bir an için elindeki kavanozu bırakmış ve jambondan bir dilim kesip kıvırarak ağzına tıkmıştı.” (s.234)

    Hans’ın babası ise ticaretle uğraşan, toplumda oldukça itibarlı, güzel de bir metresi olan, anneye göre daha iyi kalpli denebilecek cinsten zengin bir iş adamıdır. Ancak o da parasızlıktan berbat bir durumda olan oğlunu, salaş bir otel odasında ziyaret ettiğinde, onurlu oğul ağzını açıp istemedi diye Hans’a yardımcı olmayacaktır. Oysa Hans bu dönem çok kötü bir durumdadır, tek bir kuruşa bile ihtiyacı vardır. İyi yürekli Hans, yine de romanda babasını,“sevecen bir tutum içinde”, biraz da ironik bir üslupla okura şöyle takdim eder:

    “Babam, uzun boylu değildir. Naziktir, zeki ve kültürlü görünür. Televizyonda ekonomi üzerine yapılan hemen hemen bütün açık oturumlara çağrılır. Öyle ki linyit kömürü hissedarı değil Schnier olarak değil de, televizyon yıldızı Schnier olarak tanımaya başladılar onu.” (2016:141)

    Böll’ün bu romanında en çok dikkati çeken unsurlardan biri de, aile ilişkilerinin soğuk havası, katı disiplinidir. Aile bireyleri arasındaki bütün ilişkilere rengini veren bu soğukluk ve disiplin, aynı zamanda toplumun bütününe yayılmış gibidir, toplumdaki yoksul kesimleri dışlayıcı bir nitelik taşır ve roman boyunca karşımıza çıkan burjuva sınıfının bütün üyelerinin düşünce ve eylemlerinde kendini açığa vurur. Zaten bu katı disiplin ve soğukluk, bu kendinden olmayanı dışlayıcı bakış açısı, genç Hans’ın, iyi kalpli küçük bir esnafın sıcakkanlı kızı olan Marie’ye yönelmesinin de temel nedenlerinden biridir. Evet, Hans, kendine zor bir yol seçtiğinin farkındadır. Ama âşık olduğu kızın, onu anladığına her şeye rağmen sevdiğine, hiçbir zaman onu terk etmeyeceğine olan inancı, onu en zor ânında bile hep ayakta tutar. Gerçi inandığı değerlerin bir sonucu olarak, sevgilisi Marie ne kadar istiyor olursa olsun, Katolik kilisesinde yapılacak bir evlilik merasimine, doğacak çocukların kilisede vaftiz edilmesine ısrarla karşı çıkıyor olması, giderek artan parasızlığın getirdiği düşkünlükle birleşince, Hans için sonun başlangıcı olacaktır. Hans’ın Katolik kilisesi, dinî evlilik, doğacak çocukların vaftizi gibi konulardaki olumsuz görüşlerinin kendisine olan aşkı nedeniyle zaman içinde değişebileceğine inanan Marie de, bunun olmayacağını anladığında Hans’ı terk edip gidecektir. Sevgilisini hem çocukluk arkadaşı hem de “iyi bir Katolik” olan varlıklı Züpfner’e kaptıran onuruna düşkün Hans, bu ayrılığın verdiği acıyla alkolün pençesinde, giderek sanatını icra edemez hale gelerek, “normaller” tarafından her an aşağılanma, itibarsızlaştırılma kaygısıiçinde, bir kuruşa muhtaç bir duruma düşecektir:

    “Sabah uyandığımda Marie gitmişti. Şaşırmadım. “Gitmem gereken yolda gidiyorum,” yazmıştı masaya bıraktığı kâğıda. Yirmi beş yaşındaydı, daha iyi bir karar verebilirdi. Kızmadım ona. Hemen oturup bir mektup yazdım. Kahvaltıdan sonra bir mektup daha. Her gün mektup yazdım. Onları Bohn’a, Fredebeul’un adresine gönderiyordum. Hiçbir zaman yanıt alamadım.” (s.79)

    Heinrich Böll, bu romanına neden “Palyaço” adını vermiştir? Roman kahramanı neden bir başka bir işi değil de palyaçoluğu kendisine bir meslek olarak seçer? İtalyanca bir sözlük olan Palyaço (Pagliaccio) Türk Dil Kurumu Sözlüğünde, “kendisini seyredenleri eğlendiren, acayip kılıklı, yüzü aşırı boyalı oyuncu” olarak tanımlamaktadır. Şimdi, gözümüzün önüne, bir palyaçoyu getirelim. Nasıldır bir palyaçonun yüzü? Özellikle bir yetişkini güldürmekten ziyade tedirgin eden tuhaf bir yüz değil mi? Sanki bu beyaz ve kırmızı renklerle boyalı yüzün tuhaflığı, biraz da onun gerçek duygu ve düşüncelerini hiçbir zaman ele vermeyen gülümseyişinde saklıdır.“Persona” ya da “maske” kavramlarıyla birlikte düşünüldüğünde bu yüzün, insanlığın en ilkel dönemlerinden bu güne, hem ölüm korkusunu hem de yaşama arzusunu kendinde kaynaştırarak cisimleştirmediğini kim söyleyebilir? Kim bilir belki de Böll, onu romanının başkahramanı yapmakla, sınıflı toplumun “yüzsüzlüğüne” şöyle seslenmek istemiştir: “Tanıyorum sizi ey gafiller! Çıkarın artık maskelerinizi!” Psikanalizin kurucusu olarak kabul edilen Freud, 1919 yılında “#Uncanny” adlı ilginç bir makale kaleme almıştır. Türkçeye “tekin olmayan, tuhaf “olarak çevirebileceğimiz bu sözcük, Freund’a göre, aynı zamanda insandaki en eski duygu olan merakla mayalanmıştır. Hani siz de bilirsiniz, bazen hayatın o “olağan akışı” içinde karşılaştığımız bir yüz, bizde çok eski olduğunu hissettiğimiz silik bir anıyı canlandıracakmış, dip sularımızdan yüzeye, bir cevher çıkaracakmış gibi olur, ancak yüzeye ulaşamadan usulca hafızanın bulanık sularına gömülür. Kimi zamansa sokakta, ansızın karşılaştığımız bir insan yüzü, bize, daha önceden tanıdığımız birini hatırlatan silik bir işaret taşır.

    Hem “tekinsizlik, hem de komiklik özellikleri dikkate alındığında, palyaçonun Batı’da “soytarı”, Doğu’da ise “dalkavuk” olarak adlandırılan insan tipiyle de yakın bir ilişkisi olduğu muhakkaktır. Ancak “görevini” çoğu zaman zengin ve hâkim sınıfın emrinde, saraylarda icra eyleyen bu iki tipi birbirinden ayıran önemli kimi özellikler de vardır. Şöyle ki; bir defa Batı’da, kralın çevresinde bulanabilmek, onunla birebir, dolaysız bir ilişki içinde olabilmenin asgari koşulu insan doğasını yakından tanımanın yanında, hazırcevap olabilmeyi ve keskin bir mizah anlayışını gerektirir. Bu özelliklere sahip olmanın yolunun ise bilimden, sanattan, edebiyattan geçtiğini söylememe ise bilmem ki gerek var mıdır? Bu yüzden Batı’da görevi kralı eğlendirmek olan soytarı, yeri geldiğinde lafını hiç esirgemeyen, taşı hep gediğine koyan bir gözü kara, kimi zaman krala karşı bile cesur bir ifrit kesilebilir. Kralı inceden inceye eleştiren, böylece onun göremediğini ona görünür kılan zeki soytarı tipi, Doğu’ya doğru gidildikçe yerini padişahın gölgesinde dolanıp duran ve adına dalkavuk denilen bir sünepeye bırakır. Romanda palyaço da tıpkı vaftiz babası soytarı gibi, her sahneye çıktığında toplumsal düzeni, toplumsal ilişkileri eleştiren birçok karaktere hayat verir. Ama en çok, burjuva düzenin kokuşmuşluğunu, ikiyüzlü ahlak anlayışını, ince hesaplara dayalı çıkar ilişkilerini sergiler. Bu sınıfın üyelerinin, yalnız kaldıklarında kendilerine bile itiraf etmekten korktukları duygu ve düşüncelerini doğrudan yüzlerine vurur, yabancılaşmış bilinçlerine, huzursuz ruhlarına bir ayna tutar. Öte yandan bu an, bu sınıfın üyeleri için, etkisi oyun boyunca sürecek de olsa bir rahatlama, bir arınma (#katharsis) anıdır. Söz bu sınıfın ikiyüzlü ahlâk anlayışından açılmışken, romandan şu satırları da anmadan geçmek olmaz:

    “Günün birinde Papa’nın çevresindeki kişiler “sokak kadını azlığından” şikâyet ederlerse hiç şaşırmayacağım. Evdeki toplantıların birinde Fuhuşla Mücadele Komitesine üye bir Partiliyle tanışmıştım. Kulağıma eğilip Bohn’daki “sokak kadını azlığından” şikâyet etmişti.” (s.68)

    Ahu Ünsal Batum “Çocuk Edebiyatı Yapıtlarının Öğrencilerin Okumaya Güdülenmesine Etkisi” (2015) adlı doktora tezinde, Heinrich Böll’ ün “Palyaço” (2016) adlı romanında Hans’ın kendisine palyaçoluğu meslek olarak seçmesiyle ilgili şunları söyler:

    Romanın kahramanı, bir gün ailesine palyaçoluk mesleğini seçtiğini söyler. “Toplumda bunca saygıdeğeriş varken palyaçoluk da nereden çıktı?” diye sorarlar. Palyaçomuzun amacı, saygın, ciddi görünen, maskeli insanların ardındaki gülünçlüğü ortaya çıkarmaktır. Her toplumda rastlarsınız, afrasından tafrasından geçilmeyen insanlarla bir iki laf ettiniz mi, üzerlerindeki boya dökülür, altındaki çürük tahta sırıtır. Kahramanımız palyaço, mesleğinde ilerler, sevilmez. Kim sever kendini sırsız bir aynada göstereni, kim tahammül eder, gülünçlüklerini palyaçoda seyretmeyi?

    Hans, başında kırmızı ponponlu beyaz sivri külâhı kırmalı yakasıyla, kırmızı iri düğmeli gömleği, bol paçalı pantolonuyla, beyaza boyalı yüzü ve kocaman kırmızı burnuyla, kısaca o fazlasıyla kendine özgü kılığıyla Bohn’dan Köln’e, Köln’den Koblenz’e sürekli şehir değiştirerek sahne alır. Bu kılık, ona sahnede, her olayı, her sınıftan insanı anlatabilme, ama aynı zamanda her rolü canlandırdıktan sonra, ilginç bir biçimde hep kendine dönüşerek kimseye bezememe özgürlüğü tanır. O, ancak oyun bitip sahnenin arkasına geçtiğinde kendisidir. Ama orada yüzünü temizleyip üstünü başını değiştirdiğinde bile, canlandırdığı karakterlerin ruhlarıyla dopdolu, başkalarının asla ulaşamayacağı, kendinde saklı bir “öteki”dir:

    “Bence bu dünyada hiç kimse bir palyaçoyu anlayamaz; bir palyaço bile öteki palyaçoyu pek anlamaz. (…) Huzur, bir palyaço için çok önemlidir. Başkaları buna “dinlenme” der. Palyaço o anda sanatını tamamen unutur. Başkaları ise ancak bu dinlenme saatlerinde sanatla ilgilenir. Sanattan başka bir şey düşünmeyen sanatkâr insanlar ise ayrı bir konudur. Çalışmadıkları için onların dinlenmeye gereksinimi yoktur” (Böll, 2016: 97-99)

    Yazının başlarında bir sosyal araştırmada, sosyal gerçekliğe nerden bakıldığının, sosyal olgunun nasıl sorunsallaştırıldığının, hangi sosyolojik olgulardan yola çıkıldığının öneminden söz ederek, toplumcu gerçekçi bir anlayışla kaleme alınmış bir edebî eserin de sosyal bir araştırmanın gerektirdiği bu yaklaşıma kayıtsız kalamayacağını söyledim. Böll, “Palyaço” adlı bu romanında, hemen hemen bütün diğer romanlarında da görüleceği üzere, her türlü gerçekliği kendi rengine boyayan toplumsal yapıdan yola çıkıyor görünmekte, ancak romanın başkahramanını da, bu toplumsal yapıyla mücadele edebilecek “ideal tiplerden” seçmektedir. Böll, yaptığı seçimin zorunlu bir sonucu olarak romanda, kahramanlarının psikolojilerini, iç dünyalarını derinliğine vermez. Onları okura, olaylara verdikleri tepkilerle takdim etme, tanıtma eğilimi içinde görünür. Ayrıca olayları, durumları, kişilerin bazen zor ifade edilecek ruh hallerini romana yansıtırken, yazarın, son derece canlı bir üslûp kullandığına şahit oluruz:

    “Zokayı yuttuklarını daha yeni fark edip de gözleri yuvalarından dışarı uğramış balıklar gibi bakıyorlardı.”(s.57) “ Kahvedanlığı masaya getirdi. Başı önünde, tıpkı öfkeli bir piskoposa hizmet eden rahibeyi andırıyordu.”(s.63) “ Açık bavullar, doyurulmayı bekleyen atların ağzı gibi bakıyor bana.” (s.235)

    A. Ömer Türkeş, Radikal Gazetesi’nin Kitap Ekinde (26.03.2013) Böll’ün 1963 yılında yazdığı “Palyaço“ adlı romanının “toplum-birey çatışmasını, Katolik kilisesinin toplumsal hayat üzerindeki bunaltıcı hegemonyasını” toplumda varlığını başka söylemler altına gizlenerek sürdüren Nazi zihniyetini yansıtan bir nitelik taşıdığını söylemektedir. Böll, aslında bu kitabıyla toplumcu gerçekçi bir bakış açısıyla, Alman toplumunu sosyolojiksosyal psikolojik bir yaklaşımla operasyona alır, toplumu adım adım faşizme götüren sürecin bir anatomisini yapar. Öte yandan Katolik mezhebindeki “günah çıkarma” fenomeninden yola çıkıldığında, “Palyaço”yu Alman toplumunun, bir yazarın vicdanında karşılık bulan itirafı olarak düşünmek de olasıdır.“Palyaço”, İkinci Dünya Savaşını bizzat yaşamış büyük bir yazar olan Heinrich Böll’ün, her şeye rağmen insana, umuda olan inancını temsil eder: Romanın sonunda Hans’ın kendi sınıfı olan burjuvaziye, deyim yerindeyse ihanet ederek yaptığı seçimin sonucunda uğradığı onca haksızlığa, onca düşkünlüğe, onca yoksunluğa rağmen doğru bildiğinden şaşmadığını, mücadeleden vazgeçmediğini görüyoruz.

    Kaynaklar
    Böll, Heinrich,(2016), Palyaço, Can Yayınları, İstanbul Goffman, Erving (2014), Damga: “ Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişine Dair Notlar.” Heretik Yayınları, Ankara

    Kızılçelik, Sezgin (1994), Sosyoloji Teorileri, Yunus Emre Ltd. Şti. Yayınları, Konya

    Ünsal Batum, Ahu, (2015), “Çocuk Edebiyatı Yapıtlarının Öğrencilerin Okumaya Güdülenmesine Etkisi” adlı doktora tezi. Erişim Tarihi: 12.11.2017

    Dr. Dufner, Ulrike, Uğur Fügen ve Taşkın Zeynep (2009) “ HeinrichHeine‘nin Hayatı ve Eserleri Dr. HeinrichBöllStiftung Derneği Türkiye Temsilciliği, İstanbul. Erişim Tarihi: 27.10.2017

    Türkeş, A. Ömer, 26. 3. 2013 tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki 09.11.2017

     

    #ZaferDemir #sayı33

     

    admin replied 6 months, 1 week ago 1 Member · 0 Replies
  • 0 Replies

Sorry, there were no replies found.

Reply to: admin
Palyaçolar Ağlamaz* Makale Yazarı: Zafer Demir *B…
Cancel
Your information:

Start of Discussion
0 of 0 replies June 2018
Now