Orhan Veli’nin “Dalga” Başlıklı Şiirini Psikanalitik Açıdan Okumak

  • Orhan Veli’nin “Dalga” Başlıklı Şiirini Psikanalitik Açıdan Okumak

    Tarafından gönderildi admin şu tarihte 15:23'de 11 Temmuz 2024

    Orhan Veli’nin “Dalga” Başlıklı Şiirini Psikanalitik Açıdan Okumak*

    Makale Yazarı: Ersun Çıplak

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI dergisinin Temmuz/Eylül 2019 tarihli 39. sayısında yayımlanmıştır.

    Zamanında Orhan Veli adı geçince kopan şamata bugünden bakınca yer yer komik bir gürültü kirliliğinden başka bir şey değildir. Bu durum o dönemde de aklıselim insanlarda rahatsızlık yaratmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar örneğin, bu konuda net bir görüşe ulaşmak için tartışmayı akılcı bir düzeyde yürütmenin şart olduğunu ifade etmiş ve bir bilim insanı-sanatçı duyarlılığıyla, elbette öznel beğenisini saklı tutarak, konuya farklı bir bakış açısıyla yaklaşmak gerektiğini vurgulamıştır. Tasvir-i Efkâr’ın 4704. sayısında (8 Mayıs 1941) yer alan “Genç Şairlere Dair” başlıklı yazısında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Garip’i yerden yere vurmaya çalışanlara yönelik sözleri şöyledir: “Kendilerinden evvelki nesillerin şöhret miraslarını bu kadar münakaşasızca kabul edenlerin bir kelime ile kendisini mazi üstünde ikrar etmemiş olanların henüz vaat çağında bulunanlara karşı zâlim davranmağa hiç hakları yoktur. […] Hakikatte bizim nesle düşen şey, onları ve mesailerini ciddiye almak, ne yapmak istediklerini anlamağa çalışmak ve her yaşayan edebiyatın zaruretlerinden biri olan devam şuurunu onlara aşılamak yollarını aramaktır. Sadece yenidir diye hücum ile ancak haksızlık yapılır.”(1)

    Bu sözler amacına ulaşmış mıdır, elbette tartışılır. Bugünden bakınca görülen bir şey var: Orhan Veli’nin üzerindeki sis perdesi dağılmamıştır. Orhan Veli’ye yönelik ne Nurullah Ataç’ın Garip dönemi boyunca olumlu izlenimci eleştirisi ve Garip çizgisinden taştığında onu iğnelemesi(2) ne de Asım Bezirci’nin politik yönü ön planda olan eleştirisi(3) bu sis perdesini dağıtma gücüne erişememiştir. Hakkında yazılan yazıların hemen hepsinde Orhan Veli’nin bireysel algılama süreçleri ve dışavurumundan daha çok onun şiirlerinin biçimsel özelliği, anlam yapısı, Garip manifestosu ve onun şiirlerinin bu manifestoya uygunluğu ile ilgilenilmiştir. Ayrıca onun, çoklukla klasik şiirin ön kabullerini yıkması ve erken yaşta ölmesi nedeniyle asıl şiirini yazamadığı konusuna da odaklanılmıştır. Tartışmanın yürütüldüğü istikametlerin bu denli kısıtlı kalması, işin içinde bir kötü niyet aramazsak şayet, fikir çürütme gayesine yoğunlaşmış olan eleştirmenin okuduğu metne ve onunla ilgili daha öncesinde yazılmış olan metinlere körleşmesinden kaynaklanmış olabilir.

    Orhan Veli’nin üzerindeki sis perdesininin tamamıyla dağılmamış olması bu yazılardaki tespitlerin tamamının mesnetsiz olduğu anlamına gelmez kuşkusuz. Bununla birlikte şöyle bir anlam içerir: Bu tespitlerin birçoğu Orhan Veli’nin düzyazı ve söyleşilerinde dile getirdiği görüşleri tekrarlamanın ötesine pek geçememiştir. Bunun için örneğin Turgut Uyar’ın bir ifadesi ele alınabilir: “Garip’ten önceki şiirleri, isteseydi o tarzda usta bir şair olabileceğini gösteriyor bize. Ama ne yaptı o? Acımadan bıraktı onları. Hiç yazmamış gibi anmadı bile. Yeniden çırak oldu. Acemi oldu.”(4) Oysa bunun neredeyse birebir aynısı bir tespiti Cahit Sıtkı Tarancı, Şubat 1951’de, yani Turgut Uyar bu sözleri söylemeden çok daha öncesinde yapmıştı: “1936 yılında Varlık dergisinde ilk yayınladığı vezinli kafiyeli şiirlerle isterse bu yolda ustalaşabilir bir şair olduğunu bize kabul ettirdikten sonra, ama ben bu değilim, gerçek şiir bu değildir edasile, yine aynı dergide şeklinden muhtevasına kadar her şeyiyle birçoklarını şaşırtan yepyeni şiirler yayınlardı.”(5) Daha da geriye gidilirse Cahit Sıtkı Tarancı’nın tespitinin izleri, Orhan Veli’yle Sait Faik’in yaptıkları ve 2 Şubat 1947’de Yedigün’de yayımlanan söyleşide bulunabilir: “O zamanki yazdığım şiirler alışılmış tarzda şeylerdi. Daha doğrusu kötü şiirlerdi. Şairlerden kötülerinin bile etkisi altında yazardım. Bir gün geldi. Eski şiirlerden bıktık. İstedik ki biraz daha farklı olsun.”(6)

    Konuyu derinleştirmek için bu noktada bir örnek daha verilebilir. Soldan gelen eleştiriler genellikle Orhan Veli’nin bir siyasi fikri şiirle savunmaktan ziyade halkın beğenisini arayıp bulmaktan bahsettiği “Garip” önsözüne odaklanmıştır.(7) 1940 toplumcu şairlerine göre Orhan Veli, Nâzım Hikmet’i kastetmiştir bu sözleriyle. Üstüne bir de “Kızılcık”(8) başlıklı şiiri yayımlaması, tabiri caizse ipleri tam anlamıyla koparmıştır. Bu kırılma noktasının öncesinde toplumcu şairler 1941 tarihli “Garip” önsözünde yer alan şu ifadelerdeki örtük anlamı nasıl olup da görememişler, şaşırmamak mümkün değil: “Tarihin beğenerek andığı insanlar daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir ananeyi yıkıp yeni bir anane kurarlar […] Bir insan kurduğunu mükemmelleştiremeyebilir. Fakat kendisini hemen takip edecek olana bir temel tevdi eder. […] Bu insan bir davanın bayraktarı, sıra neferi veya fedaisi demektir. Bir fikir uğrunda fedai olmayı göze almış insan takdirle, minnetle karşılanmalıdır. Bununla beraber fedai olmayı göze almış insanın ne takdire ihtiyacı vardır, ne de teşvike. Çünkü bunlar ondaki emniyet hissine hiçbir şey ilave etmeyecektir. En koyu irtica hareketlerinin, cesaretinden hiçbir şey eksiltemeyeceği gibi.”(9) Yoğunluğu sürekli artan sürtüşmelerin ardından nihayet 1 Mart 1950’de yayımladığı bir yazıyla toplumcuları yine Orhan Veli yatıştırmıştır: “Bu satırları, kültür propagandasının önemini belirtmek için yazıyorum. Nâzım Hikmet’i övmek için değil. Nâzım Hikmet için söylenmesi gereken sözlerin şu üç beş satıra sığmayacağını bilirim. Ayrıca bu kadarcık bile söylemenin suç sayılacağını da bilirim. Bugüne kadar, değil yazı yazmak, iki üç dostumuzla konuşurken dahi onun adını ağzımıza alamazdık.”(10)

    “Kitabe-i Seng-i Mezar” gibi şiirler bir küçük burjuva şairin, şiiri konuşma diline yaklaştırma teşebbüsünün ürünü olarak değerlendiriledursun(11) ki Orhan Veli sıklıkla kendini küçük burjuva olarak nitelendirir, Nâzım Hikmet’e hakaret edildiğini düşünmesi kendisi için belirleyici olsa gerek ki Memet Fuat “Garip” önsözündeki bu işareti okumamakta direnmiştir. Buna bağlı olarak da Yaprak dergisi ile daha halkçı bir söyleme bürünen Garipçilerin 1940 kuşağı toplumcu şairleri tarafından coşkuyla karşılandığını ifade etmiş ve bu detayı göz ardı etmeye devam etmiştir. Dolayısıyla Memet Fuat’ın Garip’e yönelik eleştiri ve değerlendirmelerinin kısır kaldığı ileri sürülebilir.(12) Fakat şunu es geçmemek lazım: Memet Fuat(13), Asım Bezirci’nin(14) derlediği Orhan Veli’nin yazılarını eleştirirken şiirlerinin de nasıl derlenmesi gerektiğine dair bir öneri getirmiş ancak bu titizlikle hazırlanmış öneriye Adam Yayınlarında kendisi bile nedense uymamıştır.

    Bu noktada bir tek Mehmet H. Doğan konunun düğüm noktasına oldukça yaklaşmış, toplumcuların göremediği üstü örtük mesajı görmüş ancak yalnızca sanat bağlamında yorumlamıştır.(15) Sadece yaklaşmıştır çünkü. Oysa Orhan Veli o sözlerine “Tarihin beğenerek andığı insanlar daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir ananeyi yıkıp yeni bir anane kurarlar” diyerek başlamıştır.(16) Böylece hem Garip hem de 1940 toplumcu şairlerin meramının aynı ya da çok benzer olduğu ve aynı halkı anlattıkları görülene kadar uzun bir süre geçmiştir.(17)

    Cemal Süreya(18), Turgut Uyar(19) ve Edip Cansever(20) gibi şairlerin Orhan Veli’ye bakışı elbette yanlıdır. Başka türlüsü de beklenemez zaten. Kendini antitez olarak konumlandıran bir şiir anlayışının, altını oymaya çalıştığı isimlerin şiirlerini hemen her koşulda olumlamaktan uzak durması gayet haklı ve anlaşılabilir gerekçelere dayanır. Bununla birlikte şair olmanın yanı sıra önemli bir eleştirmen de olan Ahmet Oktay gibi bir ismin, Garip ve Orhan Veli’ye dair tespitlerinin barındırdığı kusurlar dikkat çekicidir. O hâlde Ahmet Oktay’ın “Orhan Veli’nin Yeri” başlıklı yazısındaki aksaklıklar nelerdir, öncelikle bunun üstünde durmak gerekiyor.(21)

    Birincisi, Ahmet Oktay, gerek Orhan Veli’nin gerekse de Garipçilerin girişimlerini devrim açısından değerlendirip hüküm vermiştir: “İşte bir öncü olan Orhan Veli’nin bu noktayı unutmaması gerekirdi. Devrim kelimesi, bünyesinde yıkıcılığı olduğu kadar, yapıcılığı da taşır. Devrim hareketine girişen bir sanatçı, varacağı noktaları işin başlangıcında bilmek zorundadır. Aksi halde giriştiği işi yanlış yollara sürükler. Orhan Veli yıkıcılık hareketinde başarılı olmuşsa da, yeni ve milli bir sanatın ilkelerini koyamamıştır.”(22) Dikkat edilirse Orhan Veli yıkıcı ve yapıcı olma ama hepsinden önemlisi ön açma ve bir yeniliğin nefer olma hususuna değinerek Ahmet Oktay’ın bu eleştirisini çok daha öncesinde bertaraf etmiştir.(23) Orası ayrı… Ancak Ahmet Oktay’ın devrim konusundaki tespitinde çok daha başka hatalar vardır. Bunları görmek için örneğin Vladimir İlyiç Lenin’in Karl Kautsky’ye yönelik eleştirilerine bakılırsa Ahmet Oktay’ın bu görüşleri nedeniyle Karl Kautsky kanadına savrulduğu görülebilir.(24) Buna neden olan devrimcinin varacağı noktayı önceden bilmesine vurgu yapmasıdır. Oysa bu görüş tam anlamıyla mekanik materyalist, küçük burjuva bir anlayıştır. Eğer işler yolunda gitmezse küçük burjuva depresyona girer. Karl Marks, Fransız İhtilali ve sonrasında Louis Bonaparte dönemindeki küçük burjuvaların tepkilerini incelemiş, neredeyse onların karakter analizini yapmış ve tarihe sunmuştur.(25) Ayrıca Vladimir İlyiç Lenin Devlet ve İhtilal’i takdim ederken kitabı aslında iki cilt tasarladığını, ancak devrim başladığı için bu cildi yazmaktansa devrimi yaşamaya odaklandığını belirtmiştir coşkuyla.(26) Yani iş Ahmet Oktay’ın dediği gibi olsa Vladimir İlyiç Lenin bu cildi ne olursa olsun yazardı. Oysa devrim önü sonu kestirilemez bir sınavdır, yani pratiğin teorinin ne derece kuvvetli kurulduğunu doğruladığı-yanlışladığı geriye dönüşlerin de yaşandığı bir süreç. Vladimir İlyiç Lenin’in asıl derdi bunu anlatmak aslında. Örneğin İran İslam devrimi de pek çok insanı yanıltabilirdi ki neticesinde öyle de oldu. Heyecanlı Michel Foucault yanıldı.(27) Ayrıca Fransa’da İç Savaş’ın muhtelif yerlerinde Karl Marks’ın Paris Komünü’nün eksikliklerini de belirtmiş olması biraz da gelecekteki girişimleri bu hatalara karşı uyarmak açısından da okunabilir.(28) Aksi takdirde öngörülemezin kuvveden fiile çıkma ihtimali güçlenebilir. Bu noktada Ahmet Oktay, Orhan Veli konusunda tam da kendi toplumsal varlığının sınırlılığına saplanıp kalmıştır. Oysa Orhan Veli en azından 1941’de “Garip” önsözünde ifade ettiği pek çok hedefe ulaşmıştır. Hatta Garip’in sonradan evrileceği yönü stratejik ve taktiksel olarak hesaplamaya başladığı bile söylenebilir. Erken ölmesi nedeniyle tam anlamıyla uygulaması mümkün olmamıştır, o başka: “Şimdilik vezne, kafiyeye bağlanmamak lazım. Sonra faydalanılabilir.”(29)

    Bununla birlikte Ahmet Oktay’ın tespitlerindeki diğer sorun şuradadır: Mehmet H. Doğan(30) gibi Ahmet Oktay da Orhan Veli’nin şiir yazarken psikanalizden hiç yararlanmadığını, bu şiirlerin derinlikten yoksun olduğunu öne sürmüştür: “Orhan Veli’de, ahlâk, sosyal düzen tarafından baskı altına alınmamış, gerçek durumunu değiştirmemiş duygunun ancak şuuraltında bulunacağını kabul ediyordu. Buna rağmen gerçek anlamıyla bir sürrealist değildi. Freud’a göre, çocukluk yıllarından itibaren türlü baskılar sonunda duygularını alt şuura iten insan, rüyada çözülme “refoulement” hâlinde bu duygularını açığa vurur. Yine Freud’a göre, alt şuura itilen bu duygular cinsî hislerimizle, libidoyla ilgilidir. Freud’u olduğu gibi benimseyen sürrealistlerin bu libidoya ait sembol ve imajlarına Orhan Veli’de rastlanmaz. O, sadece Breton’un ifade ettiği “ruhî otomatizmi” alıyordu. Şekilden kurtulmak, bunu haklı göstermek isteği ruhî otomatizm fikriyle yakından ilgilidir.”(31)

    Bilindiği gibi Orhan Veli “Garip” önsözünü yazdığında Sigmund Freud ve psikanalizden haberdardır. Türkiye Cumhuriyeti siyasetinin brakisefal ve dolikosefal sınıflandırmasını yapan Eugene Pitard’a(32), akademisinin de dönemin siyaseti gereği, Nazi iş birlikçisi Alman psikiyatrist Ernst Kretschmer’e(33) kıymet verdiği bir dönemde Orhan Veli biraz da sürrealistlerin etkisiyle olsa gerek Sigmund Freud’un kuramından yana tercihini kullanmıştır. Bu durumda, artık cevap veremeyeceğini bile bile Ahmet Oktay’a, ve hatta onun adına bu yazıya şerh koymaya çalışacak olanlara şöyle bir soru yönlendirilebilir: Bir şair ne şekilde bir şiir yazarsa psikanalizden yararlanmış sayılır? Ayrıca bir şiirin derin olması şairin psikanalizden yararlanmasıyla mı yoksa şiirin psikanalitik yorumlanmasıyla mı ölçülür? Bunu erken bir şekilde cevaplamak gerekirse, Orhan Veli psikanalizden, şiirlerini kurarken değil daha çok poetikasını kurarken yararlanmıştır. Ayrıca onun bazı şiirleri ki asıl önemli olan budur, psikanalitik okumaya gayet uygundur. Bunun için Metin Eloğlu’na göre, hiç evlenmeyen Orhan Veli’nin gerektiğinde ne kadar numaracı olduğunun bir göstergesi sayılabilecek(34) “Eski Karım” başlıklı şiire bakılabilir:
    ESKİ KARIM
    Nedendir, biliyor musun;
    Her gece rüyama girişin,
    Her gece şeytana uyuşum,
    Bembeyaz çarşafların üstünde;
    Nedendir, biliyor musun?
    Seni hâlâ seviyorum, eski karım.
    Ama ne kadınsın, biliyor musun!(35)

    Sigmund Freud Rüyaların Yorumu’nu tamamıyla “arzu giderme” olgusu üzerine kurmuştur. Uyku anında bilincin işlevi azalır; bilinç dışı malzeme, yer değiştirme ve yoğunlaştırma mekanizmalarının işe karışmasıyla sansürü aşarak rüyaya dönüşür; böylece arzu doyuma ulaşır.(36) “Eski Karım”a yeniden bakılırsa tam da arzu giderme kavramının öne çıktığı görülebilir. Buna ek olarak onun şiirlerinde psikanalitik açıdan yorumlanabilecek başka unsurlar da yer almaktadır. Bunun için Ali K. Metin’e göre de Orhan Veli’nin basitlik ilkesine dayanan şiirlerinden farklı bir şiir olan(37) “Dalga”ya bakmakta yarar var:

    DALGA
    Mesut sanmak için kendimi
    Ne kağıt isterim, ne kalem;
    Parmaklarımda cıgaram,
    Dalar giderim mavisinden içeri
    Karşımda duran resmin
    Giderim, deniz çeker;
    Deniz çeker, dünya tutar.
    İçkiye benzer bir şey mi var,
    Bir şey mi var ki havada
    Deli eder insanı, sarhoş eder?
    Bilirim, yalan, hepsi yalan;
    Taka olduğum, tekne olduğum yalan;
    Suların kaburgalarımdaki serinliği,
    İskotada uğuldayan rüzgar,
    Haftalarca dinmeyen motor sesi,
    Yalan.
    Ama gene de,
    Gene de güzel günler geçirebilirim;
    Geçirebilirim bu mâvilikte,
    Suda yüzen karpuz kabuğundan farksız,
    Ağacın gökyüzüne vuran aksinden,
    Her sabah erikleri saran buğudan,
    Buğudan, sisten, ışıktan, kokudan…
    II
    Ne kağıt yeter ne kalem,
    Mesut sanmam için kendimi.
    Bunların hepsi… hepsi fasafiso.
    Ne takayım, ne tekneyim.
    Öyle bir yerde olmalıyım,
    Öyle bir yerde olmalıyım ki,
    Ne karpuz kabuğu gibi,
    Ne ışık, ne sis, ne buğu gibi…
    İnsan gibi.(38)
    “Dalga”nın ilk dizgesinde dikkat çekici bir karşılaştırma bulunmaktadır: Bir yanda kâğıt kalem, diğer yanda bakarken dalıp gidilen bir resim… Aslında bu tema hiç de yabancı değil okura, Orhan Veli’de sürekli ortaya çıkıyor: “Galata Köprüsü”, “Bakakalırım” ve “Böyle de Yatılmaz ki” bu şiirlerden ilk akla gelenler. Diyebiliriz ki Orhan Veli hep bakmıştır ama bu bakışta bu sefer derinlemesine incelenmeyi hak eden bir farklılık var. Şiirdeki persona, elinde sigarası bir resme bakıyor ve bu resmin mavisine dalıp gidiyor. Resimle ilgili başka bir malumat yok.

    İkinci dizgede ise denizin çekmesi ve dünyanın tutmasından yola çıkılırsa bu resmin bir deniz manzarası olduğu düşünülebilir. Elbette Orhan Veli çıplak ya da nü kadınlara da bakar ama bu şiirde değil, çünkü metin bu çıkarımı desteklemiyor. Mavi bir kadın Orhan Veli’den beklenmeyecek kadar sürrealist bir figür olurdu. Dolayısıyla Hasan Akay’ınki gibi bir yorum üretemeyiz: “Yoksa, ‘Kimbilir arkasında neler vardır?!’ diye gözleri meraktan çıldırtacak kadar güzel ve ince giysili bir vücuda –yani nefs’e ve nefs’in boynuna bağını kolayca geçiriveren fettan bir kadın olarak düşünülen ‘dünya’ya- ulaşamama, onu ele geçirememe kaygısının çılgınca dile getirilişi midir? Bunun ‘anlamı’ var mı ya da ‘anlamı’ nedir?”(39) Hasan Akay’ın bu sözleri belki de Orhan Veli’nin düzyazılarında Büyük Doğu ve Sebilürreşad gibi dergileri eleştirmesine yönelik bir tepkiden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Hasan Akay’ın yaptığı yapısökümcü okuma değil, olsa olsa yapısöküm adı altında kendi fantezisini Orhan Veli’ye yansıtma olarak adlandırılabilir. Kaldı ki Jacques Derrida’nın örneğin Khōra’da “pharmacon” kelimesi üzerinden gerçekleştirdiği işlem bambaşkadır zaten.(40) Anlaşılan o ki Hasan Akay’ın mutlu olması, Orhan Veli’nin dirilip geçmiş yaşamındaki günahları için tövbe etmesine bağlı. Hasan Akay, en iyi niyetli tahminle, Orhan Veli’nin tüm yazdıklarını okumamanın kurbanı olmuştur büyük ihtimalle. Oysa Orhan Veli ne demişti bir zamanlar: “Bir kitabı tenkit edebilmek için ilk şart, o kitabı başından sonuna kadar okumaktır. Anlamak, anlamamak daha sonra gelir.”(41) Dolayısıyla yola Hasan Akay’ın yanılgısının üstünü çizerek devam etmekte yarar var. O hâlde dayanak noktası nereden bulunacak?

    Maurice Merleau-Ponty “Sanat ve Algı Dünyası” başlıklı metninde müzik açısından önemli olanı, “Burada yapılacak tek şey dinlemek, içimize kapanmadan, anılarımıza ve duygularımıza dönmeden, işin içine besteciyi bile karıştırmadan dinlemek. Şeylerin kendisine bakarken algı düşlerimizi nasıl işin içine karıştırmıyorsa aynı öyle.” şeklinde ifade etmiş ve eklemiştir: “yazında da buna benzer bir şey söylenebilir.”(42) Maurice Merleau-Ponty’nin fenomenolojiye ilişkin bu açıklaması bu şiiri anlamlandırmaya çalışılırken kullanılabilir mi? Tabii ki de… Şiirin ilerleyen kısmında tıpkı Maurice Merleau-Ponty’nin dediği gibi bir içe kapanma, anılara ve duygulara dönme meydana gelmektedir. Yani şiirin sonraki dizgelerinde, özellikle de üçüncü dizgeden sonra izlemeyle karakterize olan “okyanus duygusu” nev’inden bu sükûn hâli bozulmaktadır “yalan” tespitiyle. Ama öncesi daha önemli…

    Orhan Veli “Baharın Ettikleri” başlıklı öyküsünde şöyle bir ifade kullanmıştır: “Saadet nedir? Herkes saadeti tanımış mıdır bu dünyada? Bu meseleler üzerinde uzun uzun konuşmak mümkün. Kim bilir, belki o zaman ben de bu söylediğim sözden vazgeçerim. Ama zaman zaman ben de kendimi mesut sansam ne çıkar? Büyük saadetlerden hiçbir vakit nasibim olmayacağına göre bunlarla avunayım bari.”(43) Bu ifadede “sanmak” fiilinin vurgulandığı açıktır. Sanmak, aldanmak, avunmak ve kapılıp gitmek fiilleriyle aynı çağrışım alanına (thesaurus) ait gibi duruyor bu noktada. Elde sigara, tüm dertlerden azade bir resmin mavisine dalıp gitmenin küçük burjuvaya özgü bir davranış olduğu düşünülebilir; en azından proletarya ve sıradan halka ait bir davranış olmadığı bir gerçek…

    Şimdi de öyküden şiire giderek bir soru sormak lazım: Büyük saadetlerden kasıt nedir, şiirde ne şekilde ortaya konulmuştur bu? Taka ve tekne olmak ile suda yüzen karpuz kabuğu olmak arasında bir uzlaşmaz çelişki gizli. Dolayısıyla şiirin ana fikrinin, öyküye dönüşmüş bir anı parçacığının altyapısını oluşturan şöyle bir izlenimden kaynaklanıyor olması ihtimal dâhilinde: “Kendini anafora kaptırmış, kıyı kıyı giden saman çöpleri, karpuz kabukları mı? Suyun içinde beyaz beyaz açılıp kapanan, avuç içinde bir anda dağılıveren denizanaları mı?.. Saymakla bitmiyor ki!”(44)

    Artık ikinci dizgeye geçilebilir. Burada bir “arada kalmışlık” durumu dikkati çekmektedir ve “Deniz çeker, dünya tutar” sözcesiyle aktarılır bu. Şimdi de Orhan Veli’nin öykülerinden birinde yer alan şu ifadelere bakılabilir: “Ölümü düşündüm. Ölümlerin en kötüsü, bir bataklıkta, çırpına çırpına, ümidin her an biraz daha azaldığını göre göre ölmekmiş gibi duymuştum. O geldi aklıma. Deniz uğruna, denize el sürebilmek uğruna ölüm! İstemiyorum ölmek! Oysaki bundan evvel kaç defa ölüme razı olmuştum. Razı olmak da değil, intihar etmeyi bile düşünmüştüm. Kimileri derler ki intihar bir irade işidir. Ben buna inanmıyorum. İntihar bir iradesizliktir. Dünyadaki güçlükleri yenebilen, o iradeyi gösterebilen kimse kolay kolay ölüme razı olmaz.”(45) İşte bu noktada aslında kapılıp gitmeyle karakterize olan bilinçdışı imgelem ve kendini bilmekle karakterize olan bilincin kendilerine has yöntemlerle egemenlik kurmak istedikleri bir alan ortaya çıkmaktadır sembolik düzeyde, yani önbilinç. Şiirdeki persona henüz aradadır, uyanmamıştır ama çok sürmeyecektir bu durum. Derken üçüncü dizgenin ilk dizesi gelir: “Bilirim, yalan, hepsi yalan”. “Sanmak” fiilinin vurgulandığına işte bir kanıt daha…

    Şiir personasının güzel ve yücenin kaynağı olarak karşısında duran ve bakmaktan estetik haz duyduğu resimle arasındaki akış geçmişte kalmıştır artık. Maurice Merleau-Ponty’ye göre bunun nedeni yukarda da görüldüğü gibi içe kapanma, anılara ve duygulara dönme başta olmak üzere öznel ve besteci özelinde sanatçı olmak üzere nesnel şartlardan kaynaklanabilir. Orhan Veli’de de aynen öyle oluyor, bir düşünce akışı sekteye uğruyor. Denizin çektiği, dünyanın tuttuğu persona bu arada kalmışlığından kurtulurken her şeyin yalan olduğunu haykırır. Önce gerçekliğini yeniden kavrar (“Taka olduğum, tekne olduğum yalan”), sonra nesnel koşulları içinde neler yapabileceğini bilir (“Gene de güzel günler geçirebilirim”) ve en sonunda da nasıl olması gerektiğini tasavvur eder (“İnsan gibi”): “Ah biz küçük burjuvalar, ne sahte, ne yalandan ibaret insanlarız. Her şeyimiz yalan. En küçük yalanı, düpedüz yalan söylediğimiz zaman söyleriz.”(46) Bu bir özeleştiridir, daha doğrusu, sanatçı ile sanatsevici olmak arasındaki ayrıma işaret eder: “Küçük burjuvanın hayatını anlatan, onun zaaflarını, onun adiliklerini gösteren hikâyelerden illallah dedik artık. Bütün ıstıraplar aşktan doğuyor. Oysaki öte yandan milyonların, milyarların ıstırabı var. Ama ne yazık ki biz o insanı tanımıyoruz. Girmişiz küçük burjuvanın içine, yuvarlanıp gidiyoruz.”(47) Orhan Veli önemli bir sorunu, halkçı sanat ile küçük burjuva sanatı arasındaki çatışmayı şiir içinde çözmeye çalışmıştır.

    Bu durumda bir kırılma yaşanmış ve şiirin zamanında bir kayma olmuştur. -meli/-malılarla ifade edilen bir gelecek tasavvuru ortadadır şu durumda. Orhan Veli böylesi bir kendini bırakma duygusundan rahatsızlık duyar, bu yalnızca bu şiire özgü değildir. Nahit Hanım’a yazdığı bir mektupta yer alan şu ifadeler bu çıkarımı desteklemektedir: “Telefonu kapattığım zaman sesini hafif de olsa birkaç dakika işitmiş olmaktan mütevellit bir memnuniyet duyuyordum. Aradan beş on dakika geçti geçmedi, içimi müthiş bir hüzün kapladı. Senden yeniden ayrılmışım gibi oldum. Sanki yine uzun zaman görüşemeyecekmişiz gibi geldi. Bu hissi şuurumla yenmeye çalıştım.”(48) İhtiyaç duyulduğu anda yardıma koşan şuur ve irade… Artık şiirin en başına tekrar dönmek gerekiyor.

    Burada Orhan Veli’nin bizzat kendisinin kendini anlattığı bir anı gündeme getirilebilir: “Bir yıl deniz görmesem bir hoş olurum. Hele bir de bahar gelmez mi, buram buram yosun kokuları tütmeye başlar burnumda. Bu kokuyu ilk olarak bir kara şehrinde, bir bahar sabahı, okula giderken duymuşumdur. Bana daha küçüklük zamanlarımı hatırlatan bu kokuda bir takım somut hayaller de vardır. Bir Boğaziçi köyü, kolumda gene mektep çantam, sisli yahut güneşli bir sabah, bütün bir kışı kıyıda geçirmiş dalyan direkleri…”(49) Bu ifadelerde bir muğlaklık seziliyor: Bir kokuyu ilk kez duymak, o kokunun daha küçük zamanları hatırlatması ama ne hikmetse yalnızca kokunun ilk duyumsandığı anın anlatılması.

    Orhan Veli sadece şiirlerinde değil gerçekte de bir şeyleri anlatamıyor. Bunun için şuraya dikkat etmek lazım: Anı değil hayal… Şiirdeki persona geçmişi kastediyor ama geçmişe dönmüyor, anıyı anlatsa doğrudan geçmişe dönmüş olacak; böyle söylemesine rağmen geçmişte durup geleceği anlatıyor, hayalini yani. Dolayısıyla burada bir işaretin gizli olduğu düşünülebilir. Bu anlatılan bir “perde anı”nın itirafıdır aslında. Bu itirafı ortaya koyan unsur, sansür mekanizmasının bilinçdışı malzemeye bilince çıkma izni vermesiyle sınırlı.(50) Bilindiği gibi bu izin çoğu durumda perde anıyla mümkün… İşte bu perde anının irdelenmesi, okuru ne yazık ki psikanalitik edebiyat incelemesinden daha çok yazarın psikanalizine götürecektir ki bu kabul edilebilir bir şey değildir. Bu nedenle burada bırakmakta yarar var.

    Ancak yine de şu kadarı söylenebilir: Sigmund Freud Haz İlkesinin Ötesinde başlıklı eserinde “Algılama ben için idde dürtülerin oynadığı rolü oynar. […] Bd fikirlerin Bi’e çıkması için bağlantı halkalarının üretilmesi gerekirken, doğrudan iletilen duygular için buna gerek yoktur. Başka türlü söylemek gerekirse; Bi ve Bö arasındaki fark, duygular açısından hiçbir anlam taşımaz. Bö burada devreden çıkar; duygular ya bilinçli ya da bilinçsizdir. Bunlar sözel ifadelere bağlı oldukları zaman bile, bilinçli hale gelmeleri bu koşul yüzünden değil, doğrudan doğruyadır. […] görsel düşünmede kural olarak yalnızca düşüncenin konusu bilince çıkmakta, bu konunun çeşitli öğeleri arasındaki ilişkiler –ki düşünceleri özellikle niteleyen de bunlardır– görsel bir ifade bulamamaktadırlar. O halde resimlerle düşünmek ancak çok eksik bir bilinçli olma biçimidir. Ayrıca bu, bilinçdışı süreçlere sözcüklerle düşünmekten daha yakındır ve kuşkusuz ki bireyoluş ve türoluş açısından da ondan daha eskidir.”(51) Gerek yukarıda anılan perde anı gerekse de resmin mavisine dalıp gitmek derinlerde bir şeyler olduğunu gösteriyor olabilir. Bir duygudan, anlatılamayan bir şeyden duyulan rahatsızlık seziliyor burada. Bu rahatsızlıktan iradesiyle kurtulmaya çalışıyor persona ancak kurtulamıyor. Artık kâğıt ve kalemin kendini mesut sanmaya yetmediği bir noktaya gelinmiştir.

    O hâlde nedir Orhan Veli’nin kurtulmaya çalıştığı bu duygu, anlatamadığı, dayanılır gibi olmayan dert, kâğıt kalemden ziyade dalıp gittiği resimdeki anlam? Mavisine dalıp gittiği resimde etkileyici olan şey nedir? Artık geçmişte kalmış bir olay yaşanırken hissedilen ve sonrasında bağlı olduğu olaydan kopup özerkleşen bir duygu olabilir mi? Tıpkı histerinin mekanizmasında olduğu gibi…(52) Bu soruları yanıtlamak için yine psikanalizden yararlanılabilir. Sigmund Freud kendine gelen mektuplardan birinde ölümsüzlük duyumu ile ilişkili okyanus duygusu olarak adlandırılan bir duygunun dinin kaynağı olarak gösterildiğini ifade etmiş ve bu fikre katılmadığını belirtmiştir: “Her şey bir yana, bir duygu ancak kendisi güçlü bir gereksinimin anlatımı ise erke kaynağı olabilir. Dinsel gereksinimlerin çocukların çaresizliğinden ve bunun uyandırdığı baba özleminden türeyişi bana yadsınamaz gibi görünüyor, özellikle bu duygu yalın olarak kendini çocukluk günlerinden başlayarak sürdürmediği, tersine, yazgının üstün gücü önündeki endişe tarafından sürekli olarak saklandığı için. Çocuklukta babanın korumasına gereksinim denli güçlü bir gereksinim daha olduğunu sanmıyorum. Böylece sınırsız narsisizmin yeniden kuruluşu gibi bir şey için çabalayabilecek olan okyanus duygusunun rolü öntasardan dışlanır. Dinsel tutumun kökeni duru anahatlarda geriye çocukluk çaresizliğinin duygusuna dek izlenebilir.”(53) Kısacası Sigmund Freud okyanus duygusunu dinsel gereksinimle ilişkilendiriyor ve bunu da kendini çaresiz hisseden çocuğun babaya yönelmesine bağlıyor. Aslında az önceki soruların cevapları, çekince belirtilerek sorgulamaktan vazgeçilen perde anıdadır. Bunun yanıtsız bırakılmasına rağmen yine de Sigmund Freud’un okyanus duygusunun neliğine ilişkin sözleri ile bakışımlı değerlendirilebilecek bir ipucuna değinilebilir: “Yine bir ‘ailevî’ gezi. Yine sus-pus Orhan. Son ‘memuriyet’ine de dayamış bir gün önce ‘istifa’yı. Işıl ışıl bir mayıs gününde geziniyorlar. Ankara’da. Baba değil mi, elbette öğütleyecek oğulcağzını: ‘Evlâdım, delikanlılığın helâl olsun ya; şu işleri, hani şiir miir gibi oyalantılarını saat 5’den sonra, ve de cumartesileri, pazarları yapsan olmaz mı?’ Orhan, ertesi gün, İstanbula ‘hareket’ etmiş.”(54)

    Burada babasından destek görmek ihtiyacı duyarken hayal kırıklığına uğrayan Orhan Veli’yi görmemek mümkün değil. Benliğini koruma altına almak için tartışmaktan kaçınan ve alıp başını giden bir Orhan Veli. Bu çaresizlik durumunun izine Nahit Hanım’a yazdığı bir mektupta da rastlanır: “Bugün için sana da bana da bu kadar imkânsız görülen bir saadet günün birinde gerçek olabilirse, bütün ömrüm içindeki kayıplarımdan hiçbirine üzülmeyeceğim. Yalnız o sevinç bana kâfi derecede yaşamış olmak için yetecek. O büyük, o yegâne saadet için Allah’a mı, talihe mi, yahut herhangi başka bir şeye mi, neye inanmak lazımsa inanmak istiyorum.”(55)

    Acizlik durumunda, çok istenen şeyin gerçekleşmesi için tanrıya inanmayı taahhüt etmek; Orhan Veli bununla neyi kastediyor? Eğer dine yönelme olgusu baba tarafından korunma eksikliğini ödünleme yolu ise Nahit Hanım’a yazılan bu sözler nasıl açıklanır? Sakın bu noktada karşıt tepki geliştirme süreci sekteye uğramış olmasın… Babaya duyulan öfkenin sevgiye dönüşmesi yani; böylece öfkenin yerine geçen, babaya olduğu kadar, belki ondan daha çok anneye duyulan, eksikliği acizlik yaratan sevgiyi sevgiliye yöneltme ve ondan karşılık görme ihtiyacı belirliyor olmasın şiirdeki personanın ve Orhan Veli’nin davranışlarını? İşte bu noktada, son düzlükte durup biraz soluklanmak gerekiyor.

    Orhan Veli’nin mizah anlayışının gelişmiş olduğundan bahsedilir. Boris Cyrulnik’e göre mizah, geçmişinde travma olan insanların kendini toparlarken yararlandığı bir enstrümandır.(56) Peki, Orhan Veli babasına öfkesini saldırganlık olarak dışa vurmayıp neden çekip gitmeyi tercih etmiştir? Cevabı elbette bağlam gereği Sigmund Freud’da aramak lazım: “Sevgisiz yetiştirilmiş başı boş çocuklarda ben ve üst-ben arasındaki gerilim eksiktir, bütün saldırganlıkları dışarıya yönelebilir.”(57) Oysa Orhan Veli’de ben ve üstben arasındaki gerilimin izleri “Dalga”da çok net görülür. İnsan gibi yaşama isteği üst-bende gerçekleşen vicdani muhakemeyi gerektirir. Ben ise gerçeklik ilkesini devreye sokarak tercih yapabilmeyi… Ayrıca şunu da eklemek lazım: Orhan Veli annesinden sevgi görmüştür ve buna bağlı olarak da onu üzmeye gönlü razı olmaz. Şu dizeler bunu net bir şekilde ortaya koyuyor:
    İstanbul’un orta yeri sinama;
    Garipliğim, mahzunluğum
    duyurmayın anama(58)

    Kısacası Orhan Veli’nin “Dalga” başlıklı şiiri tüm bunları düşündürecek denli derinlikli bir şiirdir. Mehmet H. Doğan ve Ahmet Oktay bu noktada yanılmıştır.

    1 Ahmet Hamdi Tanpınar, “Genç Şaire Dair”, Edebiyat Üzerine Makaleler, Haz. Zeynep Kerman, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2005, s. 425-426.
    2 Nurullah Ataç, Karalama Defteri ile Sözden Öze, Can Yayınları, İstanbul, 2000; Nurullah Ataç, Okuruma Mektuplar, Can Yayınları, İstanbul, 2000; Nurullah Ataç, Dergilerde, YKY, İstanbul, 2000.
    3 Asım Bezirci, Orhan Veli: Yaşamı, Kişiliği, Sanatı, Eserleri, Evrensel Yayınları, İstanbul, 2003.
    4 Turgut Uyar, Korkulu Ustalık: Şiir Üzerine Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar. Bir Şiirden, Haz. Alaattin Karaca,
    YKY, İstanbul, 2009, s. 27.
    5 Cahit Sıtkı Tarancı, Yazılar: Makaleler, Konuşmalar, Yanıtlar, Can Yayınları, İstanbul, 1994, s. 75.
    6 Orhan Veli, “Rakı Şişesinde Balık Olmak İsteyen Şair”, Şairin İşi: Yazılar, Öyküler, Konuşmalar, YKY, İstanbul,
    2003, s. 356.
    7 Orhan Veli, “Garip”, Şairin İşi: Yazılar, Öyküler, Konuşmalar, YKY, İstanbul, 2003.
    8 Orhan Veli, “Kızılcık”. Bütün Şiirleri, Adam Yayınları, İstanbul, 2005, s. 56.
    9 Orhan Veli, “Garip”, Şairin İşi: Yazılar, Öyküler, Konuşmalar, YKY, İstanbul, 2003, s. 14-15.
    10 Orhan Veli, “Şiir Yolu ile Tanıtma”, Şairin İşi: Yazılar, Öyküler, Konuşmalar, YKY, İstanbul, 2003, s. 237-238.
    11 Asım Bezirci, Orhan Veli: Yaşamı, Kişiliği, Sanatı, Eserleri, Evrensel Yayınları, İstanbul, 2003.
    12 Memet Fuat’ın bu konuları ele alan dört farklı yazısı vardır: “Garip Akımı Türk Şiirine Neler Getirdi?”, “1940’larda Toplumsalcı Şiir”, “Serbest Nazım-Garip (1)” ve “Serbest Nazım-Garip (2)”. bk. Memet Fuat, Eleştiri Sorumluluğu, YKY, İstanbul, 1994.
    13 Memet Fuat, “Bütün Şiirleri”. Eleştiri Sorumluluğu, YKY, İstanbul, 1994, s. 116-119.
    14 Asım Bezirci, Orhan Veli: Yaşamı, Kişiliği, Sanatı, Eserleri, Evrensel Yayınları, İstanbul, 2003.
    15 Mehmet H. Doğan, “Orhan Veli’den Bize Kalanlar”, Tekrarın Tekrarı, YKY, İstanbul, 1999, s. 74.
    16 Orhan Veli, “Garip”, Şairin İşi: Yazılar, Öyküler, Konuşmalar, YKY, İstanbul, 2003, s. 14.
    17 Mehmet H. Doğan, “Türk yazınında Tanzimat’tan günümüze şairlerin statüsü ve çağdaş şiirsel anlatım”, Yazının Bir Çağı: Seçme Yazılar (1966-1998), YKY, İstanbul, 2006, s. 286; Mehmet H. Doğan, “Toplumcu gerçekçilik, Nâzım Hikmet ve 1940 Kuşağı”, Yazının Bir Çağı: Seçme Yazılar (1966-1998), YKY, İstanbul, 2006, s. 255-256.
    18 Cemal Süreya, Toplu Yazılar I: Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar, YKY, İstanbul, 2000.
    19 Turgut Uyar, Korkulu Ustalık: Şiir Üzerine Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar. Bir Şiirden, Haz. Alaattin Karaca, YKY, İstanbul, 2009.
    20 Edip Cansever, Şiiri Şiirle Ölçmek: Şiir Üzerine Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar, Haz. Devrim Dirlikyapan, YKY, İstanbul, 2009.
    21 Ahmet Oktay, “Orhan Veli’nin Yeri”, Şairin Kanı: Yazınsal Eleştiriler 1: 1954-2000, YKY, İstanbul, 2001.
    22 Ahmet Oktay, “Orhan Veli’nin Yeri”, Şairin Kanı: Yazınsal Eleştiriler 1: 1954-2000, YKY, İstanbul, 2001, s. 15.
    23 Orhan Veli, “Garip”, Şairin İşi: Yazılar, Öyküler, Konuşmalar, YKY, İstanbul, 2003, s. 14.
    24 Vladimir İlyiç Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, Çev. Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara, 1989.
    25 Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, Çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011.
    26 Vladimir İlyiç Lenin, Devlet ve İhtilal, Çev. Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara, 1989.
    27 Kevin B. Anderson ve Janet Afary, Foucault ve İran Devrimi: Toplumsal Cinsiyet ve İslamcılığı Ayartmaları, Çev. Mehmet Doğan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012.
    28 Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 2012.
    29 Orhan Veli, “Rakı Şişesinde Balık Olmak İsteyen Şair”, Şairin İşi: Yazılar, Öyküler, Konuşmalar, YKY, İstanbul, 2003, s. 357.
    30 Mehmet H. Doğan, “Orhan Veli’den Bize Kalanlar”, Tekrarın Tekrarı, YKY, İstanbul, 1999, s. 74.
    31 Ahmet Oktay, “Orhan Veli’nin Yeri”, Şairin Kanı: Yazınsal Eleştiriler 1: 1954-2000, YKY, İstanbul, 2001, s. 13.
    32 Arif Dino, Çok Yaşasın Ölüler, Adam Yayınları, İstanbul, 1985.
    33 Abdülkadir Karahan, Fuzulî: Muhiti, Hayatı ve Şahsiyeti, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1996.
    34 Metin Eloğlu, “Doğru Dürüst”, İçli Dışlı: Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar, Haz. Turgay Anar, YKY, İstanbul, s. 112, 2010.
    35 Orhan Veli, “Eski Karım”, Bütün Şiirleri, Adam Yayınları, İstanbul, 2005, s. 62.
    36 Sigmund Freud, Rüyaların Yorumu 1, Çev. Selçuk Budak, Öteki Yayınları, İstanbul, 2016; Sigmund Freud, Rüyaların Yorumu 2, Çev. Selçuk Budak, Öteki Yayınları, İstanbul, 2016.
    37 Ali K. Metin, “Türk Şiirinde ‘Garip’ Bir Eda”, Şiir Harmanı: Modern Türk Şiirinden Kesitler, Ebabil Yayıncılık, Ankara, 2007, s. 52.
    38 Orhan Veli, Bütün Şiirleri, Adam Yayınları, İstanbul, 2005, s. 134-135.
    39 Hasan Akay, “Orhan Veli’nin dayanılmaz çığlığı: Deli eder insanı bu dünya”, Şiiri Yeniden Okumak: Bir Yapıçözümleme Girişimi, Kitabevi, İstanbul, 2003, s. 21.
    40 Jacques Derrida, Khōra, Çev. Didem Eryar, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2008.
    41 Orhan Veli, Şairin İşi: Yazılar, Öyküler, Konuşmalar, YKY, İstanbul, 2003, s. 175.
    42 Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya: Sohbetler, Çev. Ömer Aygün, Metis Yayınları, İstanbul, 2005, s. 65-66.
    43 Orhan Veli, “Baharın Ettikleri”, Şairin İşi: Yazılar, Öyküler, Konuşmalar, YKY, İstanbul, s. 310.
    44 Orhan Veli, “Denize Doğru”, age. , s. 325.
    45 Orhan Veli, “Denize Doğru”, age. , s. 328.
    46 Orhan Veli, “Öğleden Sonra”, age. , s. 318. 47 Orhan Veli, “Baharın Ettikleri”, Şairin İşi: Yazılar, Öyküler, Konuşmalar, YKY, İstanbul, 2003, s. 310.
    48 Orhan Veli, Yalnız Seni Arıyorum: Nahit Hanım’a Mektuplar, YKY, İstanbul, 2014, s. 89.
    49 Orhan Veli, “Denize Doğru”. Şairin İşi: Yazılar, Öyküler, Konuşmalar, YKY, İstanbul, 2003, s. 324.
    50 Sigmund Freud, Rüyaların Yorumu 1, Çev. Selçuk Budak, Öteki Yayınları, İstanbul, 2016.
    51 Sigmund Freud, Haz İlkesinin Ötesinde – Ben ve İd, Çev. Ali Nahit Babaoğlu, Metis Yayınları, İstanbul, 2009.
    52 Sigmund Freud ve Joseph Breuer, Histeri Üzerine Çalışmalar, Çev. Emre Kapkın, Payel Yayınevi, İstanbul, 2001.
    53 Sigmund Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği–Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 63-64.
    54 Metin Eloğlu, “Yitişinin 21. Yılında Orhan Veli”, İçli Dışlı: Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar, Haz. Turgay Anar,
    YKY, İstanbul, 2010, s. 172, 173.
    55 Orhan Veli, Yalnız Seni Arıyorum: Nahit Hanım’a Mektuplar, YKY, İstanbul, 2014, s. 65.
    56 Sam Atkinson ve Sarah Tomley, Psikoloji Kitabı, Çev. Emel Lakşe, Alfa Yayınları, İstanbul, 2012, s. 153.
    57 Sigmund Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği–Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 111.
    58 Orhan Veli, “İstanbul Türküsü”, Bütün Şiirleri, Adam Yayınları, İstanbul, 2005, s. 74.

     

    #dalga #orhanveli

     

    romankahramanlari

    admin yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: admin
Orhan Veli’nin “Dalga” Başlıklı Şiirini Psikanali…
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi