Önder: Geride Sadece Yaralı Ruhunu Onarmak İçin Yazan Biri Kaldı

  • Önder: Geride Sadece Yaralı Ruhunu Onarmak İçin Yazan Biri Kaldı

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 09:27'de 12 Temmuz 2024

    Bu Filmin Kötü Adamı Benim “Geride Sadece Yaralı Ruhunu Onarmak İçin Yazan Biri Kaldı”*

    Makale Yazarı: Batıgün Sarıkaya

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ekim/Aralık 2016, 36. sayıda yayımlanmıştır. 

    “Siz Önder? Siz ne yapıyorsunuz?” Önder gülümsedi. Dilinin ucuna gelen cevap, babamın hayaletinden kaçıyorum, oldu.”(1)

    Bir yerde güç varsa sevgi yoktur.”(2)

    Aslında kimse filmin kötü adamı olmayı istemiyor. Gerçek dünyada bundan kaçıyor, rasyonellikten uzak bir “iyi” olma hâline sığınıyoruz. İdealize edilmiş hayatlarımızda daima ne yaptığını bilen, akıllı, sağduyulu ve ahlaken iyi karakteri temsil etmek istiyoruz. Yazık ki toplumun sırtımıza yüklediği onca ağırlığı kaldıramayınca aklımızdaki o iyi kalıbından ne kadar uzak kaldığımızı görüp şaşıyoruz. Böylece bir boşluk oluşuyor içeride. Bir iç karışıklık başlıyor, karanlık bir yöne doğru çekildiğimizi anlıyoruz. Bu şaşmaz yolculuğa çıktığımızda “bireyleşme”nin o helezonik yapısında kayboluyoruz. Asıl zorlu mücadele de böyle başlıyor işte.

    Bütün bu arayışın edebiyattaki yankısını bulmaya çalışan #MuratGülsoy, yazarlık serüveninin başından beri bizi kendi içimizdeki karanlık hâllerle yüzleştiriyor. Belki de bu yüzden daha adıyla gelip içimize yerleşen, bir karanlığın tasviri gibi, güçlü bir kabullenme duygusuna vurgu yapıyor Bu Filmin Kötü Adamı Benim. Başkarakterinin bize kötülüğün dünyasına ilişkin bir yüzleşme hikâyesi sunacağını düşünüyoruz. Kötülüğün dünyası derken saf ve nedensiz bir kötülükten ziyade toplumsal rollerin yarattığı boşluklara sızan, erkek kimliğinin kendine açılacak bir yol bulamadığı bir kötülük tarifiyle karşılaştığımızı bilmekte fayda var. Filmlerde hayat bulan saf ve iyi niyetli karakterlerden biri olmadığını anlamanın sancısı üzerine bir öykü okuyoruz aslında. Ne yaparsa yapsın sıradan olmaktan çıkamayan ve eylemlerinin kötü olmaya ittiği bir insan’oğlu.

    Oğul demişken romanın kendini bulmak isteyen bir oğul kimliği üzerine inşa edildiğini vurgulamak gerek. Çünkü #BuFilminKötüAdamıBenim’i, en çok bu oğul sancıları içinden okuyacağız. Kendini gerçekleştirememiş bir erkeklik tasarımı olarak oğul ve onun babayla yüzleşmesi… Ya da bir başka açıdan bakarsak oğul yazarın, kayıp babayı nereye koyacağını bilememesinin yarattığı bir bilinç yarılması ile karşı karşıya kalacağız. Edebiyatın en güçlü sağaltım araçlarından biri olduğunu acaba bir kez daha hatırlayacak mıyız böylece?

    Peki, erkekliğin en temel sorunsalına yapacağımız yolculuğa hazır mıyız? Binlerce yıldır, en eski efsanelerden halk masallarına, #OrtaÇağ’ın dinsel zemin üzerine kurulu ahlaki öykülerine kadar babanın ve otoritesinin etkilediği erkeklerin hikâyelerini dinleyerek/okuyarak büyüyen bir insanlığın, modern dünya inşa edilirken geçmişle hesaplaşmaya girişip bir yandan da baba figürünün bıraktığı iktidarı kendi kimliğinde kurmaya çalıştığı yepyeni anlatılar içinde yol almayı sürdürüyoruz. Toplumsal dinamiklerin son yüzyılda geçirdiği değişimleri göz önüne alırsak modern şehirli erkeğin içine düştüğü yalnızlık ve bağ(ım) sızlık sorununu daha iyi anlamamız mümkün olabilir. Murat Gülsoy’un da etkilendiği Oğuz Atay, Franz Kafka, Ahmet Hamdi Tanpınar, Vladimir #Nabokov gibi büyük modern yazarların yapıtlarına gelip yerleşen bu aidiyet ve kimlik meselesinin çok kez “baba” arayışı ile birlikte yürümesi tesadüf olmasa gerek. Bunun altını çizmek istercesine, Gülsoy romanın ilk üç sayfasını son derece etkili epigraflara ayırıyor: Karamazov Kardeşler’den, Kafka’nın “Melezleme” öyküsünden, Althusser’in Gelecek Uzun Sürer’inden, Oğuz Atay’ın Babama Mektup’undan, Paul Auster’in Yalnızlığın Keşfi’nden ve Dylan Thomas’tan alıntılar bunlar. Son alıntı ise Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ından. Kitabın dünyasına girmeden önce bizi şöyle bir silkeleyen, okuyacaklarımıza hazırlayan giriş vagonları. Romanın fragmanları olarak neyle karşılaşacağımıza dair simgesel izler sunan cümleler… Romanı okumak isteyenler için öncekilerin sürprizini bozmayalım ama Yusuf Atılgan’dan gelen alıntıyı buraya aktaralım:
    “- Babamı tanır mıydınız, diye sordu.
    – Bilmem ki… Adı neydi?
    – Unuttum, dedi.” (s. 13)

    Varlığı unutulan babanın gölgesi altında bir adamın öyküsüne hazırız şimdi. Roman bizi yavaş yavaş içine alacak ve “kurmacanın bilinen sı(nı)rları ve ihlal edilebilir kuralları”nda gezdiren bir iç aynaya dönüşecek. Belki biraz da içbükey bir aynaya. Çünkü edebiyatın son derece etkili bir içebakış olduğunu bilen ve bunu her yapıtında en ince ayrıntısına kadar inceleyen bir yazar var karşımızda. Öyle ki bir Murat Gülsoy romanı okuyorsanız yazmak üzerine düşünen, bunu yazının konusu hâline getiren, güçlü bir kurmaca yapı üzerinde düşündüren bir yazarla karşı karşıyasınız demektir.

    Edebiyatımızın üretken, yaratıcı kalemlerinden Murat Gülsoy’un yazma serüveni 1990’ların yeni serpilen Türkiye’sine uzanıyor. Yapıtlarındaki postmodern yapının ve beslendiği kanalların bir işaretiymiş gibi, Boğaziçi Üniversitesinde Elektronik Mühendisliğinden mezun olduktan sonra aynı üniversitede Psikoloji ile İstanbul Teknik Üniversitesinde Biyomedikal Mühendisliği alanında yüksek lisans eğitimi alıyor. 1992’de üniversitedeyken arkadaşlarıyla çıkardığı Hayalet Gemi dergisi aracılığıyla üslubunun ilk güçlü örneklerini de vermeye başlıyor. (Doğanalp, 2016:1)

    Bu Filmin Kötü Adamı Benim, yazarın ilk romanı. 2004’te Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan yapıtından önceki öykü kitaplarıyla [Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul (1999), Bu Kitabı Çalın (2000), Belki de Gerçekten İstiyorsun (2000), Binbir Gece Mektupları (2003), Bu An’ı Daha Önce Yaşamıştım (2004)] kendine has bir üslup kurmayı başardığının sinyallerini vermiş, böylece vefalı bir okur kitlesi edinmişti. Bu romanla yazın yolculuğundaki başat temalar üzerinde yoğunlaşmayı sürdürdü. Son yıllarda roman türüne ağırlık verirken deneysel yollarla edebiyatın çeperlerini genişletmeye devam ettiğini görebilirsiniz.

    Bu ilk romanda Murat Gülsoy, postmodern anlatıların estetiğine sahip güçlü bir yapı kurmuş. Başkarakterimiz Önder, kendi hayatından yola çıkarak yazdığı bir romanla cebelleşiyor. Bundan ötürü romanda, aslında bir değil iki ana hikâyeyi takip ediyoruz: Biri, İstanbul’dan kaçıp karısıyla Datça’da sakin bir koya yerleşen ve burada ilk romanını yazmaya çalışan Önder’in, diğeri karakterimizin yazdığı romanda yaşayan, hayalini kurduğu yazarlığa kavuşmak için üçüncü sayfa haberlerinden üretilme ucuz kitaplar basan bir şirketle anlaşan diğer Önder’in hikâyesi. (Asıl Önder, kitabını başka bir isimle yayımlayacağını, bu yüzden kendisiyle ilgili benzerlikleri kimsenin anlayamayacağını düşündüğü için romandaki karaktere adını veriyor.) Her iki hikâye de ortak bir zeminde, birtakım bağlarla akıyor ve daha gerçek sandığımız Önder’in yaşamından besleniyor. Gülsoy, romanı üstkurmaca tekniğiyle derinleştirip çerçeve hikâyenin içine uydurulan hikâyeyi de yerleştiriyor. Fakat iki hikâye arasındaki benzerlikler ve yazar Önder’in romanı tariflerken zaman zaman başvurduğu ifadeler, yazılan romandaki olayların hepsinin ya da bir kısmının Önder’in başına daha önce geldiği sanısı uyandırıyor. Okurun bir çeşit psikoloji bulmacası gibi çözmeye çalışıp bundan edebî bir haz duyacağı biçimde gelişiyor kurgu. Roman tekniğinin birkaç yüzyıllık gelişimine iddiasız ama etkili katkısını sunmuş oluyor böylece Gülsoy.

    Romanda takip ettiğimiz psikolojik dünya, doğal olarak ana karakter konumundaki Önder’in “eril” dünyası. Onun bakışı doğrultusunda sunulan olayları, yalnız ve alaycı erkek karakterin zihni içinden görüp yorumluyoruz. Önder dışındaki karakterler, babası da dâhil olmak üzere, onda bıraktığı izler ve hesaplaşma duygusu ölçüsünde biçimleniyor. Bu tercihi, biraz zorlama biçimde, eril bakışın yeniden üretimi olarak yorumlamaktansa insan psikolojisinin temel çıkmazlarından biri olarak görmek daha doğru. Gerçek anlamda birey olamayan kişilerin, dış dünyayı yalnızca kendi algıları uyarınca tariflediğini aklımızın bir köşesinde tutmalıyız. Bundan ötürü, romandaki iki kadın karakter Gaye ve Defne, başlı başına birer birey olarak ele alınmıyor; erkek tutkularının, arzularının, karanlığının bir uzantısı olarak dâhil oluyorlar romana. Dolayısıyla içsel bir bağ kurabileceğimiz, içeriden gözleyebileceğimiz tek kişi olan Önder’le temsil edilen yalnız, karmaşık, çelişkili erkek karaktere yöneliyor zihnimiz. Onun eylemlerini ya da eylemsizliğini bu itibarla yorumlamamız gerekiyor.

    “Toplumun kadından esirgeyip erkeğe yüklediği güç/erk/erillik/iktidar, erkeğin de hayrına değil maalesef. Erkeklik zemininde yükselen fallusa endeksli bir varoluş, ne üstün ne de avantajlı. Bilakis kırılgan, kaygı yüklü, eziyetli bir varoluş.” (Öncü, 2017:41) Romanın dış çerçevesinde yer alan olay akışının karakteri olan Önder bu kırılgan varoluşun içine düşüyor. Ölen babasının ardından karısı Defne ile İstanbul’dan uzaklaşıp Datça’da Keklik Koyu’na yerleşiyor. Bu eylemde onu sürükleyen unsurun Defne olduğunu tahmin ediyoruz. Defne, birtakım gönüllülük projelerinde çalışan, çevreye duyarlı, sosyal özellikleri yüksek, dışsal biri. Romanda ne iş yaptığına ilişkin belirgin bir iz yok. Önder ise Defne’nin sayesinde çok tutmuş bir dizinin senaryosunu kaleme almış ve reklam metinleri yazarak hayatını kazanıyor. Ama aklı fikri daha yaratıcı ve bağımsız bir şeyler yazmakta. Babasının zoruyla fizikle ilgilenmiş ve akademide bir süre çalışmış ama babası ölünce hep yazar olmak istediğini anlayıp üniversiteyi terk etmiş. Datça’ya gitmek, onun için hayalindeki romanı yazma fırsatı. Sakinliği, huzuru ve yalnızlığı özellikle aradığını düşündüren bir karakter Önder. Defne ile başlarda bir mutluluk yanılsamasına düşerek evleniyorlar, arkadaşları da şaşkınlıkla karşılıyor ikilinin kararını. Fakat zamanla Önder, yanlış yaptığını, bu evliliğin ona iyi gelmediğini anlayarak karısını küçümsemeye, ondan uzaklaşmaya başlıyor. Biraz kibirli, çevresinden kopuk bir duygusal alana hapsediyor kendini. Romanına odaklanmak için bir kapanma bahanesi gibi görünüyor bu, ama hikâye ilerledikçe asıl meselenin çok daha zorlayıcı bir iç kavgadan beslendiğini anlıyoruz.

    Uzak durmak istediği, mesafeli davrandığı küçük burjuva ailelerinin toplantılarına da Defne’nin ricası ile katılır Önder. Koya en son gelen ve bölgenin en zengin adamı olan, gizemli Osman İsfendiyar’ın havuzlu köşkünde verilen bir partide çevresini gözleyip sohbetlere katılmaya çalışırken karmaşık bir ruh hâline bürünür. Bir yandan evdeki Rus hizmetçiler Talya ve Eva’nın güzelliği ve bu yasak güzelliğe ulaşmanın şehveti, öte yandan Osman Bey’in ilgisini çekmeye çalışan davetlilerin bayağılığı ve nihayet hayat amacını, Defne’ye karşı duygularını sorgulaması, yavaş yavaş oluşan sarhoşluğun etkisiyle belirgin bir rahatlamaya dönüşen bu anda kendini, hislerini görünür kılmak gibi tuhaf bir arzu yaratır kahramanımızda. Gecenin sonunda yükselen bu istek, karısıyla uzun süren gerginliğin bittiğini sandığı ılık bir sohbetin ardından evlerinin verandasında yön değiştirir. Defne’ye hemen oracıkta, şiddetli bir dürtüyle, karısının “Işık var, burada görülüyoruz.” uyarısına ve sonraki karşı koyuşuna aldırmadan zorla sahip olur. “O güne kadar Defne’nin biçimlendirdiği bir adam olmuştu. Ama artık… içinden dalga dalga yükselen yabancısı olduğu bir duygunun etkisindeydi. Güdülerini hissediyordu.” (s. 76)

    Karısının aile içi tecavüz diye niteliği bu olaydan sonra Defne kendini odasına kilitler, Önder’se bütün gece sabaha kadar hiçbir şey olmamış gibi romanını yazmayı sürdürür. Romanındaki en önemli bölümlerden birini yazmaktadır. Romandaki karakteri Önder, eski arkadaşının sevgilisi Gaye ile tanışmış ve ona âşık olmuştur. Heyecanla ayılana kadar bütün bölümü yazar. Fakat sabah olunca pişman olur. Defne onu terk etmek üzeredir. Yalnız kalmanın korkunçluğuyla yüz yüze geldiği bu an, Defne’nin gitmesini engellemek için intihar olasılığını da ekleyip duygu sömürüsü yaparak ağlar. Defne, onu terk etme kararını erteler. Karakterimiz için romandaki kilit anlardan biri de budur aslında. Defne arkadaşlarıyla Datça’ya gidince evde yalnız kalan Önder, babasının bir hayalet gibi evde dolaşan sesiyle karşılaşır. İçsel yüzleşmenin somut bir biçimi karşımıza çıkmış gibidir. Önder’in zihni içinden onunla konuşan babası, hep olduğu gibi hatalarını yüzüne vurur. Rahatça çalışmasını engeller. Önder, sahile inip her şeyi unutmaya çalışır. Sonra da eve dönmek istemez. Koyun tepesindeki kayalıklara doğru yürümeye başlar. Defne bu kayalıklarla ilgili daha önce ona bir hikâye anlatmıştır. Kayalıklar, oradan geçen ve kendisinden süt isteyen bir kadını kovalayınca lanetlenip taşa dönüşen bir çoban ve onun koyun sürüsüdür aslında. Defne’yle belki de yeniden bir bağ kurma hissiyle dağa tırmanır. Yukarıda Osman Bey’le karşılaşır. Defne önceki gece ona da kayaların hikâyesini anlattığı için merak edip gelmiştir adam. Aralarında Defne ortaklığıyla kurulan bir konuşma başlar. Osman Bey’in Halk masallarını, efsaneleri derlediği geniş bir kataloğu olduğunu öğreniriz. Önder de Osman Bey’e yazdığı romandan bahseder. Osman Bey, Önder’in hayatına ilişkin sorular sorduktan sonra ona ilginç bir Çin masalı anlatır. Tanrılara karşı çıkan, her yerde sorun çıkaran, yaramaz bir maymunun hikâyesidir bu.

    Belki de bu yakınlaşmanın etkisiyle birkaç gün sonra bir sabah kahvaltısında havuzlu köşkte bir araya gelirler. Türkçe Öğretmeni Zeliha Hoca ile birlikte köyün sorunlarıyla ilgilenmeye çalışan Defne, köy meydanına ortasında Atatürk heykeli bulunan küçük bir park yapma projesinden bahseder. Görüşü sorulan Önder bunu yararsız bulur, çözülmesi gereken daha önemli sorunlar olduğunu, köylünün de fikrinin alınması gerektiğini söyler. Osman Bey köyde su şebekesi sorunu olduğunu ama bunun çözülmesinin epeyce zor olduğunu belirtir. Defne, Önder’e öfkelenip bağırır. Ortamda ciddi bir soğukluk oluşur.

    Osman Bey ikiliyi yalnız bırakır. Defne, Osman Bey’in, onları meydan projesini finanse etmeyi konuşmak için kahvaltıya çağırdığını, onun ise ahkâm keserek her şeyi berbat ettiğini söyler. Önder, gerçek düşüncelerini söylemekten geri durmamakla Defne’yi kaybetmemek arasında kalır ve yazdığı romanla ilgili içinde yükselen hislere zarar vermemek adına geri adım atıp ortamı yumuşatmayı dener. Fakat soğukluk girmiştir bir kez. Ortamı yumuşatan Osman Bey’in teklifi olur. Teknesiyle Knidos’a bir gezi önerir. Önder, yazmayı bahane ederek gitmez ama Defne’nin gitmesine izin verir. Osman Bey de Önder’e köşkteki arşivde çalışabileceğini söyler. Osman Bey’in çalışma odasında kalıp havuz kenarında üstsüz güneşlenen Talya’yı izleyen Önder, buzlu çay isteme bahanesiyle çağırdığı güzel kadını sohbete tutup öpmeye kalkar. Kadının önce şaşkın sonra sert tepkisiyle karşılaşınca kendine gelir ve suçluluk duygusuyla evi terk eder. Bu noktadan sonra babasının hayalet sesini çok daha güçlü biçimde duymaya başlar.

    Önder karakterinde meydana gelen bilinç yarılması böylece gerçek anlamda su üstüne çıkar. Karakterimizin zihni; erkeklik egosu ile örtük dişil beklentilerin, anlaşılma duygusunun, idealize edilen romantik hayatın çatıştığı bir sahneye dönüşür. Yaşamından, belki de giderek yaşamdan, memnun olmayan Önder, ruhundaki çalkantı içinde, ölen babasının sesine dönüşerek kendisiyle yüzleşmeye çalışır. Hayatına yön verecek bir babanın yokluğunda, kendini, toplumdan soyutladığı kibirli bir alana yerleşti rir. Bu arada ilkel güdülerinin, eskil duyguların da su yüzüne çıktığı anları dengelemeye uğraşır. Bu zorlu süreç Önder’in roman boyunca yaşadığı çatışmaları körükler. “Modern erkek bir yönüyle avcı-toplayıcı dönemdeki kas gücünden doğan hâkimiyetini ve bununla bağlantılı olarak erkekliğini elinden bırakmamanın yollarını ararken, diğer yandan yine kendi cinsiyetinin hâkim olduğu toplumsal sistemler tarafından geliştirilmiş modern sosyal düzene ayak uydurmaya çalışır.” (Ün, 2017:29) Önder ise topluma ayak uydurmakta ve ilkel dönemden kalma güdülere teslim olmakta başarısız oldukça kendi içine kendi erkeklik modelini inşa etmeye başlar: Üstten bakan ama alıngan, eleştiren ama eleştirilmek istemeyen, iktidar sahibi olmak isteyen ama bunu sağlamaya çalışırken pasif agresif davranışlar sergileyen bir karaktere dönüşür. Üstelik bir yandan bilinç düzeyinde, içine düştüğü durumun farkındadır, kendini yargılar ama aslında özgür ve haklı olduğu yanılsaması yaratmaya devam eder. Onun bu ikili yönü romandaki tüm ilişkilerinde karşımıza çıkar: Osman Bey’e hem saygı duymakta ve özenmektedir hem de onun gücünü, yaşamını eleştirir; Defne’yi anlamaya çalıştığı hatta sevdiğini hissettiği zamanlar olur ama bir yandan kendisini kötü duruma düşürdüğü, erkek egosunu ayaklar altına aldığı için karısına tepkilidir. Bu gelgitler içinde, yazdığı dünyaya sığınır. Kendi hayatından parçalar taşıyan romanında, gerçek aşka ve doyuma ulaşmayı arzulayan Önder karakterini yeniden yaratmaya soyunur. Bilincin bu ikili durumu içinde kendine bir kaçış alanı yaratmış olur.

    Önder’in yazdığı romandaki Önder de babasını bir süre önce kaybetmiştir. Bunun yarattığı gerilim karakterine sinmiştir, yazarlık hayallerine ulaşmak isterken toplumdan uzak, kapalı bir hayat yaşamaktadır. Hayalini gerçekleştirme yolunda ucuz kitaplar basan bir şirketle anlaşır. Görüşmeden dönerken metroda eski arkadaşı İzzet’le karşılaşır. İzzet onu bırakmaz ve akşam yemeği için eve götürür. Babası Cevdet Bey’i ve yaşantılarını gözleyen Önder, babasının etkisinde yaşayan İzzet’in peşinden geldiğine pişman olur ama Cevdet Bey’in gizemli bir havayla bahsettiği İzzet’in kız arkadaşını merak eder. Ertesi gün İzzet, Önder’i buluşma için çağırır ve Gaye ile tanışırlar. Buradan sonra içteki romanın seyri değişecek, Önder, görür görmez Gaye’ye âşık olacaktır. Bu ani aşk duygusuyla baş edemeyen Önder, ertesi gün Gaye’nin sokağında evden çıkmasını bekler ve bir sinema salonunun önünde onunla tesadüfen karşılaşmış gibi yapar. Gaye’den gelen olumlu dönüşlerden güç alır, birlikte film izlerler. Gaye, akşam İzzet’in geleceğini söyleyip onu akşam yemeğine davet eder. Fakat yemek hazırlığı yaparken İzzet arayıp gelemeyeceğini haber verince ikili akşam yemeğini birlikte yiyip sohbet eder, gecenin sonunda da yakınlaşıp sevişirler. Fakat Önder’in yasak aşkı gece yarısı gelen telefonla gölgelenir. İzzet, babasını polislerin götürdüğünü anlatır, Önder’den yardım ister.

    Sabah olay aydınlanır, Cevdet Bey’in iş yerinde çalışan kızlardan biri intihar etmiştir. Kızın yanında son görülen kişi olan Cevdet Bey zanlı durumundadır çünkü intihar eden Ayşe Solmaz’la bir ilişkileri olduğu düşünülmektedir. Olaylar yavaş yavaş çözüme doğru giderken Önder karakteri, eski dostunun sevgilisine âşık olarak İzzet’i aldatmanın suçluluk duygusu ile ona babasını aklamak konusunda yardımcı olmaya çalışmanın erdemi arasında gidip gelir. Bu çatışma Datça’da romanını yazmakta olan Önder’in kendi gerçekliğinden kopup gelen ve metne sirayet eden bir kurgusal bütünlükle yansıtılır. Bu Filmin Kötü Adamı Benim romanını çok sesli yapan, yaratıcı bir edebî oyuna dönüştüren de bu noktadır. Aslında romanın çok sesliliği, başkarakterin iç dünyasındaki karmaşanın yarattığı bir eylemsizlik hâli gibidir. Dıştaki romanda doğru ve erdemli olanı yapmak isteyen ama bundan uzak olduğunu, hatta gerçek anlamda olgunlaşmamış biri olduğunu anlamanın acısıyla yüzleşir Önder. Bu tuhaf psikolojiyi anlatırken Talya’yı taciz ettiği olaydan sonra, bir kenara aldığı notlardan birinde şöyle yazar:

    “<acı> İnsanın bir anda kendisinin ne mal olduğunu fark etmesidir. Her zaman zihninin derinliklerinde duran gerçekle yüz yüze gelmesidir. Düşmanlarının söylediklerinin aslında ne kadar doğru olduğunu anlamasıdır. Düzeltilmesi olanaksız hatalar yaptıktan sonra duyduğu pişmanlıktır. Kötülüğün insanı yalnızlaştırdığını idrak etmektir. Zayıflıklarının onu ele geçirip çiğ çiğ yemesidir.” (s. 168)

    Romanın ortalarında bir yere denk düşen bu paragrafta Önder’in psikolojisine dair çok önemli ipuçları bulunmaktadır. #Giddens’ın bir araştırmasına göre, “Erkek bir kadınla romantik bir ilişkiye girebilir ama kadınları eşiti olarak görmez. Kendilerini genellikle candan ilişkiler alanından dışlamış ve aşkla, en çok cinsel fetih veya tatminle ilişkili olduğu ölçüde ilgilenmişlerdir.” (Lupton, 2002:172) Önder’in Defne’yi hor görmeye başlaması, Talya ile yaşamak istediği şehvetli seks dürtüsü, buna karşılık kendisini gerçek anlamda ifade edebileceği bir romantik aşk ve sevgi beklentisinin varlığı romanın sonlarına doğru daha da belirginleşen babayla yüzleşme sorununa bağlanabilir. Doğrudan sevgi bağını kuramamış, kabul görmemiş bir erkeklik inşasında “kadın”a dair düşüncelerde sapmalar söz konusu olmaktadır.

    Daha önce belirttiğimiz gibi, Talya olayından sonra karakterimiz babasının hayaletini daha da somut, kanlı canlı görmeye başlar. Burada Önder’in erkek olma sorunsalına Hamletvari bir yaklaşım getirildiğini söyleyebiliriz. (Uçar, 2017:23) Hamlet’teki gibi babasının intikamını alma güdüsünün yerini doğrudan babasının bıraktığı enkazla (kendisiyle) hesaplaşma alır. Bu yüzden babasının hayaletiyle konuşup işleri yoluna koymayı dener. Fakat iç sesi, babasından kalan ve ondan görmek istediği hoşgörüyü simgeleyen sesle karışmaktadır. Bundan ötürü, babasının geç kalmış olduğu düşüncesiyle “hayatına karışmamasını ister.” (s. 173) Zihninde babasını suçlamaya çalışır ama iç ses bunu bastırır: “Yanılıyorsun oğlum, herkesin yaşadıklarının sorumluluğu kendisine aittir.” (s. 172)

    Jung’cu görüşe göre, “Bütün imgeler iki yanlıdır. Örneğin anne arketipi, doğanın ikili niteliğini yansıtır; hem verendir hem de geri alandır. Baba arketipi de iki yönlüdür. Baba; yaşam, ışık ve enerji verir. Ama baba aynı zamanda zarar verir, kurutur, ezer.” (Hollis, 2005:106) Romanda bize verilen ipuçlarını izlediğimizde annesini yirmi yıl önce kaybeden Önder’in babasıyla yaşamaya başladıktan sonra hissettiği eksiklik, babanın kurmaya çalıştığı “bilgi otoritesi”nin sarsıcılığından kaynaklanır. Ziya Bey, oğlunu istemediği bir alanda okumaya zorlar. Oğluna yol göstermek için hazırladığı bir çeşit bilgi bankası, Önder’in yazdığı romana yansır. Yanlış yaptığında oğlunu sürekli eleştirir, onu duygulardan uzak bilimsel bir gerçekliğe çekmeye çalışır. Bunun en önemli göstergelerinden biri, hazırladığı “kartoteks”te aşk maddesinin karşılığında sadece “bkz. cinsellik” yazıyor olmasıdır. (s. 138) Önder’in alt benliği olan iç roman karakteri Önder, bu konudaki hislerini Gaye’ye, birlikte oldukları o akşam açar. Kavramlarla ilgili yaşadığı dengesizliğin en temelinde büyük bir anlaşılma ve sevgi açlığı olduğunu düşünmeye başlarız. Çünkü “Bütün oğulların babalarından gelecek bir şeylere gereksinimi vardır. Özellikle de babalarının onları oldukları gibi sevip kabul etti ğini söylemelerine ihtiyaç duyarlar. Çok fazla erkek, bireyleşme yolculuklarını çarpıtmışlardır çünkü babaları onları onaylamamıştır.” (Hollis, 2005: 113) Başkalarının onaylanacağı gibi davranma isteği böyle doğar. Bu da zihinde oluşan fenomenolojik bir yasaya dönüşür: Sevgiyi hak etmiyorum, o hâlde değersizim.

    “Baba” imgesi çok güçlü bir imgedir. #SimonedeBeauvoir, “Babanın yaşamının gizemli bir ayrıcalığı olduğunu” yazar. Onu aşkınlığın kişileşmiş hâli, Tanrı olarak görür. Tanrı olarak baba, Tanrı-baba belki de en güçlü insanlık mitolojilerinden biridir. Ancak yine de bir erkek olarak baba, baba-erkek daha gizemli bir varlıktır. Babalarımızın ve annelerimizin üzerimizdeki etkisinden asla kaçamayız, ancak onlar hakkında bazı genellemeler yapılabilir. Bazı babalar çocuklarına yabancı kalırlar, onların kalplerinde bir yer tutmazlar. Sahip oldukları farz edilen iktidar ve otorite korku yaratmaktan başka bir şey sağlamadığından aleyhlerine işleyip onları hayalete çevirmiş, sonunda tam anlamıyla iktidar da, otorite de kuramamışlardır. (Segal, 1992: 54)

    Önder’in romanda yaşadığı temel sorunun bu olduğunu vurgulayabiliriz. Kahramanımızın “kötü”leşmeye, bireyleşme yolculuğunda savrulmaya başladığını görür, ama onu içeriden anlamaya çalışırız. Bilincindeki gelgitlere karışan bilinç dışı davranışlarla Önder, romanın sonuna kadar kendine yalnızlık ve acıdan örülü bir duvar inşa eder. Babasıyla romanın sonunda bir kez daha yüzleştiğinde, masada açık duran romanını hayalet babanın okuduğunu fark eder. Ama Ziya Bey onu onaylamaktan hâlâ uzaktır. Bütün yaşamını bu boş çaba için çöpe attığını söyler. İç tartışmanın sonunda Önder’in içindeki karşı ses olarak baba, yaşamındaki mutluluğun onu büyütmek olduğunu söyler, sonra da hıçkırarak ağlamaya başlayan Önder’in saçlarını okşar. Önder “hiçbir öyküde yer bulamadığında yine dönüp babasının yargılayıcı ‘yokluğuyla’ uzlaşmak zorunda kalır.” (Köksal, 2004: 21)

    Romanda böylece Önder’in yaşadığı bu şiddetli gelgitin en belirgin sahnelerinden birinde, incinmiş erkek ruhunun temsili olarak babasının katı kuralları ve kurduğu disipline yeterince karşı koyamamış, kendini olduğu gibi kabul ettirememiş oğlun, o öldükten sonra bastıramadığı sevgi gereksinimine tanık oluruz. Çünkü “bütün erkekler bilsinler ya da bilmesinler, baba hasreti çekerler ve onu yitirmenin yasını tutarlar. Babanın bedenine, gücüne, bilgeliğine özlem duyarlar.” (Hollis, 2005: 109)

    Romanda yer alan her iki öykünün de sonlarını, sürprizlerini bozmamak için anlatmayalım. Ama şu noktayı belirtmeden de geçmeyelim: Murat Gülsoy, dış çerçevedeki hikâyeyi birinci tekil, içteki romanı ise üçüncü tekil olarak yazdığı için dışarıdaki hikâyenin gerçek olduğunu düşünmek isteriz. Ama romanın sonuna doğru bu durum bulanıklaşır. Aslında içteki hikâyenin de gerçek olma olasılığı vardır. Her iki karakter de kendi gerçek romanını yazmaya çalışmaktadır. Bundan ötürü hangi Önder’in yaşamının “kurmaca içinde daha gerçek” olduğunu düşünmeye başlarız. Çözüm için elimizde net ipuçları yoktur.(3)

    Belki de geriye, başta belirttiğimiz gibi bir sağaltım aracı olarak edebiyat kalır. Önderlerin ikisinin de yazdıkları romanlarda teselli bulduğu, yazının bir bakıma oyun-terapiye dönüştüğü bir dünyadır bu. Belki de bunun altını çizmek için şu cümlelerle biter roman:

    “Aniden ortaya çıkan Korsan’ın başını okşamaya başladı. Kedinin kaçmadığını fark edince ellerine baktı. Babasının ellerine… Dile dökülmesi mümkün olmayan büyük bir kavrayışla bu resmin içinde kayboldu. Geride sadece yaralı ruhunu onarmak için yazan biri kaldı.” (s. 272)

    1.Murat Gülsoy, Bu Filmin Kötü Adamı Benim, Can Yayınları, İstanbul, 2004, s. 108. Metindeki alıntılar için romanın bu baskısı kullanılmıştır. Bundan sonraki alıntılarda sadece sayfa sayısı belirtilecektir.

    2.Jung’un “Analitik Psikoloji Üzerine İki Deneme” adlı çalışmasında geçen ifade şöyledir: “Sevginin hükümranlığında iktidar arzusu bulunmaz; iktidar arzusunun en yüksek düzeyde bulunduğu yerde sevgi eksiktir.” akt. James Hollis, Satürnün Gölgesinde, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 6.

    3.Asuman Kafaoğlu Büke, romanın bu yapısını Escher’in “Çizen Eller” isimli eskizine benzetmiştir. Her iki hikâye de birbirine eklenir, Önder’ler Büke’ye göre birbirlerinin ortak bir döngüselliğe kapanan hikâyelerini yazmışlardır. bkz. Asuman Kafaoğlu Büke, “Murat Gülsoy – Yalancı Yazar”, Düzyazı Defteri, S 5, Haziran 2004, http://www. muratgulsoy.com/dosyalar/ET12.pdf, (05.06.2014), s. 3.

    Kaynakça:
    Büke, Asuman K., “Murat Gülsoy – Yalancı Yazar”, Düzyazı Defteri, S 5, İstanbul, 2004.
    Doğanalp, Enes, “Murat Gülsoy’un Hayatı Sanatı ve Eserleri”, Pamukkale Üniversitesi Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Denizli, 2016.
    Gülsoy, Murat, “Bu Filmin Kötü Adamı Benim” Can Yayınları, İstanbul, 2004.
    Hollis, James, Satürnün Gölgesinde: Erkek Ruhunun Yaralanması ve İyileşmesi, Çev. Suat Öncü, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 2005.
    Köksal, Sırma, “Babalar ve Oğulları”, Radikal Kitap Eki, 6 Ağustos 2004 tarihli sayı.
    Lupton, Deborah, Duygusal Yaşantı Sosyo-Kültürel Bir İnceleme, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2002.
    Segal, Lynne, Ağır Çekim Değişen Erkeklikler Değişen Erkekler, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1992.
    Öncü, Şule, ”Sonsuz İnşaat”, Psikeart Dergisi Erkeklik Özel Sayısı, S 50, İstanbul, 2017.
    Uçar, M. Murat, “Murat Gülsoy’un Eserlerine Bir Bakış ve Nisyan’ın Psikanalitik Açıdan İncelenmesi”, Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Bitirme Tezi, Ankara, 2017.
    Ün, Cemal, “XY Eşittir Erkek Midir?”, Psikeart Dergisi, Erkeklik Özel Sayısı, S 50, İstanbul, 2017.

    </acı>

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 3 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
Bu Filmin Kötü Adamı Benim “Geride Sadece Yaralı …
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi