Roman Kahramanları
ÖNCÜ BİR ROMAN KAHRAMANI: GAZETECİ MAHMUD ERSOY
-
ÖNCÜ BİR ROMAN KAHRAMANI: GAZETECİ MAHMUD ERSOY
ÖRNEK VE ÖNCÜ BİR ROMAN KAHRAMANI:
GAZETECİ MAHMUD ERSOY*Makale Yazarı: Öner Yağcı
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ocak / Mart 2010, 1. sayıda yayımlanmıştır.
“Tanzimat’tan gelen bir ‘#Batılı’ ve ‘#Batıcı’ aydın tipi var, yüzeysel bir ilericiliği memleketin hayrına önemli bir atılım saymaktadır, başka bir deyişle #komprador ekonomisinin yarattığı bir garip yaratıktır ki ülkenin sağlığını ve yüceltmesini komprador kültürünün yaygınlaşmasında görür, emperyalizme çalıştığını fark etmez; miyopluğu yüzünden görüş alanı dışında kalan her şeyi çağ dışı olmakla suçlar. Bu aydının ‘ilerici’ değil ‘#işbirlikçi’ olduğu saptanmak zorunludur.” (Attilâ İlhan, Aydınlar Savaşı, Bebekus’un Kitapları, 1991, s. 17)
“Türk sosyalizminin aydınları uzun süre hem körü körüne angaje olmayı meziyet sayan takımından olmuşlardır, hem de kuramı iyi bilmeyip ulusal koşullara iyi uygulayamadıklarından başkalarının yanlış ilericiliklerini tartışmasız benimsemişlerdir. Tekleyen de onlar oluyor zaten… Çare mi? Aklın, sağduyun ve bilimsel yönteminle; o sıcak, o acı, o kahredici fakat ele avuca sığmaz Türkiye gerçeğinin içinde olacaksın!” (Attilâ İlhan, Aydınlar Savaşı, Bebekus’un Kitapları, 1991, s. 166)
“Kurtlar Sofrası’nın bir yerinde, romanın bir kahramanı, neslinin dramını anlatırken, sanırım demiştir ki: ‘Biz yarım kalmış bir inkılâbın çocuklarıyız’.” (Attilâ İlhan, Dönek Bereketi, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 2002, s. 25)
Yaratmak çabasını “estetik ve orijinal bireşimlere varmak çabası” olarak algılayan ve yapıtlarında bunu gerçekleştirmeye çalışan bir yazar olan Attilâ İlhan, 1954-61 arasında yazdığı, ilk basımı 1963’te yapılan, iki ciltlik #KurtlarSofrası ’nda, #27Mayıs çevresinde ülkenin yakın tarihini değerlendirirken Türkiye’nin kurtuluşu sorununun kimler tarafından, nasıl ele alındığını geçmişin önemli dönemeçlerinde yaptığı geziyle aktarır.
Kurtlar Sofrası’nda Kurtuluş Savaşı ve onu gerçekleştiren kuşak, “Kuvayı Milliye ruhu”nu arayan düşünsel boyutuyla karşımızdadır. Attilâ İlhan’ın Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak, Dersaadet’te Sabah Ezanları, O Karanlıkta Biz, Allah’ın Süngüleri: Reis Paşa ve Gazi Paşa ’dan oluşan “Aynanın İçindekiler” dizisindeki tüm tarihsel romanlarında aktardığı, çağa damgasını vuran olayların kişileri ilk kez Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştiren ruhun tartışıldığı bu romanda ortaya çıkar.
Kurtlar Sofrası’nda Kuvayı Milliye ruhunun iki önemli temsilcisinden biri ve “Sakarya’dan, 1921 Eylül’ünden kan ter içinde ama dipdiri” olarak, “Birlik’teki masasının başına” dönmüş olan, mütarekede, kuruluş ve kurtuluş yıllarında mücadele eden, Kurtuluş Savaşı’na katılmış, #KuvayıMilliyeci, Mustafa Kemal’e yürekten bağlı ve demokrasi mücadelesi veren #HüsnüFaik, “…daima teceddüdün ve demokrasinin taraftarı oldum. Mütareke yıllarında işgal, tahammül edilmez, ezici ve öldürücü bir baş ağrısı gibi memleketi sarmışken de bu böyleydi, bilahare de böyle oldu. Asla taviz vermedim. En vahim anlarda bile…” (s. 81) der kendisi için.
Kuvayı Milliye ruhunun ikinci önemli temsilcisi olan, Mahmud Ersoy, okuyan, düşünen, düşündüğünün gereğini yapan gerçek bir aydındır. Ekonomik vurgun ya da talanları korkusuzca yazan bir gazetecidir. 1945’te tek parti diktatörlüğüne başkaldıran ilk gazetelerden biri olan ve Hüsnü Faik Bey’in çıkardığı Birlik gazetesindeki yazılarıyla #Atatürkdevrimlerini savunan cesur bir gazetecidir.
Roman, Mahmud Ersoy’un birilerince izlendiğini anlamasıyla başlar. Ülke kurtlar sofrasına dönmüştür. #ZihniKeleşoğlu, onun adamı #KılçıkNâzım, #AsımTaga, #SeyitSabri, #Mordahay, #İbrahim gibi #karaborsacı ve #çıkarcılar bu sofranın aç kurtlarıdır. “Kuva-yı Milliye ve Cumhuriyet hareketinin ana esasları fikir olarak işlenmeli. Hemen arkasından da bu fikirlerle millet arasındaki bağ kurulmalı” (s. 269) diyen Mahmud Ersoy, Kuvayı Milliye ruhunu yeniden egemen kılmayı amaçlayan eylemleri nedeniyle öldürülür. Hüsnü Faik, “O, Milli Kurtuluş hareketini, aynı hızla ve tarihi ve içtimai mecrası içinde, son neticelerine kadar götürmek çarelerini arayan, şuurlu ve aydınlık münevverlerimizden birisiydi” (s. 206) der.
KURTULUŞ SAVAŞI GERÇEĞİNİN KEŞFİ
Attilâ İlhan, “İşe ‘Kurtuluş Savaşı’ndan Başlamak Zorunluluğu” başlıklı, 1 Temmuz 1976 tarihli yazısına (Hangi Edebiyat, Bilgi Yayınevi, Mart 1993, s. 158–163) şöyle girer: “O tarihte hızlı devrimci ayaklarındayız. Paris’teyim, yıllardan 1950’dir sanırım. Fransız ilericilerinden bir dostum, laf arasında bana bir soru yöneltiyor, diyor ki: ‘…devrim iyi hoş ya, sizin orda 1920 yılına doğru basbayağı antiemperyalist bir savaş verilmiş, Mustafa Kemal diye bir adam çıkmış, nedir bu adamın özelliği, bu savaşın ve devrimin özü?’ Birden fark ediyorum ki, aaa, Kurtuluş Savaşı ve devrimine değin bildiklerim, okullarda okutulan ‘19 Mayıs’ta Samsun’a ayak bastı…’ anlatısından öteye gitmiyor, dehşetli utanıyorum, ilk fırsatta memleketten gerekli kitapları getirtip, hem Kuvayı Milliye, hem onun yöneticisi üzerinde bilgi edinmeye karar veriyorum… İnceledikçe #MustafaKemal hareketinin, #antiemperyalist nitelikleri pek belirgin bir #ulusaldemokratikdevrim olduğunu, Osmanlı ümmet toplumundan Türk ulus toplumuna geçişi öngören bir süreci başlattığını fark ediyorum.”
Bu fark ediş, onu bu süreci izleyerek demokratlaşma ve uluslaşma sürecimizin aynı sınıfsal ve diyalektik çekişme ve çatışmalarla gelişeceği saptamasına götürür. Buradan da sürecin gelişmesini değerlendirmek için öncesinin, başlangıcının bilinmesi gerektiğine varır. Attilâ İlhan işte böylece ulaşır Kurtuluş Savaşı gerçeğine: “Benim romanlarımı okumaya heves etmiş olanlar, yayınlanmış ilk iki romanımdaki (Sokaktaki Adam, Zenciler Birbirine Benzemez ÖY) tiplerde şu özelliği hiç kuşkusuz saptamışlardır: Hiçbirisinin Kurtuluş Savaşı’na değin uzanan bir geçmişi yoktur, varsa da sözü edilmez. Sanki bu adamlar o geçmişten gelmiyorlar, sanki anaları babaları Osmanlı toplumunda doğmamış, bir imparatorluğun çöküşünü yaşamamışlardır. Sanki Cumhuriyet’le beraber gökten düşmüşlerdir.” (Hangi Edebiyat, s. 159)
Bu arayışla ve uyanışla; “Her ciddi Türk yazarı, Türk sanatçısı ister istemez, eserini, temelleri Kurtuluş Savaşı’na değin uzanan, içinde imparatorluk toplumundan gelen adamların da yaşadığı bir gelişme süreci içinde tasarlayacaktı. Bu gerçeğe ulaştıktan sonra, artık benim romanlarımda kahramanlarımı ayakları daha çok yere basan, belirli bir tarihsel yaşantı içinden çıkmış adamlar yapmaya çalışmam kolaylaşıyordu çok. Gerçekten de ondan sonraki #ilkromanım Kurtlar Sofrası, kendinden öncekilerden bu özelliğiyle ayrılır: Birden bu eserde, hayatlarının başlangıç dönemleri Meşrutiyette, hatta Mutlakıyette geçmiş kişilere rastlarsınız; türlü toplumsal çelişkiler ve çatışmalar içerisinden bir mücadeleyi sürdürüp getirmektedirler. Bu mücadele Kurtuluş Savaşı döneminden geçmiş, orada çok belirli bir içerik kazanmış, savaş sonrasında da siyasal çatışmalar olarak kendini göstermiştir. Kurtlar Sofrası’nın dokuması, sanırım, üzerine oturtmayı planladığım Aynanın İçindekiler’in geniş kadrosunu taşıyabilmesi amacıyla geniş tutulmuş, Türk toplumunun son elli yıllık sorunları orada ‘vazedilmiştir’. Aynanın İçindekiler’de kökenleri Harbi Umumi’ye, İstiklal Harbi’ne dayanan tiplerle Cumhuriyet kuşağı tiplerinin sergilenip bu sorunların tartışılacağı belli gibidir…” (Hangi Edebiyat , s. 161) der.
Gerçekten de öyle olmuştur ve Bıçağın Ucu’ndan başlayarak imparatorluğun dağılış yıllarından gelen onlarca tip karmaşık toplumsal sorunlar içinde karşılaşırlar; bir arada yaşarlar, çekişirler, çözümler ararlar. Atillâ İlhan “Fikrimce ancak böyle yapmakla çağdaş bir Türk romancısı içinde yaşadığı toplumsal ilişkilerin estetik bileşimini verebilir, yoksa yazdıkları kişisel hayat hikâyeleri ya da gündelik röportajlar olmaktan öteye gidemez.” der. (Hangi Edebiyat, s. 161).
KURTULUŞ SAVAŞI’YLA KURULAN SIKI BAĞLAR
Attilâ İlhan’ın, Kurtlar Sofrası’yla başlamak üzere, onun devamı sayılan Aynanın İçindekiler dizisinin tüm romanlarında #KurtuluşSavaşı’yla sıkı bağlar vardır. 1950–1960 arasındaki yılların temel alındığı bu romanlar Kurtuluş Savaşı’yla bütünleşir. Attilâ İlhan, kişilerini toplumsal ve siyasal olaylar içinde ele alarak tarih içinde geziye çıkarır. Olayları öncesi ve sonrasıyla, kökenleri, nedenleri ve sonuçlarıyla tarihsel derinliği içinde anlatır. #AtillaÖzkırımlı’nın dediği gibi “Kurtuluş Savaşından çok, Kurtuluş Savaşı’nın nedenlerinin, bu savaşa yön veren düşüncenin, bu düşünceyi eyleme dönüştüren kişilerin ve ulaşılan sonucun, bu sonucun belirlediği ideolojinin anlatılması” anlamına gelmektedir. ( Türk Dili / Türk Romanında Kurtuluş Savaşı Özel Sayısı, “Attilâ İlhan’ın Üç Romanında Kurtuluş Savaşı”, Temmuz 1976, s. 94) Özdemir İnce, “Roman, çıkış noktası olarak, 1950–60 yılları arasını irdelemiş görünmesine rağmen, aslında Türkiye’nin Tanzimat’tan bu yana sancısını çektiği #burjuvalaşma, Batılılaşma, #çağdaşlaşma, #kalkınma ve #uluslaşma sorunlarını deşiyor; ticaret burjuvazisinin montaj sanayiciliğine geçişine, feodallerin ithalât işlerine, kapitalist ilişkilerine özenmelerine el atıyor.” (Türk Dili , Mayıs 1976) derken, #FethiNaci romanı, “Attilâ İlhan, Demokrat Parti’nin altın çağının sona erdiği, baskı dönenimin başladığı yıllar Türkiye’sinden toplumsal bir kesit vermek, Demokrat Parti iktidarının niteliğini belirterek eleştirisini yapmak, Cumhuriyet Halk Partisi’nin geçirdiği değişimleri çözümlemek, sosyalistlerinin yanılgılarını, sosyalizmin ülkemiz için bir ham hayal olduğunu vurgulamak ve Türkiye için kurtuluş yolu göstermek istiyor Kurtlar Sofrası’nda. Ve Atatürkçülükte buluyor bu kurtuluş yolunu.” (Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, Gerçek Yayınevi, 1981, s. 232) sözleriyle değerlendirir:
Kurtlar Sofrası’nın asıl kahramanı Mahmud Ersoy’dur. “#Aynanınİçindekiler” dizisindeki romanlarında Türk aydınına değişik açılardan yaklaşan ve Kuvayı Milliyeci kahramanların verdikleri savaşımdan yola çıkarak Türk aydını için ulusal bir sentez öneren Attilâ İlhan, Kurtlar Sofrası’nda Mahmud Ersoy’la ne istediğini çok iyi bilen bir karakter ortaya koyar. #ZeynepAliye’nin “Kahramanlarınızı doğrudan yaşamın içinden seçiyorsunuz. Çok da iyi bir gözlem sonucu olmalı” sorusunu şöyle yanıtlar:
“Zaten benim roman çalışma tarzımda #muhayyel tip yoktur. Yani tamamen hayalden uydurulmuş tip yoktur bende. Ben tipleri şöyle çalışıyorum; ya (bunu az yaparım) bir belirgin tip vardır, olduğu gibi almak lazımdır; o tipi olduğu gibi aktarırım… Mesela #ÜmidKeleşoğlu. Ümid tipi aslında bir fizyoloji olarak, bir görüntü olarak ortaya çıktı. Çünkü bunu gördüm sahiden. İnce, zarif, saçlarını kısacık kestirmiş… Başka bir tanıdığın muhtevasını aldım, bu fizikle birleştirdim, ortaya Ümid çıktı. #Ümid çıktıktan sonra zaten kendi hayatını yaşamaya başladı. O zaten kendi kurallarını koyarak gidiyor romanda.” (Mavi Adam Attilâ İlhan’la Söyleşiler, Bilgi Yayınevi, Kasım 2001, s. 211–212)
Bir #romankahramanı ne anlama gelir Attilâ İlhan için? “Geçenlerde bir gençle konuşuyordum, söz arasında Kurtlar Sofrası’ndan beri geliştirdiğim Ümid tipi üzerinde durduk. ‘Sence nasıl bir kadın bu Ümid?’ diye sordum, şu akıllıca cevabı verdi: -Ümid değişiyor, Paris’teki Ümid başka, Mahmud’la sevişen Ümid başka, Gazeteci Ümid başka.’ Doğrusu da bu değil midir? İnsanlar statik mi?..” (Hangi Edebiyat , s. 163)
14 Kasım 1966 tarihli, “İlle Dışardan mı?” başlıklı yazısında şöyle der Attilâ İlhan: “Şimdi adını yazsam hepiniz şaşarsınız, çok değil henüz altı yıl kadar önce ‘Kurtlar Sofrası’nı Kuvay-ı Milliyeci tezler üzerine kurduğum için toplumcu bir eleştiricimiz bana açıkça çıkışmıştı… Türkiye’nin kurtuluşu için en gerçekçi ve eyleme dönüşebilecek ulusal bireşimi Mustafa Kemal’in yaptığını öne süren bölümlerdi eleştirici dostumu irkilten; çoğu toplumcu aydınlar gibi Mustafa Kemal’i ‘bir küçük burjuva paşası’ saymak eğiliminde idi, batmış bir imparatorluktan çıkardığı devrimci, halkçı, devletçi ve laik Cumhuriyeti inatla görmezlikten geliyor, neden öğretisel bir sosyalizme kadar gitmemiş diye belki ona için için kızıyordu. Azgelişmiş dünya ülkeleri liderlerinden böyle bir işe kalkışmış olanların nasıl sosyalizmlerini karaya oturttuklarını görmezmiş, Mustafa Kemal’in ise Cumhuriyetin ilanından sonra ancak on beş yıl kadar yaşayabildiğini bilmezmiş gibi!” (Faşizmin Ayak Sesleri, Bilgi Yayınevi, 2. basım, 1977, s. 32)
DEMOKRAT PARTİ İKTİDARININ SON DÖNEMİ
Kurtlar Sofrası, #DemokratParti iktidarının son döneminde İstanbul’da yaşanan toplumsal ve siyasal olayları temel alır. Romanda, gelişmekte olan #spekülatör #ticaretburjuvazisi, toprak ağalığından ticaret burjuvalığına geçiş, ticaret burjuvazisinin yabancı sermayeyle iş birliği deneyleri ve montaj sanayiciliğine geçiş hevesleri, komprador kapitalizminin belirginleşmesi gibi ekonomik ve toplumsal olgular kapsamlı olarak işlenir. “Dikkatli okur fark etmiştir, Kurtlar Sofrası’nda gazeteci Hüsnü Faik, #Menderesdiktasının son dönemlerindedir ama, gerçekte taa Rumeli’den, İttihat ve Terakki günlerinden başlayan bir gelişme sürecinin bir aşamasını yansıtır. Romanı okurken hem adamın Menderes’e karşı verdiği mücadeleyi izleriz, hem de sözgelişi #MustafaKemalPaşa ile #AnkaraHükümeti dönemindeki tavrını!” (Faşizmin Ayak Sesleri , s. 162) diyen Attilâ İlhan’ın bu olayları yaşayan kişiler arasındaki asıl kahramanı, bir inşaat yolsuzluğunu aydınlatmaya çalışan bir gazetecidir. Mustafa Kemal’in eylemini benimseyip özümleyen, kurtlar sofrasına döndüğünü söylediği ülkesi için bir kurtuluş yolu arayan, düzendeki bozuklukları sergilemenin yetmediğini düşünen, “daha önemli ve etkili bir şeyler yapmak lâzım” diyen ve Mustafa Kemal’in ölümüyle Kurtuluş Savaşı’nın hedeflerinden uzaklaşıldığı düşüncesinde olan Mahmud Ersoy adlı gazeteci, Kurtlar Sofrası ’nın başkahramanı olmasının yanı sıra, daha sonraki dönemlerin kahramanlarını da yaratan, onlara örnek olan bir kahramandır.
“…Sen bir iki seçimle her şeyin küt diye yoluna gireceğini mi sanıyordun?.. Asıl çekişme bundan sonra başlayacak bu gelenler gidenlerden farklı olmadıkları, hatta belki daha kötü oldukları için, bütün ettikleri vaatlerin altından kalkmak isteyeceklerdir. Sen, ben karşılarına dikilmezsek, bunca gayreti, bir iyimserliğe harcamış olmaz mıyız?” diyen Mahmud Ersoy, İzmir’e gidecek, orada Kolaylık İnşaat Şirketi’nin çevirdiği dolapları açığa çıkaracak ve yayımlayacaktır. Şirketin sahibi Zihni Keleşoğlu, Mahmud Ersoy’un amacını öğrenir ve adamı Kılçık Nâzım’ı onun peşine takar. Ertesi gün İzmir’den gazeteyi arayan muhabir Cezmi, Mahmud Ersoy’un vapurdan inmediğini bildirir. Birkaç gün haber alınamayan Mahmud’un başı kesilmiş cesedini balıkçılar bulur. Birkaç gün sonraki Birlik gazetesinde Mahmud’un bir fotoğrafı ve şu başlık vardır: “Devrimci neşriyatımızı Mahmud Ersoy’la ödedik. Türk basınının büyük kaybı” (s. 151).
Başka gazeteler olaya farklı yaklaşır. Bir gazete, onun Kızıllara özgü asılsız haberlerle Atatürk’ün düşüncelerine sığınarak memleket düşmanlığı yaptığını; bir diğeri cinayetin solcu çevrelerin düşmanlığı kazandığı için komünistler ve Moskova ajanlarınca işlenmiş olabileceğini yazar.
BULUNAMAYAN BAŞIN SEMBOLİK ANLAMI
Mahmud Ersoy’un öldürülmesi, daha önce onu dizginlemeye çalışan ve yumuşak davranmasını öğütleyen Hüsnü Faik’in, “Biz ki şerefli şerefsiz bütün korkuları yaşadık: Takip gördük, mahkeme gördük, tatil-i neşriyat kararı gördük: Şu kadar yıl önce tuttuğumuz ve doğruluğuna inandığımız yolu birkaç ‘yeni icad’ politikacının ve çevrelerindeki vurguncuların tazyiki üzerine bırakacak mıyız? Bırakmayacak, Birlik , o #Mütareke karanlıklarından, Kurtuluş Mücadelesinin ve demokrasi hareketlerinin buhranlı günlerinden dövüşe dövüşe muzaffer çıkan ‘gazi’ gazete ağırlığı gittikçe artan şartlara göğsünü vererek şimdi yine ‘vazifesini’ yapacaktır,” dedirtecek ve gazete “memleket bir kurtlar sofrasına döndü mü, isyan haktır,” diyen Mahmud Ersoy’un savaşımını onun bıraktığı yerden sürdürecektir.
Hüsnü Faik, Birlik gazetesinde Mahmud Ersoy’un bir “inkılap şehidi” olduğunu, öteki adının Mustafa Kemal olduğunu yazar. Ona göre Mahmud Ersoy, “Milli Kurtuluş hareketini aynı hızla ve tarihi ve içtimai macerası içinde, son neticesine kadar götürmek çarelerini arayan, şuurlu ve aydınlık münevver birisi”dir (s. 206). Attilâ İlhan’a göre de Mahmud Ersoy, “Ulusal bir çağdaşlık peşinde” ( Dönek Bereketi , s. 25) olan Gazi’nin izleyicisidir.
Gönülden Esemenli Söker, Attilâ İlhan’da Kültür Sorunsalı (Bilgi Yayınevi, Şubat 2002) yapıtında #başsızceset olayını şöyle yorumlar: “Mahmud’un bulunmayan başı, eserde sembolik bir özellik kazanır. Olaylarını ve sorunlarını Mustafa Kemal’in fikirlerinin yardımıyla yorumlayan, başkalarının da aynı tarzda düşünmesi için çabalayan Mahmud’un başıdır kaybolan. Her türlü gayrete rağmen bulamazlar, fakat ölümüyle ilk defa onun düşüncelerine farklı yaklaşan ve onun izinden gitmeye karar veren Ümid, bundan böyle Atatürkçü düşünüşün temsilciliğini üstlenecek, Mahmud gibi o da başkalarına yol gösterecektir.” (s. 249–250)
Ümid, Mahmud’un öldürüldüğünü gazetede okuyunca çok üzülür. Zihni Keleşoğlu çalışma odasında, şoförü Kılçık Nâzım’la tartışmaktadır. Bu konuşmaları duyan ve Mahmud’un öldürülmesini babasının istediğini öğrenen Ümid, katil bir babanın kızı olmaktan utanç ve acı duyar. O gece babasının evinden kaçarak Hüsnü Faik’in evine gider ve duyduklarını anlatır. Ertesi gün Keleşoğlu, kızının evden ayrıldığını öğrenir ve kaybettiğini anlayarak sahte pasaportla Avrupa’ya kaçmayı planlar. Polis, olayların iyice su yüzüne çıkması dolayısıyla harekete geçer, Keleşoğlu, Kılçık Nâzım’la birlikte Çorlu yolunda yakalanır. O gece gazetede bayram havası eser. Mahmud’u kaybetmişlerdir ama zaferi kazanmışlardır.
Ümid, Mahmud’u sevdiğini anlar. Artık yaşamını kendi kazanmak, Keleşoğlu’nun kızı olmaktan kurtulmak ister ve Mahmud’un yarım bıraktığı kavgayı tamamlamak için onun gibi yaşamaya karar verir. Tembellikten kurtulacak, çalışacaktır. Tarlabaşı’nda #MadamKaranfilyan’ın işlettiği pansiyondaki Mahmud’un küçük, sade odasına taşınır. Sevgilisinin eşyaları arasında ağlar. Duvarın birinde boydan boya bir kitaplık ve köşede Mustafa Kemal’in bir büstü vardır. Bir sözlükle, açık bırakılmış bir kitap (büyük olasılıkla #Nutuk ) durmaktadır. Ümid bir gün Mahmud’un yarım kalmış Mustafa Kemal’in İnkılâp Teorisi adlı bir çalışmasını bulur. Bilinçli bir yaşam için insanın kendisini anlamasıyla ilgili bir çalışmadır bu.
Söz ettiğimiz yapıtında Söker, Mahmud Ersoy’un, Ümid’in değişiminde nasıl etkili olduğunu açımlar. Rastlantı sonucu tanışmışlardır. Çünkü birinin dünyasının bittiği yerde diğerininki başlamaktadır. Avrupa kültürüyle Türk kültürü arasında yabancılaşan Ümid yaşamı “sağlam ve temelinden” tutamaz, bir işe girip çalışamaz, zevklerini sürdürür. Ülkesiyle ilgili “çok bir şey” bilmeyen Ümid, lisedeki öğrenimi sırasında uzaktan varlığını sezdiği ama açıktan açığa yüz yüze gelmeye korktuğu Avrupa’nın insanı uykusundan eden sorunlarıyla kuşatılmıştır. (s. 241)
Tarihsel ve siyasal bilinçten yoksun olan Ümid, bu sorunlar karşısında ezilmektedir. Paris dönüşü Samsun vapurunda karşılaştığı gazeteci Mahmud Ersoy, ona asıl olarak ve kesinlikle Türkiye hakkında düşünmesi gerektiğini söyleyerek ilk ateşlemeyi yapmıştır. İstanbul’da Birlik gazetesinde muhabir olarak çalışmaya başladıktan sonra İnönü’nün Kayseri gezisine katılınca yeni bir gerçekle burun buruna gelir ve asıl yabancılaşmanın ne olduğunu görür: Onu yabancı sanırlar. Kahrolan Ümid değişemeyeceğini, onlar gibi olamayacağını düşünür. Mahmud, bir gün onu eleştirir, onun kibirli ve bencil olduğunu söyler. Kendini başkalarından soyutlayan, başkalarıyla ilişkilerini kendi isteklerine göre ayarlayan Ümid, gururu nedeniyle ülkesinden kopmuş, bencilliğiyle başka bir ülkeyi seçmiştir. Sonunda sorumluluk duygusu ağır basmış olmalı ki İstanbul’a dönmüştür ama ülkesine yabancı gözüyle bakmakta, çevresinden tiksinmektedir.
İKİ ERKEK İKİ FARKLI YAŞAM SEÇENEĞİ
Ümid İstanbul’a döndükten sonra farklı dünyaların adamı iki erkek arasında kalır. #Alaturka ve #vulgar Mahmud ile alımlı ve çekici bir şair olan Turgut. Liseyi zorlukla bitirmiş, Paris’te cinsiyeti belirsiz bir Amerikalı ressamla yaşayan ve Türkiye’ye dönen, tüm amacı Amerika’ya kapağı atmak olan #Turgut, parası az, tutkusu yüksek, eksik bir şairdir. Heves ettiği hiçbir şeye kavuşmadığından yaşamı sevmez. Kendisini sanatçı, güzelliklerin adamı sayar. Çevresindeki her şeyin çarpık ve pis olduğunu, saçma, korkunç ve tekdüze bir sayıklama olduğunu düşünür. Bilgisiz, korkak, yeteneksiz, duygusuzdur ve bunlara karşı “sanatta fikrin ve duygunun düşmanı” olduğunu öne sürmektedir. Eşi bulunmaz, Fransız kültürünü bilen, farklı bir kız olduğu ve onun babasından almayı planladığı 5 bin lirayla sanatın araç değil amaç olduğunu haykıran bir dergi çıkarmak istediği için Ümid’le arkadaşlık yapmaktadır. Ucuz çeviriler yapıp harcanarak, boşboğazlıklar, zengin kız tavlama umutları ve Amerika düşleriyle bunalımda olan Turgut, Ümid’i Amerika’ya gitmeye ikna etmeye çalışır. Ümid’se onun şairliğinden kuşku duymakta, onu aylak bulmaktadır. Ümid, Mahmud ile Turgut’un arasında bir yerdedir ve kendisini yorgun hisseder. Üvey annesi Maide ve birkaç arkadaşı Ümid’i, Halil ve Turgut’un tam tersi, kendilerine aykırı gelen, düşünen bir adam olan, Mahmud’tan kurtarmaya çalışırlar. Ümid, kendisini olduğu gibi değil olmasını istediği gibi seven Mahmud’un sevgisini yorucu bulur. Mahmud’un onu değiştirmek için sürekli açlıklardan, maden çökmelerinden, kapatılan sendikalardan, tutuklanan gazetecilerden söz etmesinden usanmıştır. İlişkisini onun İzmir’e gideceği akşam keser.
Mahmud’un ölümünden sonra ise Ümid’de yeni bir değişim başlar. Mahmud’un yaşarken onun için ne anlama geldiğini, onsuzluğun ne olduğunu düşünür. Hem kendisini hem Mahmud’u anlamaya başlar. Mahmud’un onu çürütmek istediğini sanıp ona “şuur aydınlığı” katmaya çalıştığını, kendisininse onu yalnızca bir erkek olarak beğendiğini, düşüncelerini öğrenince ondan korktuğunu anlar. Mahmud onu tamamlamaya çalışan bir insandır, o ise onu seven ama onunla yaşamayı bilmeyen bir korkaktır. Bundan sonra yaşamına onu da katıp “iki kişi olarak” yaşamaya çalışacaktır. Turgut gibi arkadaşlarıyla ilişkisini keser; yaşamına anlam katılacaktır artık.
Mahmud, kendi kuşağını “yarım kalmış inkılabın çocukları” (s. 263) olarak tanımlar. Çocukluklarında gördükleri atılımlar neredeyse durmuştur. Buna neden olanlar “kendileriyle ve ihanetleriyle” mutabıktırlar. Ama Mahmud “inkılap nesli”nin “ayakta” kaldığına inanır. Kendilerini kurtarmak isteyen kimileri sola ve sağa saparak ülkenin koşullarına ters düşerek kısa sürede harcanırlar. Mahmud “inkılabın bütün cephelerde nasıl yürütülebileceğini” araştırmaktadır. Bunun yolunun da “kendimizi ve çıkış noktamızı, sonra da metodumuzu öğrenmek”ten geçtiğini bilmektedir.
İSYAN HAKTIR
Mahmud Ersoy, “Yüzde yüz içerden ve kendi başına bir kurtuluş kapısı” arar. (s. 264) “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Milli Mücadele’de, Halk Fırkası ise, medeni devrimlerin gerçekleştirilmesi sırasında, devamlı olarak milletin çoğunluğunu temsil ediyor ve milletin çoğunluğunca destekleniyor”dur. (209). Sonra, hareketi yöneten kadrolar halk yığınlarından kopunca militanlar bozulup teşkilat bürokratların ve imparatorluktan devralınan toprak ağalarının eline geçerek soysuzlaşır.
Önceleri kendilerini faşizan demagojiye kaptıranlar 1946’larda “kendilerini güçlü hisseden ticaret ve sanayi çevreleri” devrime yeni bir ihanetle toprak ağalarıyla bütünleşirler. İşçi sınıfının yok denecek ölçüde az oluşu, #köylünündağınıklığı ve bilgisizliği, kentlinin yoksul ve güçsüz oluşu buna neden olmuştur. Mahmud Ersoy, bu durumdan ancak Kuvayı Milliye ve Cumhuriyet’in Mustafa Kemal’in devriminin ana hatlarını oluşturduğu düşüncesinden hareket ederek onun düşünceleriyle halk arasındaki bağın yeniden kurularak çıkılabileceğini düşünür.
Ümid’in karşısındaki böyle bir eylem adamıdır işte. Bir gün Ümid’e Mustafa Kemal’in “bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı, heyeti milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız” (s. 272) diyerek gazeteciliğinin özünü açıklar Mahmud. Ülkemizdeki demokrasi girişiminin “büyük ve rezilce bir ticari vurgun”a dönüşerek soysuzlaştığını, “milletlerarası tröstlerle bankalar arasında gizli ortaklıklar” bulunduğunu, gazetecinin görevinin bunları açığa çıkarmak olduğunu söyler. Siyasi iktidarın bunu önlemek için basına baskıyı yoğunlaştırdığını ekler.
Topluma kişiyi ezdirmeyecek bir özgürlük ve kişinin kişiyi ezmediği bir adalet düzenini gerçekleştirmeyi amaçlar Mahmud. Bunun için “etkisi sınırlı” ve “entelektüel bir eylem” olan gazetelere yazı yazmak yetmeyeceği için “belki gizli, fakat mutlaka etkili ve aktif bir teşkilatlanmaya” gidilmesinin zorunlu olduğunu düşünür (s. 400). “Çakal dişleri, çamurlu burunlarıyla” saldırarak ülkeyi “kurtlar sofrası”na dönüştürenlere karşı “isyan” “hak” tır. Bunun için “Gerekirse, tehlikeli, hatta ümidsiz, fakat sonrakilere örneklik edebilecek, elle tutulur, gözle görülür hareketler”in yapılması gerektiğini düşünür. (s. 590–591)
Ümid’i kendi hakkında düşünmeye, #Parisdönüşü #Samsunvapurunda karşılaşıp iki yıl süren beraberlik kuracağı Mahmud Ersoy iter. Daha ilk karşılaşmalarında Ümid, “bu adamın, #gökyüzünüsırtlamış duygusunu uyandıran dehşetli omuzlarından, gizli gizli sürüp giden iç gülümsemesinden ve pörsük gözlerinden, iyice belirli, adeta elle tutulabilir bir erkeklik sızıyor sanmıştır” (s. 439–440). Fakat onu asıl çekici yapan, “erkekliğinden çok düşünür adam” ve “bitmez tükenmez aksiyona susamışlığından gelen değişik bir tip” (s. 440) oluşudur. Mahmud ona güven duygusu da verir. Ümid’in Paris’te paramparça olan her şeyini Mahmud, İstanbul’da bir araya getirir; çünkü beraberlikleri “kendi kendini eksiltmelerden çok elbirliğiyle ve büyük yaratmalara benzeyen karşılıklı ve eş zamanlı bir duygu ve sevgi alışverişi”dir (s. 440).
Söker yapıtının sonunda şu yargıyı verir: “Attilâ İlhan, Aynanın İçindekiler roman dizisi ve düşünsel eserleriyle Türkiye’nin içinde bulunduğu kültürel yabancılaşmadan ve ekonomik badirelerden ancak; laik-demokratik-ulusal bir zemin üzerinde gelişecek ulusal burjuvazinin yaratacağı, Batının metodunu kullanıp kültürel geçmişini reddetmeyecek bir ulusal kültür bireşimi ve başka ülkelerin tavsiyeleri çerçevesinde hareket etmeyecek, bağımsız, ulusal çıkarları doğrultusunda gelişen bir ulusal ekonomi ile çıkabileceği mesajını iletmek ister.” ( Attilâ İlhan’da Kültür Sorunsalı , s. 390)
Sözün özü, Attilâ İlhan’ın daha sonraki romanlarındaki tüm ulusal sentezci kahramanların öncüsü olan hem de günümüzde yaşadığımız gazeteci rezilliklerine karşı tutarlı bir aydın örneği ve kendisinden sonrakileri (örneğin Ümid’i) eğitip değiştiren bir karakter olan Kurtlar Sofrası’nın kahramanı Mahmud Ersoy’la edebiyatımıza ve toplumsal yaşamımıza onurlu bir bayrak asılmıştır.
#gazeteci #MahmudErsoy #attilailhan #Türkiyegerçeği #KuvayıMilliyeruhu #montanayiciliğinegeçiş #inkılapşehidi #öneryağcı
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.