Oğuz: NEREDE YAŞAM VARSA ORADA KARŞITLIK VARDIR
-
Oğuz: NEREDE YAŞAM VARSA ORADA KARŞITLIK VARDIR
NEREDE YAŞAM VARSA ORADA KARŞITLIK VARDIR VE NEREDE KARŞITLIK VARSA ORADA KOMİK*
Makale Yazarı: Reyhan Yıldırım
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ocak/ Mart 2018, 33. sayıda yayımlanmıştır.
Görüş saati yeni bitmiş, Oğuz’u bu koğuşa getiren yol arkadaşlarından Selahattin henüz gitmiştir.
Konuşma esnasında Selahattin Oğuz’a anılarını yazmasını öğütler. Saçkıran’ın genç kahramanı, gözlerini diktiği kirli duvarda günün değişen renklerini izlerken kendisine verilen öğüdü düşünür. Bu kısa pasajın sonunda #Oğuz, kendi kendine, ‘yazacağım der’, ama ‘hapishaneyi değil, buraya nasıl girdiğimi yazacağım’. Böylece Oğuz’un hikayesinin başına dönülmüş olur.
Hikâyenin başında Oğuz, #İstiklalCaddesi‘ndeki kalabalık tarafından sürüklenmektedir. Bir ara kendisini bir #pastanede bulur. Tüm masalar dolu olduğundan genç bir adamın masasına oturur. Az sonra masaya başkaları da gelir. Sanatla uğraştıkları, #bohem bir yaşantı sürdürdükleri anlaşılan gençler, Oğuz’un tanıdık biri olduğunu varsayar, ‘kim’liğini sorgulamazlar. Yalnız caddede değil, hayatta da sürüklenen delikanlı için bu grup, bir varlık amacına kavuşmanın yolu olur: ‘#Dava’ için çıkarılacak derginin yok bütçesinin yönetimini #SelahattinAğabey yüklenirken Oğuz, derginin basım işlerini üstlenir.
#Roman boyunca gençler, pastane ve meyhanelerde buluşur, tartışırlar. Tartışmalarının odağını; dava, #güdümlü, #güdümsüz, #karşıt, #gençkuşak, #anlamsızşiir, #gerçekçilik, #olumlutip gibi kavramlar oluşturur. Oğuz bir yandan bu kavramları öğrenmeye çalışırken, bir yandan da üstlendiği sorumluluğu yerine getirmeye uğraşır.
Derginin basımı sırasında gayet gülünç durumlar yaşanır. #TezelBasımevi’nin mürettibi geveze bir ihtiyardır. Ahmet Mithat Efendi ve Muallim Naci’den örnek vermeye bayılır. Her çözümsüzlükte, işleri daha da kötüleştiren #köhne fikirleriyle Oğuz’un zaten işlek olmayan aklını tümüyle karıştırır.
#Yetersizlik, #yüzeysellik, #uydurukçuluk, ülkede hâkim kültürün başlıca özellikleri olarak gösterilir. Ortaya çıkan dergi bir paçavradır. ‘#Sanatçı’ların yaratıcılıkları tesadüflere dayanır. Sıkıcı ve dedikoducudurlar. Hepsi birbirlerinin kuyularını kazarlar. #Gazeteciler sorumsuz, yalancı, #politikacılar ilkesiz ve şerefsizdirler. Çıkarları peşi sıra koşuşturan tüm bu yanar-döner güruhlar, insanda geleceğe dair hiçbir umut bırakmazlar.
Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü kuşak… bunalım kuşağı, kızgın kuşak, dövülmüşler kuşağı… kuşak kuşağı… Gün içinde kuşak eskitip #kuşak icat ederler. Sonra #dergiler, dergiler, dergiler…
Hikâye, Oğuz’un babasının askeri fırın defterindeki kayıtların şiir olarak kabul görmesinden tutun da rüzgârın uçurduğu basılı dergilerin bildiri sayılmasına kadar daha pek çok #absürt olayla devam eder. #SeylanPastanesi, rustik #KovukMeyhanesi, kışkırtıcı yazar ve yazılarıyla Ar Dergisi… Bunların çoğu abartılı olmakla birlikte 1950-1960 yılları arasındaki Türkiye gerçekliğinde karşılığını bulan şeyler.
Yukarıda da değinildiği gibi, kimi sanat çevrelerindeki sığlıklar, #dedikodu ve #polemikler, uyduruk şiirler, her tutuklanışlarında saçlarından olan ve romanın adını esinleyen gazetecilerin bin bir çeşit dalaveresi, taşra politikacılarının kristalize olan sığlıkları, döneklikleri, işe yaramaz mürettipler ve onların pespaye işleri, daha niceleri, Oğuz’un içinden geçeceği hayal sahnesinin perdesinde bir bir belirirler. Sonuçta Oğuz, yine tesadüfen yüklendiği gazetecilik faaliyetleri yüzünden ceza yer. Üstüne üstlük ‘Saçkıran’ da gençlerin yetişmesi için gümrah olmaktan uzak fırsat toprağını lütfen eşelemekle kalmaz, hasbelkader boy atan umut verici nesilleri, ne yazık ki gülünç korkuları yüzünden, yolup yok ederek çürüme ortamının devamlılığını garanti eder.
#Saçma, #tesadüf, #altyapısızlık, aşınmış karakterler… nafilelik değil ama. Nihayetinde bu hikâyeyi Oğuz kaleme alır. Demek ki yaşadığı gerçekliğe mesafe alabilmiş, tabloyu görmüş, toplum için ayna tutabilecek bilince erişmiştir.
Anlaşıldığı üzere Aziz Nesin Saçkıran’da gerçeklikten kopuk, ama dönemin ruhunca kıstırılmaktan da kurtulamayan genç hayatların savruluşunu anlatır. Nesin’in hicvine konu olan dönem karanlık yanları olmakla birlikte verimsiz ya da umut kırıcı değildir. Yazarın, gülmeceyi konu edindiği kendi mizah antolojisinde bizzat alıntı yaptığı, #Kierkegard’ın ‘komik’ tanımını hatırlamak gerek. Kierkegard diyor ki:
“#Komik, yaşamın her aşamasında vardır, çünkü nerede yaşam varsa orada karşıtlık vardır ve nerede karşıtlık varsa orda komik vardır.”
Yaşantının ve özellikle de karşıtlıkların masaya yatırılmasını isteyen, derin düşünmeye davet eden bir uğraştır, #mizah.
Bu romanın ilk basımı 1957 yılında, Dolmuş dergisinde, “#ErkekSabahat” adıyla yapılmış. 1959’da Akşam Gazetesi’nde ‘Saçkıran” olarak tefrika edilmiş. Ardından da #KarikatürYayınları’nca kitaplaştırılmış. (1)
Aziz Nesin’e göre ‘Görevci #Gülmece’, diyalektik gelişimle “hem kendisi egemen sınıfların baskısıyla doğar, hem de kendisini doğuran egemen sınıfların baskısını çağırır.” Öylesine güçlü ve varoluşu itibariyle o denli haklıdır ki, egemen güçleri yenmeyi eninde sonunda başarır. Amacı, karşı olmaktır. Görevi esas olarak sınıfsaldır. Egemenle alay etmek, onu çürütüp yıkmak peşindedir. Bu bireysel görevi olmadığı anlamına gelmez. “Gülmecenin, toplum dışı, ahlak dışı bireysel eksiklikleri, bir genellik içinde yarattığı tiplerle ortaya koyup onlarla alay etmek gibi yararcı bir görevi de vardır. Yararcı gülmecede ister istemez bir ahlakçılık, bir öğretmenlik görülür; buda gülmecenin kendi niteliğinden gelir, gülmecenin özünde var olan bir şeydir bu. Her türlü eksiklikler, bozukluklar, toplumun en uslandırıcı silahı olan gülmecenin oklarından kendilerini kurtaramazlar.”
Aziz Nesin’e göre, topluma uyamayan, gidişine ayak uyduramayan kişiler, yaşadıkları dünyayla organik bağlar geliştiremezler. Beyinlerindeki kör aynalarda dans eden saplantılı düşünceler, tıpkı kaleydoskoplardaki gibi, saçma sapan bir algının ve bu algıyla kalkışılacak işlerin nüvesi yerine geçerler. Aziz Nesin o kişilere ‘karakter komikleri’ der. #Karakterkomikleri, sürekli olarak gülünç durumlara düşerler. Oysa yapıp ettiklerinin yol açtığı bireysel ve toplumsal sonuçlar, komik değil, neredeyse yıkıcıdır. Yazar, toplumda bu konuda bir farkındalığın gelişmesine aracılık etmek ister. Sivrilttiği nitelikleri bu tiplerde toplayarak uyanıklığı davet eder. Yapıtlarında onlar tarafından üretilen saçma’nın çarpık mantığını irdeler. Amaca hizmet etmek üzere de en uygun tür olarak mizahı ve hiciv sanatını seçer. Aziz Nesin’in Saçkıran romanı tam da yukarıda sözü geçen ‘tip’lerle çalışır. Yalnız sanat dünyasındaki değil, kurumlar, kuşaklar, kanonlar ve benzeri her çeşit egemenin ve onlarla karşılaşmalar içindeki ‘tip’lerin, geçit törenini yapar. Başka bir ifadeyle, Oğuz’un ve dahil olduğu sanatçı topluluğun hayatından sunduğu kesit onun bu ‘görevci sanat’ anlayışının dışa vurumudur.
Bu anlayış bizi dönemi hatırlamaya itiyor. Şöyle ki, Saçkıran’ın doğuşu, Türkiye’nin ekonomik kalkınma hamleleri ve liberalleşme politikalarıyla haşır neşir olduğu Demokrat Parti dönemine denk gelir. O sıralar hükümet, ABD liderliğindeki emperyalist dünyaya entegrasyon niyetini hızla uygulamaya sokar, burjuvazinin önündeki engelleri kaldıran pek çok düzenlemeye girişir. Karayolları yapılmış, şehirler ile taşralar birbirine bağlanmıştır. Ulaşım ve haberleşmenin gelişmesi, dengesizlikleri görünür hale getirirken bir yandan haber almanın yollarını açmıştır. #Matbaacılık ilerlemiş, gazeteler çoğalmış, #gazetetirajları yükselmiş, gazeteciler yurt sathına yayılmıştır. Bu gelişmelerin okur-yazar oranında kısmi bir artışı teşvik ettiği de ortadadır. Bu vesileyle yayın ve sanat dünyası da hareketlenir.
Batıdaki sanatsal akımları takip eden #yeninesil, onları kendi verimlerine taşır. Gelenekle hesaplaşmak, güncel olanı yakalamak, uygulamak genç sanatçıların mücadele alanı haline gelir. Böylece sanatın her alanında, özellikle şiirde ve öyküde yenilikçi ürünlerin çoğaldığı görülür.
Zaten daha 1940’lı yıllarda, şiirde hâkim olan ağdalı ve duygusal söyleyişlerden, ölçüler, uyaklar ve tüm diğer kalıplardan usanmış şairler #Garip olarak anılan şiir hareketini başlatmışlardır. Kuralları, ölçüleri bir yana bırakarak şiiri yeniden kurmuşlar; toplumsal eleştirilere, halk şiiri geleneğinden beslenen dizelere ve hatta gündelik dile kadar pek çok unsuru şiirlerine dahil etmeye başlamışlardır. Böylelikle yaratıcılarını özgürleştiren türde bir şiir anlayışının yolu da açılmış olur. Şiir, elit bir uğraş olmaktan çıkar ve hayata katılır. Bu dönemde bir başka kanalda da edebiyatımızda toplumcu gerçekçilik diyebileceğimiz bir diğer anlayış hüküm sürer. 1950’li yıllara gelindiğinde bambaşka bir grup şair daha belirir. Politik konjonktürden beslenen şiir dilini, dilin bu şekilde kullanılmakta oluşunu dert edinen şairler, onu değiştirmek, hayal gücü ve duyguyla zenginleştirmek, dönemin neden olduğu sıkıntı ve itirazları işlemek, daha soyut ifadelere başvurmak yoluyla, anlatmayı hissettirmekle değiştirmek isterler. İşte #İkinciYeni, kendinden önce gövermiş #toplumcugerçekçilik ve garip akımlarının açtıkları patikada filizlenmiş olsa bile, rastlantısal anlamların peşinden gidişi, yabancılaşma etkisi yaratan sözcük oyunları, üzerinde düşünmeyi gerektiren derin yapısı ile onların oldukça dışında bir yola saparak hepsinden ayrılır. Dilimizin olanaklarını araştırmak, deneysel çabalarla dilin sınırlarını zorlamak, okurun alışkanlık kalıplarını kırmak, verili gerçeklik algısını parçalamak üzere yapılanan hareket, zamanla, bambaşka boyutlar da kazanarak zenginleşir.
Dönemin yenilikçi edebiyatçıları, ellilere özgü bohem bir hayat sürdürmektedirler. Belirli mekanlarda bir araya gelip sanat ve edebiyat üzerine tartışırlar. Tutku, yaratıcı enerji, eleştiri… #AhmetOktay, #GizliÇekmece adlı anı kitabında, o dönem içinde bulundukları ortamı şöyle tarif eder: “Eskiden bohem mekânlarda oturulup sadece içki içilmezdi. Buralarda yoğun bir kültür alışverişi vardı. Şair, yeni bir şiir yazmışsa cebinden çıkartıp, arkadaşlarına okurdu. Bir öykücü, yeni bir öykü yazmışsa okurdu… Birtakım oluşumlar hakkında tartışmalar vardı. #Baylan’da iki üç masa yan yana getirilir; diyelim Hegel hakkında bir tartışma başlar, bu tartışma akşam meyhanede aynı heyecanla, aynı yoğunlukta sürerdi. #Bohemmekânlar, adeta bir kültür forumuydu.”
1955 yılında, Behçet Necatigil, Haldun Taner, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Peyami Safa gibi bazı edebiyatçılar bir araya gelerek #TürkEdebiyatçılarBirliği’ni kurarlar. Dergilerde (Yeni Ufuklar, Pazar Postası, Yenilik, Yeditepe, A Dergisivb.) süregiden tartışmalara izleyicilere doğrudan erişilen “#edebiyatmatineleri” gibi etkinlikler de eklenir. Baylan Pastanesi’nde buluşan ve “#Baylancılar” diye anılan genç şair ve öykücüler ise (ki içlerinde Ferit Edgü, Attilâ İlhan, Demir Özlü, Fikret Hakan, Demirtaş Ceyhun, Orhan Çubukçu, Orhan Duru, Asaf Çiğiltepe, Yılmaz Gruda, hatta Cemal Hoşgör, Hilmi Yavuz, Hasan Pulur, gibi isimler de yer almaktadır), kimi zaman bu etkinlikleri protesto etmek üzere kolları sıvar, etkinlik merkezlerini basarlar. Örneğin #Tepebaşı #Dramtiyatrosunda düzenlenen böyle bir gecede, protestocu yeni kuşak, ayaklarını yere vurarak, borazanlar öttürerek, dövizler açıp ortalığı ‘Yuh!’ sesleriyle inleterek herkesi birbirine katarlar. Sonunda polis gelir, #HasanPulur ve #DemirtaşCeyhun’u göz altına alır. “Baylan’cılar”, gazetelerde #komünist olarak tanıtılır ve izleyen günlerde artan baskılarla karşılaşırlar. (2) Oysa onların çoğu sadece iktidara muhaliftir. Solcu olmak da onlar için bundan öte bir şey değildir. Henüz ne Marx’ı, Engels’i, Lenin’i tanırlar ne de sosyalizm, komünizm ve benzeri kavramları bilirler. Aziz Nesin’in anladığı anlamda sol yaşantıya uzaktır, bu gençler. Nesin, tam da halktan kopuk, sınıf bilinci gelişmemiş, şimdilik bireysel yücelişleri önceleyen, nispeten toy insanlar oldukları için eleştirir onları.
Roman boyunca Oğuz; şair, dergi yayıncısı, gazeteci, mahalli seçimlerin takipçisi gibi çeşitli roller üstlenir. Ve Nesin, Oğuz’un anlatısı içinde yenilikçi gençlerden partililere kadar pek çok ‘tip’i eleştirir. Bu konuda bir sürü başka şey de eklenebilir. Fakat ‘Saçkıran’ın kurgusu tüm bu çatışmaları, genel olarak eski kuşağın yeni kuşağa karşı algısını ve tepkisini anlatır,’ diyebiliriz.
Yazarın sözleriyle, ‘İnsan yalnızca söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumludur.’ Konuşmak gereken hiçbir yerde susmadığını biliyoruz Nesin’in. Nesin tüm yapıtlarında ve Saçkıran’da da mizah kalemini, görevci bir anlayışla sivriltmektedir; okurunu içten değil, içli bir ifadeyle gülümsetmek üzere.
NOTLAR:
(1) Nesin’in sık sık “içimde hep geç kalmış olmanın, yetişememenin, yetiştirememenin acelesi var,” dediği bilinir. Yazar eserlerine yeterli özeni gösterememekten duyduğu üzüntüyü dile getirmektedir. Saçkıran ve birkaç başka romanının üzerinde tekrar çalışabilmeyi ümit etmiş, ancak bunu yapamadığı için kitabın yeni baskılarına izin vermemiştir. Yazıya konu olan Oğuz tipini ve tipin kurgulandığı sancılı dönemi merak eden okurun sahaflara başvurması gerekecek. (Şunu da eklemeli ki, eleştirilen dönem ve kimler oldukları az çok anlaşılan sanatçılar, bugün, edebiyat ve sanat dünyamıza büyük katkılarıyla anılmaktalar. O genç arayışların ardından gelen bu eşsiz birikim, Nesin’i eskimiş bir yemeği ısıtıp tekrar masaya koymaktan alıkoymuş olabilir.
(2) Yazınsal Kavrayışta Köklü Bir Değişim: Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı, Jale Özata Dirlikyapan, Doktora Tezi, Bilkent Üniversitesi, Ankara, Ağustos 2007
Sorry, there were no replies found.