Mustafa Kemal: Yüz Binlerce Kahramanı Olan Bir Roman Mor Kaftanlı Selanik
-
Mustafa Kemal: Yüz Binlerce Kahramanı Olan Bir Roman Mor Kaftanlı Selanik
Yüz Binlerce Kahramanı Olan Bir Roman: Ağıt Katlama Sanatı (Mor Kaftanlı Selanik)*
Makale Yazarı: Gülçin Sahilli
*Bu makale, ROMAN KAHRAMANLARI Ekim/Aralık 2014 20. sayıda yayımlanmıştır.
Gözyaşının ilk keşfi değil mübadele zamanları ama en büyük ırmaklardan birinin yaratıldığı zamanlar. İki ülke, iki bölge, iki şehir değil, yüz binlerce insan arasına çizilen ırmaklar…
#MorKaftanlıSelanik, ilk baskısının Kasım 2012’de yapıldığı, acıyı yormadan anlatan, aklımızı kanatmadan, önümüze gerçekleri sermeyi başaran bir #roman. Bunda Yılmaz Karakoyunlu’nun oldukça geniş tarihsel bilgisi, görsel duyarlılığı ve sözcükleri yeniden dizme becerisi de çok etkili. Yılmaz Karakoyunlu, tarihi anlatmanın tekrara düşme yorgunluğundan uzak durmuş, çok parçalı kurgu, yaşanmışlık içinde yaratı, karakterlerin gerçek yansımalarından koparılmaması konusunda başarılı olmuş. Yunan edebiyatında mübadele konulu kitaplar bizdekinden hayli fazla, bu sebeple Mor Kaftanlı Selanik gerek gerçeklere yakınlığı, gerekse yazarının tarafsız tutumu sayesinde konuyla ilgili boşluğu doldurmada önemli bir adım.
Roman, #MustafaKemal ve Fikriye’nin bahçede geçen bir öğleden sonrasıyla başlıyor. Roman, akan zamanda Mustafa Kemal’in Sultanahmet’te annesini bulmasından sonra, İzmir’e gidişine ve büyük İzmir yangını günlerinde Latife Hanımla tanıştığı âna yürüyor. İzmir yangınında iki din adamının; genç müezzin ile Kosmidis Efendinin İzmir halkını yangından kurtarma çırpınışlarında saydamlaşan din ve parıldayan insanlık olgusu oldukça çarpıcı.
Ardından gelen ise Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve Venizelos arasındaki üçlü için de çok yorucu, üçü için de vebali çok mübadele sürecinin karar aşaması… Venizelos tarafında, Lozan Heyeti etkisinin farkındalığı yok, o kararı kendinin verdiğine inandırılmış ve kendi kararında, ülkesi ve insanları için yıkılan bir krallık, doğan bir cumhuriyet hayali var. Halkını nasıl bir acıya sürüklediğinin ayırdına kendi varamadığı gibi yakın arkadaşı Arstidi’nin çabaları da yanlışlığını anlamasını sağlayamıyor. Mustafa Kemal de benzer bir yanılgının içinde ama onun yanılgısının yeni bir ülke yaratma çabasından geldiğini sezdiriyor bize yazar. İki tarafın da anlayamadığı, dini, dili, ırkı ne olursa olsun iki tarafta da akan bir düzenin olması. Çiçeklere saksı değiştirmeniz, köklerine zarar verip ömürlerini kısaltmaktan fazlasına yaramaz. Öyle de oluyor, mübadele topraklarının her karışı ya bedeni ya da ruhu solmuş çiçeklerle donanıyor.
Roman sürekli, çok kısa bölümler halinde ilerliyor ve bu kısa bölümler yer adlarıyla başlıklandırılmış. Elbette başlangıç, Ankara ve Selanik; devamında İzmir, Resmo, Atina, Drama, Şarköy, Tarlabaşı, Eyüp Mürefte ve acıların başlangıç mekânı Lozan. Arada tek bir kez geçen bölümler ise İzmir Birinci Mülhak Köyü, İzmir-Alaçatı yolu, Samsun-Alaçam yolu, Haydarpaşa Askeri Hastanesi, Şarköy Şehitliği. Bir de Rum çetelerinin Türk mübadillere baskınında ağır yaralanan Musa’nın iyileşmek için sığındığı Resmo Mevlevihanesi. Yer adları olarak aktarılan bu iç bölümleri, roma rakamları ile başlıklandırılmış dört bölüm toparlıyor. Yer adlarının çokluğu romanın hareket halinde aktarabileceği kadar çok hayata erişme çabasından kaynaklanmış.
Ortodokslar ve Müslümanlar için kilometre hesabının acı üzerinden yapıldığı zorunlu yolculuklar, sürekli değişen iç bölümlerle aktarılmış. İç bölümlerin en yoğun devam edenleri ise Resmo hikâyeleri.
Resmo ‘da doğum sancıları vakitsiz gelen Üzümkız evinin avlusunda cennetine yürürken onu uğurlamaya gelenler, komşusu Şerife ve kocası Musa, aslında Rum asıllı olan Üzümkız’ın kardeşi Vasilisi ve Musa’nın ölenden sonra doğanla tekrar kaynaşan hayatları günleri dolduruyor. Üzümkız’ın geride bıraktığı bebeği, babası ve dayısının arasındaki buzları eritiyor. Cenazeyi Rum ve Türk kadınlar hep birlikte omuzluyorlar. Bu da mübadelenin ne yaman bir hata olduğunun binlerce kanıtından birini daha bize gösteriyor. Roman boyunca iki taraf için de affedilmesi mümkün olmayan bir hatanın verdiği zararları çıplak gözle seyrediyoruz.
Romanın en keskin bölümleri mübadele gerçeğinde denize açılan Giresun gemisindeki yaşantı. Sekiz yüz yolcu kapasiteli bir gemiye, iki bin Ortodoks Yunanın üst üste sığdırılmasıyla açlık, susuzluk ve hastalıkların gelmesi hiç de sürpriz değil. Gemide İzmirli Rumların çektiklerini Eleni ve ondan yirmi yaş büyük eşi Philip’in trajedisinde izliyoruz. Philip yolculuğun ağırlığı altında ezilip son nefesini verince, Eleni’nin kanamalı çaresizliğini sarmak için Anastas çiziliyor yanına, hayatın devam etme inadının güzel bir resmi olarak. Gemide annesini kaybeden Parios da onlara katılınca, gemiden üç kişilik bir aile olarak iniyorlar.
Suyun öte yanında Halil’e varmak için mübadele yüzünden din ve kimlik değiştiren Sofia’nın, Safiye’ye dönüşümü var. İnsanların ne zor seçimlere itildiğinin en keskin resimlerinden biri de Sofia’nın seçimi.
Sonrasında roman daha da çok parçaya bölünerek ilerliyor.
Tarlabaşı’nda, fahişe Dora ile nezarethane bekçisinin, parmaklıklar ardındaki tanışma hikâyesi, evlenmelerinden sonra kadın satıcısı Stavrula’nın peşlerini bırakmaması ile devam ettirilmiş. Fahişelerin de mübadeleye sağlık taramasından sonra dahil edilecek olması, yaşadıkları zor hayatın mecburi sonucu.
Şarköy’de, yaralı Yüzbaşı Bekir’i evine alıp bakan, yüzbaşı olan kocasını da savaşta kaybetmiş Nesibe Nusret’in kadın yalnızlığı çıkıyor karşımıza. Tam sona erecek gibi duran kederi, Yüzbaşı Bekir’in Nesibe Nusret’e ulaşmaya çalışırken atıyla bir uçurumdan yuvarlanmasıyla yolunu tekrar kaybediyor. Nesibe Nusret bir daha âşık olma şansını denemeden Mehmet Nabi adındaki uzak akrabasıyla evlenip ayrılıyor romandaki hayatından.
Şarköy’de akan diğer hikâyeler ise, Markos adlı karakterin toprağından ayrılmamak için mezar taşına kadar hazırlayıp, kendini bahçesindeki ağaca asmasıyla daha da cana dokunur hâl almış. Barba ve Eva’nın özlerini bırakmamak için kimliklerini değiştirip Havva ve Bahri oluşları insanın doğduğu yeri ne koşulsuz sevdiğinin kanıtı. Ne ölmeyi, ne dönüşmeyi ne de gitmeyi kabul etmeyen Zoi ise gitmemek için saklanmayı seçmiş.
Gemi yolculuğundan sonra Resmo’ya kağnılarla, zorlu dağ yollarından ulaşan Giresun gemisi yolcuları, yolda Resmo’nun erk sahibi adamı, Glafkos ve çetesinin zorbalıklarından, askerin gelişiyle kurtulup yeni hayatlarına ulaşırlar. Resmo’da yerleştikleri köyün adı İzmirlilerin şimdiki semti Karşıyaka, Karşıyaka da( Eski ismi ile Kordelya ) köyün en hâkim evinin yeni sahibi Giresun gemisinden tanıdığımız Eleni. Evini mecburi olarak terk etmek zorunda kalan Türk mübadilin avcuna İzmir deki evinin anahtarını bırakır ve birbirlerinin evine iyi bakacaklarının sözünü vererek vedalaşırlar. Devamında Eleni ve Anastas’ın küçük Parios’la aile olma mücadelesi hayli çarpıcı. Mübadele kör ama hayat onlara ışıklı bir son veriyor.
Selanik’te Şevket Beyi tanıyoruz kısaca, Abdülhamit’in sürgünüyle ilgili olan anılarını, ölen oğlundan kalan torunuyla hayatlarını boşlukta yeniden yazmalarını, mübadele kargaşasının ortasındaki ürkek duruşlarını…
Yazar gerçeğin siyahını kurguyla renklendirirken bu farklı yaşama öykülerindeki ıstırabı bize köşeleri yuvarlatarak sunuyor. Sızı sağanağı, roman boyunca dinmemekte ısrarcı. Bir tren Rumları götürürken diğer bir tren Türkleri getiriyor ve yokluğun memelerini sardığı bir Türk annenin, açlıktan susmayan bebeğini, Dedeağaç İstasyonunda beklerken bir Rum anne doyurur. Rum annenin küçük oğluna sözleri insanlığından vuruyor okuyucuyu ‘’Dünyada bir tek sütün kardeşliği vardır… Artık dünya ahret bir kardeşin var Dimitri.’’
Drama-Kavala yolunda başka bir annenin yası karşılıyor bizi: mübadele yorgunluğuna dayanamayan ikizlerinden birini elleriyle toprağa emanet eden bir anne… Kefenlik yok, kafiledeki kadınların tülbentleri birbirine bağlanarak sarılan küçük beden sonsuz uykusuna yollanıyor. Bu bölümün kahrını ise şu iki cümle kucaklıyor. ’’Hiç bir şey fakirlik kadar insan haysiyetine zarar veremez. Köylülerin utangaç insanlar gibi görünmelerinin sebebi budur.’’
Toprak, dilini insanlığa emanet ettiğinden beri, üstünde yaşayanlar birbirinin hatırını çiğnemedi ama politika, toprağın da insanın da kıymetini bilmediği oranda büyüdü. #Mübadele, 1920’lerin insanını hür meydanlarda yıldızların tümünü saymak yerine, kendi bahçesindeki gökyüzüyle yetinmeye zorunlu bıraktı.
Nesibe Nusret’in Zoi’ye sarıldığı anda söyledikleri, sevginin ve dostluğun iki milleti birbirlerinden ayırmakla tüketilemeyeceğinin en örtüsüz ifadesi: ‘’Senin gibi bir hatıram olmasıyla daima övüneceğim.’
Sorry, there were no replies found.