Muharrem: Yeraltından Gün Işığına Bir Anti-kahramanın Portresi
-
Muharrem: Yeraltından Gün Işığına Bir Anti-kahramanın Portresi
Yeraltından Gün Işığına Bir Anti-kahramanın Portresi*
Makale Yazarı: Ezgi Eyüboğlu
*Bu makale, ROMAN KAHRAMANLARI Nisan/Haziran 2013 14. sayıda yayımlanmıştır.
İki kitle sanatı olan roman ve sinemanın birlikteliğine bakıldığında, çoğunlukla sinemanın romanın cazibesine kapıldığı görülür. Uyarlama sürecinde, romanın istismar edilip edilmediği tartışmaları bir kenara, sinema, romanın söylediklerini betimleyecek ya da görüntüye aktarabilecek kadar etkili bir anlatıya sahip mi sorusu daha mühimdir. Başarılı bir uyarlama elbette orijinal bir roman çevirisinden çok, özgün bir değerlendirme ve bunu yeni araçla söylemedeki maharetten ileri gelir. Roman, bir medyadan diğerine dönüşürken, değişen anlatıcılarla birlikte üslup da ister istemez bir farklılaşma yaşar. Romanlar yazarları tarafından anlatılır. Yalnızca yazarın bizden duymamızı ve görmemizi istediği şeyleri görür ve duyarız. Filmler de bir anlamda yaratıcılarınca anlatılır ama yönetmenin tasarladığından daha fazlasını görür ve duyarız (Monaco, 2008:48). Romanın yazarın dili, bakış açısı ve önyargılarından süzülen yapısı okuru edilgenleştirirken, sinemada ise yönetmenin gözündeki ayrıntı yerine, diğerini seçme özgürlüğümüz vardır. Ancak hayal gücünün roman okurken alabildiğine özgür olduğunu hissetmek, tanık olurken etken olmak isteyen okuyucu için romanı büyülü bir mecraya dönüştürür.
Özgün ve bağımsız iki sanat dalı da gerçekliği yorumlarken alabildiğine özgürleşir. Roman tüm cazibesiyle sinemayı kendine âşık etmeyi başarır. Ancak kendi var oluşunu sergileme güdüsü gereği sinema da, bu eşsiz bilgi ağını kendi gereklerine göre değiştirir, altını çizer, görmezden gelir ve sahneye koyar. Kaygıları her zaman ortak olmasa da insana ve hayata olduğu gibi birbirlerine de kayıtsız kalamayan iki sanat dalı, aralarındaki güçlü bağ ile birbirlerini besler ve dönüştürürler.
Dostoyevski’nin insanlığın mahzenini aydınlattığı romanı “Yeraltından Notlar” birçok uzmana göre yazarın kendi sesini keşfettiği ilk romandır. Çelişkilerle dost olan gerilimli bireyin iç sesine kulak verip, yaşadığı çağın iklimi ile karakteri yoğuran Dostoyevski, modernleşme muhalifi, rasyonel akıl karşıtı ve aşağılanmanın hazzını tüm şiddetiyle yaşayan bireyi, yeraltından çekip çıkarır ve bize varlığını kanıtlar. İnsanı çözümleme noktasında bilimsel yöntemin ya da tıbbın da tek başına yetersiz kaldığını düşünen Dostoyevski, varoluşçuluğun bayrağı altında “koyu bireyci” bakışını yapıtın başından sonuna kadar hissettirir. Kaufmann (2005:9), romanda işittiğimiz sesin yepyeni bir ses olduğunu söyler ve ekler: “Burada gördüğümüz bireyciliğin işitilmemiş bir ezgiler ezgisidir: Ne klasiktir, ne de Kutsal Kitap’la ilgilidir, hele romantiklikle hiç mi hiç ilgisi yoktur. Hayır, bireycilik eksiklerden uzak değildir, ülküleştirilmiş, kutsallaştırılmış değildir; kötüdür, başkaldırıcıdır, ama bütün düşkünlüğüne karşın yine de en çıkar yoldur. Dostoyevski “eraltından Notlar” yapıtında sadece gelecekte yaratacağı karakterlerin yapıtaşlarını oluşturmakla kalmaz, Bulantı’daki Requentin ya da Dönüşüm’deki Gregor Samsa’ya da ilham kaynağı olur.
***
İki bölümden oluşan romanın “Yeraltı” adlı ilk bölümünde, miras kaldığı için memurluğu bırakan kırk yaşlarındaki Petersburg’lu ayrıksı karakterin kendini anlatan monoloğu ile karşılaşırız. Kendini ve hayattaki yerini anlamlandırmaya çalışan, “sürekli yolculuk halinde” olan bu karakterin kendiyle, çevresiyle ve hayatla ilgili yaptığı durum tespitlerinin gerçekçiliği ve isabetliliği okuyucuyu sarsar ve rahatsız eder. Yeraltı diye betimlenen şey, mekânsal bir dokudan öte zihinsel bir yüzleşmenin gerçekleştiği “insan olma hali”dir aslında. Anti kahramanımızın yaratıcısı Dostoyevski, bireyin kendi kendine kaldığındaki iç seslerinin, çatışmasının ve mutsuzluğunun portresiyle, 21. yüzyıldaki bireyin maskesini düşürecek kadar günümüze ışık tutmayı başarır. Karakterlerini fiziksel olarak anlatmanın yerine, zihinsel olarak tasvir etmeyi tercih eder. Yazarın diğer karakterlerinin ayak seslerinin duyulduğu “Yeraltından Notlar”da, kendini tanıma konusunda çok kabiliyetli bir birey vardır karşımızda.Rollo May (1998, s:3) kendini tanımayı kolay kolay beceremeyen insanı şu şekilde tasvir eder: “Çoğu insan, Sokrat’ın ‘kendini bil!’ özdeyişinde aslında insanlığın en zor mücadelesinin yattığını anlayamaz.” Olduklarından ya da olabileceklerinden farklı olmayı seçen çağımızın bireyinin aksine, Dostoyevski’nin yarattığı karakter, kendini çok iyi ifade eder, çirkin gerçeklerle yüzleşir ve kendinden kaçmaz. Yaşam bilmecesinin çözümsüz olduğunu, yitiklik duygusunun onulmazlığını açık seçik görmenin bile insanın kendi yazgısına egemen olması, kendisini gerçeğin orta yerinde duyması (Savaş, 2003) olduğunun farkında olan karakter, toplum zoruyla istem dışı bir varlığa dönüşmeyi şiddetle reddeder.
Anti kahramanımızın kendini aşağılarken yaşadığı derin haz, esasında mevcut düzene uymanın ardındaki bunaltıcı sıkıntıdan kendini kurtarmasından ileri gelir. Yaptığı bu özgür irade gösterisi, sorumluluğu da beraberinde getirir. Topluma karşı bağımsızlığını ilan eden karakter, bedelini yalnızlık ve dışlanmışlıkla ödemeyi seçer. Batı tasviri olan akılcılığı ya da pragmatistliği insana özgü bulmayan yeraltının başkahramanı, kendinden bekleneni değil, saçma olanı yaptığını haykırarak Batı düşüncesinin en güçlü silahı bilimsel mantığa da, iki kere ikinin dört etmesine de karşı çıkarak direnir (Pamuk, 2000:13). Daha da ileri giderek Sartre’ın insanın özgür iradesini kullanmayışını, kendi doğru ve yanlışının peşine düşmeyip toplumun değer yargılarına yaslanan “otantik olmayan” bir yaşam sürüşünü “kötü inanç” olarak tanımlamasından çok önce özgür iradesini toplum tarafından istem dışı bir varlığa dönüşmeme yolunda kullanır ve kötü inancın kurbanı olmaktan sıyrılır.
***
“Sulusepken Üzerine Notlar” başlıklı ikinci bölümde, karakterin kendi dünyasındaki çekişmelerini dış dünyaya yansıttığına ve çevresiyle olan diyaloğuna şahit oluruz. Bir gece küçük bir meyhanenin önünden geçerken pencereden atılan adamın yerinde olma arzusuyla içeri dalar. İstediği olmaz ancak yolu kapadığı gerekçesiyle bir subayın onu kolundan tutup kenara çekmesi yeraltı adamının aşağılanmanın hazzına varmasına yeter ve artar bile. Tüm öfkesini subaya yükleyerek, ona mektuplar yazar, hatta onu düelloya bile davet eder kendince. Subay, yeraltı adamının hayatındaki yerinden habersizken, Neva caddesindeki her karşılaşmalarında yer altı adamı kendini subayla eşitlemenin savaşını vermekte, her seferinde de başarısız olmaktadır. Dostoyevski, kibirli Batı ve değerleriyle olan savaşma arzusunu kendi çıkarı ya da bir ideal peşinde koşmayan yeraltı karakteri ile hissettirir. Dostoyevski’ye göre birey cahil ya da aptal olduğu için değil, özünde var olan çelişki nedeniyle giydiği rasyonellik elbisesi hiçbir zaman üzerine tam oturmaz. Nitekim yeraltı ve yerüstünde gidip gelen gerilimli karakter, aydınlık zamanlarında parlayan zekâsına ve içgörüsüne hayran bırakırken, yeraltına indiğinde ise okuyucuyu karanlığa ve dipsiz bir kuyuya sürükler. Belki de öz benliği hakkında hiç kafa yormamış okuyucu karakterin itiraflarıyla özdeşlik kurar ve Dostoyevski’nin aynasında kendine bakma cesaretini gösterir. Okul arkadaşlarıyla olan çekişmesinin, geriliminin ve sinir harbinin çözümlendiği otel restoranındaki yemek ise, yeraltı karakterinin kendini tüm açıklığıyla ifşa ettiği bir duruma dönüşür. Yemeğin başında güçlü akıl yürütmeleri ve analitik zekâsı ile yıllar önceki çekişmelerin intikamını alırken, yemeğin sonunda kendini eşitlediğini düşündüğü arkadaşları tarafından aşağılanmaktan kendini kurtaramaz. Dünyanın aşağılık düzeninin bir parçası olarak kendi aşağılanmasını yaşamadan o yemeğin sonlanmasını istemez ve sonunda amacına ulaşır.Yeraltı: Acizliğin Sergisi
Zeki Demirkubuz’un serbest uyarlama etiketiyle izleyiciyle buluşturduğu “Yeraltı” filminde, yönetmen, Dostoyevski’den özgürce esinlenerek özgün bir yorumlama ortaya koyar. Yönetmenin diğer filmlerindeki gibi insani zaafları su yüzüne çıkartma ve olduğu gibi göstermedeki başarısı bu filme de yansır ve Dostoyevski’nin ruh verdiği isimsiz karakter, filmde bir isme kavuşur ve Muharrem, tüm kiri pasıyla ideal insan portrelerinin boşunalığını gözler önüne serer. Aslında Dostoyevski’nin ruhunu üflediği yeraltı karakteri, Demirkubuz’un kendine çok yakın hissettiği ve daha önceki filmlerinde betimlediği insan suretleriyle paralellikleri olan bir karakterdir. Düzeltilmekten ve bir irade tarafından yönlendirilmekten ölesiye tiksinen Muharrem’in öfke nöbetlerini, irkilmelerini, zavallılığını ve mağrurluğunu izlerken anlatıcıya yabancı değildir Demirkubuz seyircisi. Dostoyevski’nin itiraf geleneği filmde de aynı paralellikle ilerler. Demirkubuz gibi otorite olurunu önemsemeyen bir yönetmenin Dostoyevski’nin yarattığı yeraltı karakterinden çıkarcı olmayan ve idealler arzusu içinde olmayan esinlenmesi çok doğaldır. Güzellik ve kusursuzluk tanımlama telaşında olmayan yönetmen, insanı gözünde hiç büyütmez, eksiği, defosu ve aşırılıkları ile aktarmayı daha sahici bulur.
***
Film, zamanın aktığını hissedemediğimiz, izleyicinin dikkatini karakterin ruh durumuna çeviren ölü anlar ile başlar. İlk sahnede göz göze geldiğimiz Muharrem, yalnızlık hastası ve obsesif halini betimleyen günlük ritüelleri ile karşımızdadır. Yeraltı karanlıktır, ancak keşfedilmesi için aydınlatılması gerekmektedir. Filmin ilk sahnesinde karanlıkta beliren Muharrem görünür olmaya başlar. Yalnız insan ritüellerinin çoğuna şahit olduğumuz film “insan aciz bir varlıktır” önermesi ile seyirciye kendi itirafını yapar.Akıllı Bir Adam Kendine Karşı Acımasız Değilse, Gururlu da Değildir…
Romandan alıntılanan en çarpıcı sahnelerden biri olan yemek sahnesinde Muharrem’in yeraltında onu yiyip bitiren tüm kemirgenleri su yüzüne çıkar: kıskançlık, yalakalık nefreti ve gurur. Kızıl Elma Ajans’ın kapısını çalarken, yemeğe kendini zorla davet ettirirken ve yemeğe gidip gitmeme konusunda gelgitler yaşarken Muharrem, bu kemirgenlerle birlikte iç çelişkileriyle savaş halinde kendini yemek yenilecek otelin restoranında bulur. Arkadaşları yemeğin saatinin bir saat ileriye alındığını O’na haber vermedikleri için bar sandalyesinin üstünde sakin bir halde onları bekleyen Muharrem seyirciye onları gördüğünde, kurtarıcılarını görmüşçesine sevindiğini ve hatta neredeyse bekletildiği için gücenmesi gerektiğini bile unuttuğunu söyler. Gayet ılımlı bir havada sohbete başlar arkadaşlarıyla. Eski defterler yavaş yavaş açılmaya başlar.
Muharrem’in yıllar boyunca unutmadığı aşağılanma hissi salt utançtan, aşırı gururundan ya da görkemli kibrinden kaynaklanmaz. O, küçümsenmekten ya da ruhunun hırpalanmasından haz duyan, ruhsal sancılarını sürdürme heveslisi bir karakter olarak varlığını ancak böyle duyumsar ve kanıtlar. Yemek sahnesi onun ruhundaki uçurumu en şeffaf haliyle izleyiciye kanıtlamakla kalmaz, izleyicinin duygu dünyasında da bir gerilime sebep olur. Kılıç gibi keskin dili, parlak zekâsı ve etkili durum çözümlemeleri ile Muharrem, seyircinin filmin başından beklediği “olması gereken” insan tipine oldukça yaklaşır ve seyirciden ilk defa kabul görür. Ancak gecenin sonu beklendiği gibi Muharrem tüm hıncını kusarak rahata ermez. İtiraf sonrası ruhunu dinginliğine değil yine hazza teslim eder. Seyirci, “aşağılanmak” kelime yapısı itibariyle edilgen bir yapıda olsa da söz konusu Muharrem olunca kelimenin etken hale geldiğine şahit olur. Çünkü aşağılanmak Muharrem’in kontrolündedir. O izin verir, aşağılanmak ister ve gecenin sonunda bir oteli birbirine katarak aşağılanma zevkini sonuna kadar yaşar. Demirkubuz “Akıllı bir adam, kendine karşı acımasız değilse gururlu da olamaz” önermesiyle Muharrem’in aşağılanma merakını olağanlaştırır.
Dostoyevski’nin kılavuzluğunda karakteri keşfederken ya da Demirkubuz’un gözünden görmeye çabalarken zihinde şöyle bir soru belirmektedir: “Yeraltı karakteri neden itiraf etmektedir?” Bu açık uçlu soru cevap olarak birçok ihtimali de beraberinde getirmektedir. Karakter, itiraf ederken bir taraftan da kendi varoluş yolculuğunu mu duyumsamaktadır? Ya da iyiye ulaşma yolunda itiraflarından mı beslenmeyi tercih etmektedir? İzleyiciyi ya da okuyucuyu varoluşu ile ilgili şüpheye düşüren, sorular sorduran ve cevaplar peşine düşüren roman ve sinemanın ahenkli birlikteliği ve kaynaşmasının insanın kendi derinliğini keşfi konusunda yol arkadaşlığı yaptığı rahatlıkla söylenebilir.
Demirkubuz, Dostoyevski’nin derin analizlerinden beslenerek çektiği “Yeraltı” filminde, herkesin gizli saklı yaşadığı yeraltını ifşa eder. Yeryüzünde yaşayan ve iyi-kötü, güzel-çirkin sınıflandırmasında sürekli iyi ve güzel sınıfına yükselmeyi amaç edinen ve bu yolda birçok insani hali, halının altına süpüren insanın bu filmle kafasını karıştırır. Aciz, eksik ve belirsizlikle dolu olan insanın fotoğrafıyla seyirciye soru işaretleri armağan etmeyi başarır. Seyirciyi adeta içine kapatır ve özünü sorgulatır. Bunu yaparken direkt olarak sistemi muhatap almak yerine ahlakı kendine referans noktası olarak alır. Yaşam, düsturlu bir yol gibi gözükse de insan, bir özne olarak kendi yüklemlerini seçerek ve onlara değer biçerek kendini anlamlandırmaya çabalamalıdır ne de olsa. Yeraltı, arayış bilincinde olan insanın elinden tutmayı ve kasvetli, acılı ve belirsiz de olsa içsel yolculukların elzem halini insana doğrulatmayı başaran başarılı bir serbest uyarlama olarak Türk sinemasında özgün nitelikli eser etiketini fazlasıyla hak eder.
Kaynakça:
Kaufmann, W (2005), “Dostoyevski’den Sartre’a Varoluşçuluk”, İstanbul: YKY Yayınları, 4. Baskı.
Monaco, J (2008), “Bir Film Nasıl Okunur?”, İstanbul: Oğlak Yayıncılık, 10. Baskı.
Pamuk,O (2012), “Yeraltından Notlar: Orhan Pamuk’un Önsözüyle”, İstanbul: iletişim Yayınları: 21. Baskı.
Savaş, H (2003), “Sinema ve Varoluşçuluk”, İstanbul: Altıkırkbeş Yayın, Eylül.#yeraltındannotlar #yeraltı #dostoyevski #zekidemirkubuz #sinema #muharrem #film #romankahramanları

Sorry, there were no replies found.