MOMO’NUN ARDINDAN
-
MOMO’NUN ARDINDAN
MOMO’NUN ARDINDAN*
Makale Yazarı: Özge Calafato
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Nisan/Haziran 2010, 2. sayıda yayımlanmıştır.
Momo artık yaşlı ve yorgundu. Kırışıkları hayatı boyunca ne kadar sık güldüğünü gösteriyordu. Gözleri dinlemekten büyümüştü. Çünkü dinlediğinde, #sessizce dinlediğinde, hayatı sessizce ve hiçbir yöne dağılmadan dinlediğinde temizlenen beyninle orantılı olarak gözlerinin de büyüdüğünü aklından hiç çıkarmamalısın. Gözlerin o zaman kristalleşir ve parlamaya başlar. Bilim.
İşte Momo’ya olan buydu ve çok küçük yaşlardan beri nereye gitse hep parlardı.
Şimdi artık Momo ellili yaşlardaydı ve yorgundu. Fakat sakin ve muzaffer. Asla mükemmel olmamıştı; ama onu mükemmel yapan da mükemmel olmaya hiç çalışmamasıydı tam da.
Kendisini dünyanın cinlik ve hainliklerinden koruyan, sık ama ince bir #samimiyet perdesine sarınmıştı.
Kariyerinin ortalarında Momo, #ADA adlı bu yalnız çölün insanlarını kurtarmak için görevlendirilmişti. Geliri de fena değildi bu işin (çünkü bu yalnız çölün iyi parası vardı) ve iş tanımı tek bir sözcükten oluşuyordu: “#dinlemek”. Çölde kendisine ne denli ihtiyaç duyulduğunu da pek iyi bildiği halde, kısık gözleri açmak ve islenmiş kalpleri kazımak için işi hemen kabul etti.
Şöhretinin mutlak suretinden emin olacak kadar bilge; CV filan göndermesine de gerek yoktu elbet.
Ama tıpkı tüm seyyahların yaptığı gibi, çöl seyahatine başlamadan ve yeşil deri bavuluna en sevdiği mavi elbisesini koymadan evvel, sıkı bir samimiyet kontrolüne tabi tuttu kendini.
Çünkü para ve stres gibi dünyevi güdülerle zaten hep kirlendiğin için, en azından içtenliğinden emin olmalısın ve ancak bu şekilde vicdanını temiz tutabilirsin. En azından, kimse sana bakmazken, taktığın maskeler ve (ağzını bile açmadan attığın) yalanlar konusunda dürüst olabilirsin. Kendine karşı.
Momo da aynı böyle yaptı. Oturdu ve yeşil ve yaşlı bir serviye bakan, küçük ama rahat apartmanında bir süre yüreğini dinledi. Dünyevi olanın lekeleriyle kirlenmek istemezdi hiç, ama bu, çağdaş dünyanın şartları altında kaçınılmazdı. Böylece Momo birkaç gün boyunca kimseyi görmeden ve dinlemeden ve ajanda, toplantı, rapor, kırtasiye ya da bürokrasi gibi modern yörüngeler altına girmeden sessiz sedasız düşündü.
Sonra da kendisi için ayırtılan uçaktaki koltuğuna oturdu ve sonsuz kum fırtınalarının arasından önünü görebilmek için gözlerini kısmak zorunda kaldığın bu ıssız çöle iniş yaptı.
Çünkü gözlerini açamazsan dinleyemezdin. Momo da tam buradan başladı işe. Çölün insanlarının gerçekliğini hemen kavradı (bu olgunluğunda ilerleyen yaşının da etkisi var), kısılan gözleri gördü, ama paniğe kapılmadı ve derinden nefes aldı.
Burada kısa bir notu gerekli görüyorum: Momo her türlü yargılardan ya da suçlamalardan muaftı – tıpkı kendisi gibi et ve kemikten yapılma adaş ve akranlarından farklı olarak. Momo (maalesef) ne bir dahi, (maalesef) ne bir prenses, (maalesef) ne de bir bilge; fakat böyle bir muafiyeti almaya çok uzun zaman önce, parlamaya ilk başladığı zamanlarda hak kazandı. Bu onun suçu değil elbet: kurdeleli koca paketin yalnızca küçük bir parçası.
Yeşil bavulu ve mavi elbisesi ile böylece kendisine ayırtılan uçağın Birinci Sınıf koltuğunda, şampanya içip havyar yiyerek, uyumadan önce kendisine verilen terlikleri giyerek ve uykuya dalıncaya dek önündeki ekrandan birkaç video oyununda ileri seviyelere dek gelerek uzun bir yolculuktan geçti ve yalnız çöl ADA’ya sağ salim ayak bastı.
Lütfen bu buğday sarısı #çölde Momo’yla karşılaştığımdan hiçbir şüphe duymayınız. Ben çölün yerli çocuklarına dil öğretmek üzere buraya çağrılmışken, o, aynı çocukları yalnızca dinleyecekti.
Momo ona ilk rastladığımda parlıyordu ve etrafına (tam betimleyemeyeceğim) #turuncu gibi bir şey yayıyordu. Görür görmez o olduğunu anladım (fotoğraflarını dergilerde elbette görmüştüm ama burada vurgulamak istediğim şey başka). Momo’yla ilgili beklentilerim kontrol edilmez derece yüksek olduğundan, hayalkırıklığının da kaçınılmaz olduğunu düşünmüştüm. Ama hayır, öyle olmadı ve Momo beni asla hayalkırıklığına uğratmadı.
#Büyüleyesiye sakin ve kıskandırasıya güzeldi ve bütün bunlardan tamamen bihaber(gibi)di. Kusursuz olmak için ekstra çabaya ihtiyacı yok. Bütün yapması gereken sıcak bir merhabaydı ve sonra dinlemeye başlardı.
Önce anlamadım. Gerçekten anlamadım. Konuşmayı çok sevmem, hatta sözcüklerin küçücük öbeğinden bile bunalır ve sıkılırım. Her ağzımdan çıkan kelime bir acıya ve pişmanlığa dönüşür, kıvrandırır.
Oysa Momo’yla böyle olmadı. (Ben) konuşmaya başladıktan on beş dakika sonra ışıltılı gözlerinin beni, beynimi daha önce varlığından haberdar bile olmadığım birtakım şelalelere doğru açtığını gördüm ve kendimi her türlü pişmanlıktan uzak bir sohbet içinde buluverdim. Zaman, sürekli eriyen bir çikolataya dönüşmüştü ve hayatımda ilk kez kendi bedenim içinde huzurluydum.
Ne konuştuğumun önemi yok. İçeriği, ateşle fışkıran ve coşkuyla taşan saçma sapan fikirler olmuş olabilir. Ağzımdan çıkan heceleri, cümleleri hiç hatırlamıyorum. Yalnızca kendimi nasıl da önemseniyor hissettiğimi, dehalaştığımı düşündüğümü hatırlıyorum. Mutluluğumu. Çok mutlu olduğumu.
Nasıl oldu bu? Nasıl becerebiliyordu Momo? Kalbim sızlayarak cevabı aradım. Herkes tarfından (içtenlikle) seviliyordu. Ben de onun gibi sevilmek istiyordum. Herkes tarafından saygı görüyordu. Ben de onun gibi sayılmak istiyordum. Herkes onu takdir ediyor, övüyor, hatırlıyordu – tam benim takdir edilmek, övülmek ve hatırlanmak istediğim gibi. Ama o Momo idi ve ben Momo değildim. Cazibesine gıpta etmeye dahi cesaretim yoktu.
Ama başardı işte: beni mucizevi kılmayı, bana kendimi özel biri gibi hissettirmeyi ve onurumu geri getirmeyi. Camsı, kırılgan kişiliğimin kaybettiğim bütün kırıklarını buldu ve kaynaştırdı. Bu buğday çöl bile, artık zümrütten pirinç tarlalarını, yağmur ormanlarını, ıslak kırmızı kili kokladığım; bembeyaz tuz göllerini buharlaşır, çorak sarp kayalıkları şahlanır ve çağlayanları kristalleşip gökkuşaklarına dönüşürken seyrettiğim bir platoya çevrilmişti. Ve çok uzun bir süre sonra ilk kez, sevinç ıstırabın yerini almıştı. Zaman duygusunu kaybettim, ve ölümü düşünmeyi kısa bir süreliğine de olsa kestim.
Momo. MOMO. Mo-mo. Momo. Moooomo. Adının tınısı beni (dürüstçe) heyecanlandırmaya yetiyor. Koyu kıvırcık saçları. Kırışıkları. Kavruk teni. Yürüyüşü. Bana bakışı. Beni dinleyişi. Parıltısı.
Büyü çok uzun süremezdi biliyorum. Ama hangi hazzın birkaç saniyeden uzun sürdüğü görülmüş ki bir kıvılcım ömür boyu sürsün? Momo en yakın dostum bile olsaydı, bana ancak bir kıvılcım kadar zaman ayırabilecekti ve nitekim öyle de oldu. Hayatıma açılan o on beş dakikalık yarıkta, on beş dakika gözlerini (ve beni) hiç küçültmeden beni dinledi, acımı onardı, beni hafifletti. Yerimi buldum, gülüşümü buldum, aynada gördüğüm kişi yine ben oldum.
Sonra (çok işi olduğundan ve başkalarını da dinlemesi gerektiğinden) Momo, kibarlıkla müsaade istedi ve yanımdan ayrıldı. Eğer uzatsaydı, belki sözlerim, dahiyane buluşlarım tükenecekti, belki de o zaman o da Momo olmayacaktı. Bilemem, bilmek de istemem.
Momo dinlemeye dayalı danışmanlık hizmetlerini başarıyla tamamlayıp yurduna dönerken beni de o giderek incelen erimiş çikolata tadında bıraktı. Kısa süren bir karşılaşmanın hep özlenen ama geri getirilemeyecek tadı. Şimdiyse kendimi dinleyemeyecek kadar da huzursuzum ve tek istediğim sadece kendimi dinletmek istiyorum (kime olursa).
Peki sizin hiç bir roman karakteri olmak istediğiniz oldu mu? Benim oldu. Ben hep Momo olmak istedim. Ve Momo olmanın çağrıştırdıklarını.
Sorry, there were no replies found.
