Roman Kahramanları
Mine: SEVİLESİ BİR ANTİ-KAHRAMAN
-
Mine: SEVİLESİ BİR ANTİ-KAHRAMAN
SEVİLESİ BİR ANTİ-KAHRAMAN*
Makale Yazarı: Şükran Yücel
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Ocak/Mart 2013) 13. sayıda yayımlanmıştır.
Bizistan’ın tekinsiz sokaklarında bir gezintiye ne dersiniz? Susuz bir dünya. Siyah bir koku sarmış etrafı. Karşınıza çıkan tüm insanların ya bir gözü yok, ya da eli ayağı. Bir kısmının yarası içlerinde. Ya tek böbreği alınmış. Ya da başka bir hayati organı. Bazılarının yarası çok daha derinlerde. Mine’nin ve Tuncay’ın ruhları ezik, kararmış ve zedelenmiş.
Siyah Koku yakın gelecekte geçen bir kara ütopya. #Distopya, yazarın topluma ve düzene yönelttiği eleştirileri hayali bir ülkedeymiş gibi ifade eder. Siyah Koku, Bizistan adında bizimkine çok benzer bir ülkede geçiyor. Su kaynakları tükenmiş. Temiz içme suyu “şükret kart” adlı bir karneyle sınırlı miktarda veriliyor. Çay yerine çay hapları içiliyor. Susuzluk haplarla gideriliyor. Bizistan’da #bizler ile “#ötekiler” ayrılıyor. “Ötekiler” saklanmak, aidiyetlerini gizlemek zorundalar. Devlet vatandaşlarını organlarını hayattayken bağışlamak zorunda bırakıyor. Genç yaşlı tüm yurttaşlar bir organını vermek zorunda. Bu yüzden toplum sakat kalan insanlardan oluşuyor. Annesini, babasını ve ağabeyini kaybeden #Mine’nin çocukluğunda en önemli kişiler, dedesi, anneannesi ve Nazire ile Hamiyet Hala’ları. Onların kendisinden bir şeyleri gizlediğinden kuşkulanıyor hep. Mine etrafını çevreleyen sırları merak ederek büyüyor. Bir gün anneannesine soruyor: “Biz neden farklıyız?” Yanıt yok. “Şimdi düşünüyorum da, galiba dünya insanları arasındaki en büyük ayırım, “#sus” denmiş olanlar ve olmayanlar.” diyor Mine sonraları. Ayrımcılığı ilk hissettiğinde “karanlık, #şarabımsı, #odunumsu, #nanemsi, #kâfurumsu bir koku, burun deliklerinden içeriye ağır ağır süzülüyor- #hayvansı, #erkeksi, #tehditkâr ve çok ısrarlı-ve onu çarpıyor.”
Romanın anlatıcı kişisi Mine, Tuncay’la #fırtınalı, gökgürültülü, ortalığı şiddetli yağmurların götürdüğü, sıcaklığın ve havadaki bunaltıcı nem oranının insanı nefes nefese bıraktığı bir kış gecesinde, tesadüfen yan yana düştüğü bir şehirlerarası otobüs yolculuğunda” tanışıyor. #Tuncay hakkındaki ilk izlenimlerini şöyle dile getiriyor: “Zayıf, orta boylu bir adamdı, hemen hemen aynı boydaydık. (…) Yüzüne doğru dürüst bakmadıysam da yaşlı –en azından benden epeyce daha yaşlı- biri olduğunu fark etmiştim. (…) daha yüzünü bile görmemişken, ona karşı, beni çok şaşırtan, sersemletici bir çekim hissettim. Evet, resmen, cinsel bir çekimdi bu.” Tuncay’ın romanda karşılaştığımız, merakımızı celbeden ilk özelliği bu tuhaf çekiciliği oluyor.
Mine dönüp adamın suratına kaçamak bir bakış fırlatıyor: “Hiçbir özelliği yoktu. Benimki gibi ince, uzun bir yüz. Benimkiler gibi yüksek, çıkık elmacık kemikleri… Yaşı için oldukça kırışık bir cilt- bu yüzden onu olduğundan yaşlı sanmıştım. Boynundan anlaşıldığına göre beyaz tenliydi, ama anlaşılan çok fazla güneşe maruz kalmıştı. Yeşil ela gözleri çekik çekikti, göz kapakları epeyce düşüktü. Göz kenarları sarkıktı. Epeyce kırlaşmış saçlar. Ağarmış, gür bir sakal, ağarmış bıyıklar… Gözünde gözlük. Bazısına göre çekici denebilecek bir adam… ama sokakta görsem, moruklamış diye yüzüne bile bakmam. Ne oluyor bana?” Bu tanımlama bir kadının hayalindeki ideal sevgilinin, âşık olunacak bir roman kahramanının tanımına hiç uymuyor. Gene de Mine’yle birlikte biz de merak ediyoruz, bu adamın çekiciliği nereden geliyor?
Tuncay hakkında öğrendiğimiz ikinci şey, kulaklarının detone seslere karşı çok hassas olduğu. Konuşmaya başladıklarında Tuncay, ne iş yaptığını soruyor. Mine bu tür sorulara hazırlıklı olduğu halde yalan söyleyemiyor. Bu adamda yalan söylemesini engelleyen bir tür “#nuranilik” olduğunu düşünüyor. Bir gazetede #köşeyazarı olduğunu söylüyor; ama köşesinin adını gizli tutuyor. “#ZeldaTeyze” köşesini yazdığını saklayarak, bir roman yazmayı denediğini anlatıyor. Tuncay, “Ben olsam küresel vicdanın ölümünü yazardım.” diyor. Toplumdaki bütün annelerde muazzam bir #empati duygusu gelişmesini ve sadece kendi çocuklarının değil diğer bütün çocukların da acılarını içlerinde hissetmelerini işleyen bir roman yazılmasını istediğini ifade ediyor. Tuncay’ın çevre, doğa ve toplumsal konularda #aşırıduyarlı bir insan olduğunu görüyoruz. Konuşmalarıyla yanındaki adama yakınlık hisseden Mine bir anda çekimin nedenini keşfediyor. Tuncay aynı dedesi gibi kokuyor: “Ve işte bu adam, dedem- dedem kokuyordu misler gibi; yıllardır özlemini duyduğum o harika harmandan…”
Sohbet ilerledikçe, konular derinleşiyor: Tuncay anne sevgisine inanmıyor: “Annelik en eski, en sinsi ruh hastalığıdır. Verdikleri sözüm ona terbiyeyi –ki onun da anlamı, çocuğu sıradanlaştırmak- arada sıra da sağa sola göstermelik sunulan sözde şefkati bir kenara koyarsan, annelerin çocuklarına verdiği zararları bir düşünsene.” diyor. Bu sözlerden onun kendi annesiyle sorunları olduğunu, aşırı korumacılığın kimliğini zedelediğini anlıyoruz. #GülayşeKoçak’ın, iki erkek çocuğu annesi olarak anneliği sorgulaması ve itirazı bana çok haklı geldi. #Anneliğinkutsallığı ve anne sevgisinin tartışılmazlığı, bana da hep toplumun ikiyüzlülüğü olarak görünmüştür. Aynı baba-oğul ilişkisi gibi anne-oğul ilişkisi de müdahaleci olduğunda çocuklarının hayatına zarar verebilir.
Bu ilk otobüs yolculuğundaki diyaloglardan Mine ile Tuncay’ın pek çok konuda ortak düşünceleri olduğunu ve ikisinin de içinde yaşadıkları topluma eleştirel gözle baktıklarını anlıyoruz. Ayrılırken, Mine’nin “Tekrar görüşür müyüz?” sorusu Tuncay’ı rahatsız eder. Seyahatlerde rastlaşmak umuduyla ayrılırlar. Tuncay’ın tekrar görüşme sözünden tedirgin olması, onun birine bağlanma konusunda korkusu olduğunu gösterir bize. Tuncay elbette onu aramaz. Mine arar ve seyahati sevmediği halde Tuncay’ın yolculuk yaptığı kentlere giderek dönüşte şehirlerarası otobüste Tuncay’la buluşur. Bu #otobüsyolculukları onların rutin buluşma şekli olur. Mine bu yorucu yolculuklara Tuncay’ı daha yakından tanımak için katlanır. Tuncay kendini kolay ele vermeyen gizemli bir adamdır. Tuncay’ın gönüllü ders verdiği #Güzeldiyar, bu seyahatlerin en keyiflisi olacaktır Mine için:
“Gülen çekik gözlerinin o sıcacık bakışları, yüzünün o babacan, sevecen ifadesi, şefliğin gereklerini yerine getirmek için ara ara devreye soktuğu kocaman elleri, ekose gömleği –sanki bir hare çevreliyordu onu, ama bir yandan da içimde bir dehşet, o muazzam “#kaybetmekorkusu” derinleşmişti.” O gün ilişkileri yeni bir boyuta geçmişti. Mine’nin Tuncay’la ilgili algısı değişmişti: “Tuncay bir kadınla ancak otobüs yolculuklarında beraber olabilen çok zeki, çok okumuş, sevimli bir serseri olmaktan çıkmış; konuştuğunda insanların –ki bunların arasında emekli akademisyen bir ve diş hekimi bir kadın da vardı- tek bir kelimesini bile kaçırmamak için pür dikkat saygıyla ve hayranlıkla etrafını çevreleyerek ağzının içine baktığı bir hoca, bir eğitmen, bir eğitimciye dönüşmüştü.” Tuncay da Mine’ye karşı değişmişti, onu otobüs harici hayatının bir bölümüne dâhil ettiği için pişman gibiydi.
Tuncay orada davet edildikleri sünnet düğününe katılmayı reddeder. Daha sonra Mine’ye anlattığı kendi sünnet düğünüyle ilgili sözleri onun bu konudaki rahatsızlığını ifade eder. Kendi sünnet düğününün çok abartıldığını anlatır. Babasını küçük yaşta kaybettiği için annesi ona #evinerkeği olma sorumluluğunu yüklemiştir. Aile çevresi onu hep erkekliği üzerinden tanımlamıştır. Erkeklik derken soyut bir şeyden değil çükünden söz etmektedirler. Sünnet olmakla erkekliğe adım atılmasının, sorumluluk üstlenmesi gerektiğinin vurgulanmasının yanı sıra çüküyle ilgili tanımlamalar küçük Tuncay’ı utandırmıştır. Annesiyle ilişkileri de bu #erkeklikalgısı nedeniyle zedelenmiştir. Tuncay, annesinin erkekliğini kanıtlaması için onu 14 yaşında geneleve götürdüğünü anlatır. Bütün bu iç döküşlerden Tuncay’ın çevresinin ona giydirmek istediği erkeklik rolüyle sorunu olduğunu anlarız.
Oysa erkek olarak cinselliğini sevmektedir. Erkek olarak doğmaktan pişmanlık duymaz. Onu rahatsız eden yakınlarının, toplumun ‘erkeklik’ten ne anladığını keşfetmesidir. “İşte, ben bunu, beni insanlığımdan eden bu korkunç erkeklik anlayışını reddediyorum.” der. Geleneksel erkeklik anlayışını reddetmesi, Tuncay’ın davranışlarının altındaki temel itkidir. Tuncay şiddeti öğrenmeyi reddettiği için askere gitmemiştir. Mine’ye #askerkaçağı olduğunu söylediğinde, “Kaçıyorum çünkü bir ‘sanat’ olarak tanımlanan şu askerliği öğrenmekten korkuyorum.” der. “Herkes gibi ben de kendi içimde müthiş bir şiddet potansiyeli olduğunu hissediyorum… Ve bu potansiyelin ortaya çıkmasından ölesiye korkuyorum.”
Tuncay’ın bir diğer özelliği #huzursuz bir kişiliğe sahip olmasıdır. Tek bir yerde kalmak ona kâbus gibi gelmekte, bu nedenle sürekli yollarda olmak zorunda hissetmektedir. Mine’yle otobüs yolculuklarında buluşmasının bir nedeni de sürekli hareket halinde olmak istemesidir. Mine hasta olduğunda ona şefkatle bakan Tuncay, onunla sürekli birlikte olmak istemez. Birliktelikleri birkaç saatten fazla uzayınca bunalmaya başlar. Huysuz, çekilmez biri haline gelir. Yalnızlığını seven, birine bağlanmaktan ölesiye korkan bir adamdır. Oysa Mine sürekli onunla birlikte yaşamak ister.
Otobüs yolculuklarından sonra evde buluşmaya başlamalarıyla ilişkilerinde yeni bir dönem başlar: “#Oyun’un sona ermesiyle birlikte, o uçuk kaçık, eğlenceli adam da gitmişti… ve geriye, eğitim performansına; felsefeden, psikolojiden tut, mistisizme uzanan bir yelpazede bilgi derinliğine hayran kaldığım, nedenini bir türlü anlayamadığım bir iç kırgınlığında, çok renkli bir iç dünyasına sahip ama diğer yandan bir o kadar da huysuz, geçinilmesi zor ve bağımsızlığına düşkün bir adam kalmıştı.”
Tuncay’ın ellinci doğum gününü bir otobüste kutlarlar. Tuncay’ın ailesinden hiç kimseyle teması yoktur. Mine onun ailesini ve annesini merak etse de, Tuncay’a soramaz. İlişkileri böyle inişli çıkışlı devam ederken, Mine içini Zelda Teyze köşesine kendi yazdığı sahte mektuplara döker. Tuncay bir süre ortadan kaybolur. Askere gitmiştir. Askerden döndükten ancak altı ay sonra Mine’yi arar. Askerliği bitince bir motosiklet alıp yollara düşmüştür. Askerlikten sonra daha da içine kapanan Tuncay’la Mine’nin ilişkileri giderek çıkmaza girer. Artık Tuncay da Zelda Teyze’ye yazarak içini dökmekte, kız arkadaşının onu anlamadığından yakınmaktadır. Mine, Tuncay’ın bitmeyen öfkesini ve sevişmeyi arzu etmemesini anlayamaz. Tuncay kapalı bir kutudur. Mine bir şey sorduğunda, karşısında müdahaleci annesini görür. Bir gün annesini görmeye gittiğinde, bütün akrabaların evde toplandığını görür. Onun yıllarca askerden kaçmasını “eşcinsel” olmasına bağladıklarını anlar. Homofobik akrabaları ve annesinin onun “eşcinsel” olmadığını kanıtlamaya kalkışması, Tuncay’ı daha da öfkelendirmiştir.
Tuncay bütün dünyanın acısını içinde taşır. Öfkesi savaşan, şiddetle yoğurulan dünyayadır. “Bir de tabii, #öfke meselesi var.” diye anlatır Mine’ye. “Bölüğe de içimize zerk ettikleri öfkeyi, ayrılırken orada bırakamadım, üniformamla iade edemedim, geri getirdim. Eril olan, erkeklik anlamına gelen her şeye karşı öfkem… Döndüğümde artık hiçbir yere uyum sağlayamıyordum. Kendimden nefret ediyordum. Niçin hemen #Bizimkent’e dönmedim sanıyorsun terhis olduktan sonra? Kendimle baş başa kalmak elbette çok zordu, ama insan arasına çıkarak normal bir sohbet sürdürme fikri, çok daha korkunçtu. Kimselere tahammülüm yoktu o sırada.”
Bu öfkeyi dindiremeyen Tuncay, sonunda çok önemli bir organını gönüllü olarak bağışlar. Bu organın ne olduğunu biz söylemeyelim. Eril şiddetten bu kadar tiksinti duyan kahramanımızın hangi organından kurtularak huzur bulduğunu okurlar tahmin edebilir. Tuncay, bu son eyleminin aşırılığına rağmen inandırıcı bir karakter. Gülayşe Koçak, kahramanının kişiliğini, itkilerini, içgüdülerini ve duygularını gerçekçi bir biçimde kurgulamış. Öyle ki, biz okur olarak Tuncay’ın motivasyonunu anlayabiliyoruz. Onun hareketini onaylamasak bile onu yakın bir arkadaşımız gibi görebiliyoruz. #Pederşahi bir toplumda erkekliğe yüklenen görev ve yükümlülükler, duyarlı ve romantik bir erkeği bu tür tepkilere yöneltebilir. Siyah Koku, dünyanın gidişatından endişe duyan, savaşa, şiddete ve her tür ayrımcılığa karşı olan, çevre ve insan kirliliğinin ne büyük boyutlara varacağı konusundaki kaygılarla bezenmiş bir roman. Tekinsiz bir atmosferde kendini farklı bir anlamda var etmeye çabalayan Tuncay ve ona eşlik eden Mine’nin acıtan bir #aşkhikayesi olarak okumak da mümkün. Erkekliğin iktidar unsuru ve şiddet aracı olarak kullanıldığı toplumda Tuncay’la Mine’nin ilişkisi yaralı ve eksik kalır.
#Bizistan #susuzbirdünya #gelecek #siyahkoku #karaütopya #şükretkart #çayhapları #NazireHala #HamiyetHala #dedemkokuyordu #anneliğinsorgulanması #anneoğul
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.