Roman Kahramanları
MICHAEL KOHLHAAS: ADALETİ TEKRAR DÜŞÜNMEK
-
MICHAEL KOHLHAAS: ADALETİ TEKRAR DÜŞÜNMEK
MICHAEL KOHLHAAS: ADALETİ TEKRAR DÜŞÜNMEK*
Makale Yazarı: Hannan Bik
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Ekim/Aralık 2013) 16. sayıda yayımlanmıştır.
Michael Kohlhaas, #adalet tartışmasını iyi kötü oturttuğumuzu sandığımız koca bir yapıya saldırıyor. Kleist’in #1810 tarihli metnine dair analizlerin çoğu metindeki insan hukuku-tanrısal hukuk dikotomisine odaklanmış. Tanrısal hukuk ve insan hukuku çatıştığında ortaya çıkan ikilem vatandaşı toplumla ilişkisini sorgulamak ve seçim yapmak zorunda bırakır. Tıpkı Sofokles’in#Antigone’si gibi kendimizi birden yozlaşmış insan yasası ve nihai adalet arayışı arasında kalmış bulabiliriz ve Michael Kohlhaas’ın başına gelen de tam olarak bu gibi görünmektedir. Fakat, ilk bakışta zannedildiği kadar metafizik örüntülerle bürünmüş bir tartışma mıdır bu, yoksa insanın erdemini kaybettiğinde sarıldığı o nihai haklılığın sorgulanamazlık zırhının bahanesi mi? Tek bir erdemin aşırıya kaçması, insanın yerini unutması ve #hubris üçgenindeki trajik yıkımın klasik yolunun izlerini seçebilsek de Kohlhaas gibi modern bir hikâyede bireyin asıl yıkımı kendisinin ya da yakınlarının ölümü değildir; tanımadığı insanların acısı ve yıkımına sebep olmuş olmaktır. Ve okuduğumuz metin de yerinde ve zamanında yazılmış hakiki bir tragedya olmadığından geride sadece adaletin hunharca harcanıp binbir bedelle tekrar kurulduğu kırık bir süreklilik kalır, hikâye bitmez ve başlamaz.
Hal böyle de olsa, Kleist hikâyeye gayet kesin bir başlangıç noktası tayin etmiştir. #Sınırlar her zaman yasaların belirsizleştiği, hâkimin tekliğinin güçsüzleştiği alanlardır ve şüphesiz ulus-devlet fikrinin pek o kadar güçlü olmadığı zamanlarda her türlü hak-hukuk kavgasının ve kafa karışıklığının adresidir. Michael Kohlhaas’ın başlayan ve biten hikâyesi bir sınır ihlali öyküsüdür aslında. Serbest piyasanın henüz her şey den üstün olmadığı 16. yüzyılda dürüst at tüccarımız Kohlhaas’ın iki atını sınırdan geçirememesinin öyküsü (bu yazıda canlıların sömürüsüyle ilgili hiçbir cümle geçmemesi başka adalet tartışmalarında bu mevzuyu dışlamamız gerektiği anlamına gelmez). İşte bu zamanlarda Kohlhaas, yasalara uyan bir vatandaş, dürüst bir at tüccarı olduğu halde #Saksonya’dan #Brandenburg’a geçiş izni olmadan iki siyah atıyla geçmesine izin verilmez. Aynı yoldan kâğıt mağıt göstermeden defalarca geçmiştir Kohlhaas fakat bir hataya meydan bırakmak istemez, kendisine zorluk çıkaran asilzade #vonTronka’nın atlarına geçici olarak el koymasına izin vererek şehrine döner. Resmî kurumlardan bir iznin gerekli olmadığına dair aldığı belgeyle geldiğinde atlarının kötü muamele yüzünden hastalanmış, seyisinin ise evden kovulmuş olduğunu görür. İlginçtir, Kohlhaas haksızlığa uğradığına dair hemen kesin yargıya varmaz, evine döner, seyisi ona olayları anlatırken defalarca kafasında soyluyu ve davranışlarını mazur göstermeye çalışır. İkna olduğunda bir seneyi aşacak hukuk mücadelesi başlar, mahkemeye gider, üst mahkemelere gider, en yüksek makamlara dilekçeler verir. Von Tronka’nın etkili politik otoritelerle olan akrabalık ilişkileri yüzünden kimse bu haklı olduğu aşikâr adamın davasını kabul etmeye yanaşmaz, avukatı nazikçe dava için çalışmayı reddeder. Karısı bizzat krala bir dilekçe ulaştırmak için çıktığı yoldan dönüşte ölünce Kohlhaas için artık devlet-vatandaş sözleşmesinin bir hükmü kalmamıştır. #Rousseauyan bir ifadeyle, “doğal haklarını” geri kazandığını ilan eden Kohlhaas adaletin kılıcını eline alır.
Kohlhaas’ın temel kırılması karısının ölümüymüş gibi algılanabilir; bu bizi silaha sarılan Kohlhaas’ın adalet mi yoksa intikam mı aradığı sorusuyla başbaşa bırakır. Ben bu sorunun geçerli bir tartışmaya olanak sağladığını düşünmüyorum çünkü karakterin kaderini belirlediği an bu olaydan önce gerçekleşmiştir. Kohlhaas kendisine bu işin peşini bırakması tavsiye edildiği halde kesin bir adalet istemiyle yola çıkarken aslında kendi “geri dönülemez” anını da yaratmıştır. Köprüleri yakmadan önce önünde durduğu adaletsiz durumun hakiki olduğunu şüpheye bırakmayacak biçimde ispatlamıştır; seyisin ifadesini hemen doğru kabul etmeyip sorgulaması ve hukukun tüm olanaklarını zorlaması bu duruma kanıttır. Evini ve yerlerini satması, çocuklarının geleceğini sağlama almak için gereken talimatları vermesi de dönüşü olmayan bir bağlılığın eşiğinde durduğunun bilincinde olan bir karakterin davranış biçimi olarak yorumlanmalıdır. Eylemlerini salt karısını kaybeden bir erkeğin eril intikam hırsına bağlarsak kitabın sonunu da açıklayamayız; onu kurtarmaya çalışan falcının ölen karısı olduğu ima edilir okuyucuya. Kendisini ipten kurtaracak yaşlı falcının kaybettiği karısı çıkması Kohlhaas’ın baskı altındaki zihninin bir oyunu olarak da okunabilir. Fakat öyle de olsa, adamın karısının ölümü yüzünden içine düştüğü vicdan azabı ve acının bir çözüme bağlanmış olduğu muhakkaktır, karısının istediğini yapmaz idamdan sakınmak için. Öyleyse ağzından çıkacak iki cümleyle idamdan kurtulabilecekken işbirliğine yanaşmayarak ölümünü kucaklamasının nedeni intikam değildir. Adaletten vazgeçmemesi varolmasının tek yoludur, artık geri adım atmak karakterini alçaltır, onu yok eder.
Kohlhaas adaletin kılıcını kelimenin tam anlamıyla eline alır, önce beslenip iyileştirilmiş atlarının kendisine teslim edilmesi için asilzadeye açık bir uyarıda bulunur. İsteği yerine getirilmediğindeyse eline silahı alır ve tüm ev halkını kılıçtan geçirir. Ardından kötü yönetimden, haksızlıklardan ve ezilmekten şikayetçi birçok köylü kendisine katılır ve amansız bir yağma başlar. Kendisini Mikail olarak görür Kohlhaas, Tanrı’nın dünyaya adalet getiren elidir. Artık tüm insan yasalarının ötesinde olduğunu söyleyen bu adam kendi davasının çözümünü tüm haksızlıkların ilahi bir şekilde sona ermesi sanıyor gibidir. Elde edebileceği ve peşinde koşar göründüğü tek şey atlarıdır; atlarının teslimi bir anlam da, tüm toplumun bu adamın masum ve haklı olduğunu kabul etmesi olacaktır. Kişinin haklı olduğunun herkesce bilinmesi ve adaletsiz davrananın ifşa edilip cezalandırılması şüphesiz adaletin yerini bulması için elzemdir. Fakat yarattığı #terör Kohlhaas’ı bu amacına ulaştıramamıştır. Davasını önceden haklı bulanlar bile bu #yağmacı katile karşı sempatilerini yitirmişlerdir. Kohlhaas’ın öfkesi ve cesareti ilk başta yozlaşmış yönetimin tüm haksızlıklarını açığa çıkarabilecek bir başkaldırı olma potansiyeline sahipken, içerdiği şiddet yüzünden kısa sürede fırsatçı serserilerin çeteciliğine dönüşmüştür.
Bu dönüşümü adalet ve yasa ilişkisine dokunmadan, Kohlhaas’ın aşırılığının bir sonucu olarak yorumlayabiliriz. Erdemine ölçüsüz bağlılık insanın gözünü kör eder ve kibire kapılmasına yol açar. Erdemin yokluğu ya da fazlalığı değil, onu diğer her şeyden üstün tutması ve sonunda tüm benliğini tek bir gayeye teslim etmesi Kohlhaas’ın adil karar verme mekanizmalarını zedeler. Çünkü insan tanrı olamaz, aşırılıklardan sürekli kaçınmalıdır. Erdemle tanımlanan bir insan doğasından bahsetmek, kusurlu ve irade sahibi insanı yadırgamaktır. Tanrısal bilgi olmadan erdem kusurludur ve kibir erdemli bir insanı olmadık yıkımların sorumlusu haline getirebilir. Bu açıdan bakıldığında Kohlhaas da bir Antigone’dir, fakat Antigone’nin sivil itaatsizliği sadece kardeşinin mezarına toprak atmakla sınırlıyken, Kohlhaas tüm bir toplumu dize getirmeye çalışmakta beis görmemiştir. Aslında burda minik bir çelişki bile yakalanabilir, toplumun kendisini dışladığını ve artık kimseyle hiçbir ilişkisi kalmadığını savunan Kohlhaas nedense kitleleri peşinden sürükleyip hedefini herkes için adalete çevirmiştir. Ya da, çetesine katılanlarla yarattığı huzursuzluğu bir araç olarak görmüştür ki, bu her şeyden kötüdür. Yasanın kendisini artık kapsamadığını söyleyerek böyle davranmak çıkarcılıkla açıklanabilir ancak, ya da bu adamdaki adalet algısının kökeniyle.
Ben tam da meseleyi Kohlhaas’ın adalet, hak ve sorumluluk kavramlarını içinde tanımladığı çerçevede görüyorum. Kohlhaas adaletin gerçekleştirilmesini saplantılı bir şekilde hukukla bağdaştırmaktadır. Onun hukuku kağıtlar, sözleşmeler ve davalardır. Hatırlayalım, her şey kendisinden bir geçiş belgesi istenmesiyle başlar. Saksonya’da bu kağıdın gereksiz olduğunu öğrendiği halde bu durumun doğrulandığı bir belge almakta ısrar eder. Olayın politik ya da başka olası nedenlerini araştırmaz, başka bir çözüm yolu aramaz, hukukun bağlayıcılığı onun için tek ilkedir. Fakat bu hukuk kurallarının meşruiyet boyutunu göz ardı etmek değil midir? Yasaların kendisi Kohlhaas’ın gözünde hangi durumda sorgulanabilir hale gelebilir, gelebilir mi? Yasayı böyle kutsallaştırmak adaleti kuru bir lafa indirgemez mi? Bu soruların sorunsallaştırmaya çalıştığı insan olma koşulu ve tanrısal yasaların sunduğu koşulların anlaşmazlığıdır. Eyleyicisinin ve kurbanının insanın ta kendisi olduğu haksızlıkları sürekli tanrısal bir çerçevede değerlendirmek anlamı mutlaklaştırdığı ölçüde uygulanamaz hale getirir.
Kohlhaas toplumsal sözleşmeyi rafa kaldırır; bunu sadece hukukla değil tüm toplumsal bağlardan kopuşu olarak anlamlandırır. Luther King’le diyaloğunda bu kopuşu şöyle haklılaştırır; “Kanunun korumasından yoksun bırakılanı, ben devlet topluluğunun dışına atılmış sayarım! … Bunu kim benden esirgerse, beni ıssızlığın vahşiliğine doğru itmiş olur, işte o kişi, sizin de inkâr edemeyeceğiniz gibi, kendimi koruyacağım silahı elime vermiş olur!”. Öyleyse onun için toplum ancak sözleşmeyle varolabilir; aksi halde, ki bu sözleşmenin feshi de hukukun teklediği anda aksi hal hemen oluşabilmektedir, insanın hiçbir eylemi bir ikinci şahsa karşı sorumluluk içermez. Kolektif olanın organikliğini yadsıyan bu argümanın zayıflığı sezgisel olarak Luther King tarafından sunulur metinde, Kohlhaas toplumun ondan sırt çevirmediğine ve adaletin sağlanmasını beklemek için terör faaliyetlerini durdurmaya bir şekilde ikna olur ve davasının en baştan görülmesi şartıyla teslim olur. Bu bilgelik gelişen olayları engellemese ve kahramanımınız sonunda kendini daraağacında da bulsa da kendini toplumdan adalet adına koparan bir insanın asıl trajedisi bitmiş olur.
#tanrısalhukuk #insanhukuku #adaletarayışı #hukukunbağlayıcılığı #16ıncıyüzyıl #attüccarı
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.