Roman Kahramanları
Mediha Funda: ÇİRKİN KADIN VARDIR YAHUT…
-
Mediha Funda: ÇİRKİN KADIN VARDIR YAHUT…
ÇİRKİN KADIN VARDIR YAHUT
HAZ DEĞİLDİR İLLE DE DÜNYAYI YÖNETEN!*Makale Yazarı: Murat Batmankaya
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Temmuz/Eylül 2017) 31. sayıda yayımlanmıştır
I.
Hayal ve Istırap… Selim İleri’nin “yeniden” yazdığı iki kitaptan biri, hatta ilki… Doğan Hızlan’ın ricası üzerine kaleme alınıp #Hürriyetgazetesinde #tefrika edilmiş önce. Sonra “kitap” olarak 1986’da buluşmuş okurla…Selim İleri, memnun değil bu durumdan… Star gazetesinin 12 Temmuz 2012 tarihli Kitap ekinde, Yusuf Çopur’la yaptığı söyleşide, tutamayıp kendini yakınıyor: “Bir yazarın aynı esere yeniden neden geri döndüğü, dönmek istediği ya da dönmek ‘zorunda’ kaldığı kimsenin gündeminde yer almaz.”
Haksız da sayılmaz serzenişinde; “ötekiler gibi olmasını istemediği” bu roman, sahiden “bir kırılma noktası”nın eşiğinde durmakta zira… Hem mekân hem de zaman bağlamında… “Bir huzur içinde ve bilinçli bir şekilde yeniden yazıldığı” aşikâr…
“Bakan” #editör – “Hammadde” #roman
Editörün sunum yazısıyla başlıyor roman; #BayanFunda’nın yayınevine gönderdiği Hayal ve Istırap dosyasına ilişkin değerlendirmeleriyle… Mesela “#SiyahMasal” adını taşıyan ilk bölümü, “romantizmin çeşitli etkileri altında kalınarak yazılmış bazı popüler eserlerin ikinci elden bir kopyası” sayıyor, kötü bir kopyası… Çözümü tutkuda, erotik tutkuda aramasını eleştiriyor. Daha doğrusu, bunu beceremediğini iddia ediyor.
Editör, “#YeniÇalıkuşu” adını taşıyan ikinci bölümü ise “#grotesk bir üslup”la kaleme alınmış, bütünlüksüz, “roman olma özlemindeki #hazinkaralamalar” olarak görüyor. Derin kopukluklar taşıdığını, baştan sona bozuk bir Türkçe, yanlış imlayla yazıldığını, bunlar düzeltilse bile, karalamaların içeriksel niteliğinin kolay kolay düzeltilemeyeceğini bağırıyor bas bas…
Ve nihayetinde bir tavsiyede bulunuyor: Konuyla uzak Yakın ilintisi olmayan, okurunu yitirmemiş bir orta kuşak #romancı seçilsin; o romancı, bu dosya bir “#hammadde” olarak kabul etsin ve öyle çalışsın; ortaya çıkan eser de bilmem kimin “büyük atılımı” yahut “kendi çizgisini aşan yepyeni bir roman” olarak piyasaya sunulsun!
Söz konusu romanın kaderini tayin edecek kişi #yayınyönetmeni mi, #yayınevi sahibi mi, bilemiyoruz; bildiğimiz, bir yazarın eserine “bakan” editörün ne kadar sahici, ne kadar inandırıcı olduğu… Selim İleri, hoş bir hınzırlıkla, okurun cebine, zaman zaman kopya çekebileceği eleştiri kalıpları yerleştiriyor özenerek… Bir de eğilip kulağına, şunu fısıldıyor: Ne yaptığımın yahut ne yapmadığımın farkındayım; yaptığım yahut yapmadığım şeyi bile isteye yaptım yahut yapmadım; bunu böyle kabul et lütfen!
Tatlı tatlı anlatmak
Siyah Masal’ın ilk cümlesiyle yerimizden sıçrıyoruz; düzeltiyorum, uzun bir zaman sıçramasına tanıklık ediyoruz. Üslup olarak da radikal değil, lakin belirgin bir değişimin şahidiyiz artık… “#Hafıza”, “#hakikat”, “mesafe”, “#feryat”, “fani” yahut “muhakkak” çıkı çıkıveriyor karşımıza… Hem de “yargı”nın, “yitirme”nin, “görünüm”ün, “yıkım”ın, “dingin”in yahut “gelgeç”in dizi dibinde… #Anlatıcıben, “tatlı tatlı bir şeyler anlatmak” derdinde belli ki… Fazla ince eleyip sık dokumaması bundan sanki.
Hikâyeyi #MedihaFunda’nın ağzından dinliyoruz. Bizi ilkin #SörlerMektebi’nden arkadaşı #Pervin’le tanıştırıyor, sonra “hoş adam” #NihatGiray’la… “O, açık kumral başlı, şakaklarına kır düşmüş, daha çok aşk ve karasevda romanlarında rastlanabilecek olgun, yakışıklı erkek”le yani…
Öyle iştahlı tasvir ediliyor ki Nihat Giray, Attila İlhan olsa, “böyle bir tasvir görülmemiştir” derdi muhtemelen: “Akşamın eflatun esmerliğinde çıkık elmacık kemiklerini, geniş alnını, yarı şeffaf cildini, olağanüstü çarpıcı, açık yeşil gözlerini, etli dudaklarını şimdi daha iyi fark edebiliyordum.” [Civarında epey oyalanacağımız kavram (cinsel çekicilik) ilk kez burada, bu çarpıcı tasviri takiben çıkıyor karşımıza: “Bana öyle geldi ki, güzelliğine ince bir kötülük karışmıştır. Bu kötülüğün cinsel çekicilikle eşanlamlı olduğunu henüz bilemezdim.”]; “Nihat Giray’ın etli, kalın dudakları aralanıp kapandı”; “güzelliğine ince kötülükler karışmış köşk sahibi soylu yabancı”; “yabancının yüzündeki heykel duruluğu”; “daima sedefli ışıltılar saçan o kadar düzgün dişler”; “çelik çağrışımlı vakur alın”; “mağrur ve esrarlı erkek”; “daima bir kadın kadar nazik” vb.
Ne var ki, tüm bu yakıştırmalar, tanımlar, saptamalar, betimlemeler aslında, “marabetlerin gözünde handiyse kimsesiz bir azize” olan Mediha Funda’ya ait. Onun gözünden ve ruhundan… Zira birkaç cümle sonra öğreniyoruz ki, tasvir edilen kişiye Pervin, “doğru dürüst bakamamış” bile… “Belki kurşunîydi gözler.”
Roman kahramanlarına âşık olmak
İşin tuhafı, kendini “saadet doruklarına uçuşan kızlar demetinde, tek siyah leke” olarak tanımlayan Mediha Funda, Pervin’i tanımlarken tutuk, gönülsüz, ketum… Bir yerde “çok güzel bir kız” olduğunu parantez içinde söylüyor, bir başka yerde de üstünü örtmeye çalışıyor kızıl dudakların: “ne kadar kuru”… Şu vakte kadar altını çizdiği tek tanım şöyle: Olgun bir genç hanım! (s. 21) Doğrusu, bunun ne menem bir tanım olduğu üzerinde düşünmek gerek. Olgun ve genç… Kimin kafasından bu iki kavram yan yana geldiğinde, eksiksiz bir resim oluşur, bilemiyorum. Acaba Mediha Funda bunu kasten mi yapmakta? Taraf tutmaya mı zorlamakta?
Sörler Mektebi’nin avlusunda “tahakküm sevdalısı” rahibelerin kızlara, hal ve gidişlerini sayıp dökmelerine kadar durum böyle. Sonra sebepsizce Pervin’e sarılmak geçer içinden… Nihat Giray’la ikisinin kucaklaşmış olabilecekleri düşündükçe, bu isteğine “şehveti andırır bir kızışma” eklenir: “Pervin’de Nihat Giray’ı mı alımlıyordum, yoksa kendimi Nihat Giray’ın mı yerine koymuştum, tam hissedemedim. Belki de sadece Pervin’in ateşten vücudu beni baştan çıkarmıştı…”
Şimdi bunun adını ne koymalı acaba: Narsistik kişilik bozukluğu mu? Öyle belirgin zanlar üretmemesine rağmen, “yansıtma” olarak mı görmeli bu ahvali, hani şu genellikle paranoyayla birlikte anılan savunma mekanizmasını? Yoksa basitçe depresyon deyip çıkmalı mı işin içinden?
Üstelik Mediha Funda hem kendisinin hem de Pervin’in durumunu “#doyumsuzluk” olarak tarif ediyor. Ve başkalarının mutsuzluğundan “dile getirilemez bir hoşnutluk” üretiyor.
“Her zaman hesaplı ve donuk”… Buymuş meğer Mediha Funda. Hem, “küçük yaştayken kimi kimsesi kalmamış bir insanın fazla duygusallık güdemeyeceğini herkes bilir”miş. İkinci benliğini yaşamaya koyulduğunda ise sık sık ağlarmış. “Hayatın kılgısından edindiği kupkuru mantık burada iflas eder”miş. “Yaşamak zorunda olduğu hayallerin arasına uçsuz bucaksız bir mesafe” girer ve apayrı iki hüviyette parçalanıp dururmuş. Bu nedenle iki ayrı ruhu varmış! İlki gerçek insanlardan tiksinir, öfke duyarken, ötekisi roman kahramanlarına acır, âşık olur, onlarda bambaşka bir hayatı bulurmuş.
Seni aydınlıkta görmek istiyorum
Peki, nedir bu? Bir tür manik depresif bozukluk mu? Aynı insanda birbirine karşıt iki aşırı ruh halinin dönüşümlü olarak ortaya çıkması mı yoksa?
İçimizde Mediha Funda’ya ilişkin bir şüphe mayalanıyor birden… Ruhen sağlıklı olup olmadığını sorguluyoruz paldır küldür. 30’lu yılların buhranını, fakirliğini, yatılı hayatını, gençliğini falan bir kefede toplayıp, kanaatimizin ibresini olumluya yakın tutmaya çalışsak da, anlatıcı-ben fikrimizi değiştirmekte öyle ısrarlı ki: “Rüyayla gerçeklik arasında karyoladan iniyorum, oda kapısından fırlıyorum. (…) adeta bir uyurgezer halinde çıplak ayakla bahçeye çıktım. (…) Sokaklardaki cılız ışıklara karıştığımda, sivri taşların ayaklarımı acıttığını asla hissetmiyordum. (…) Belki rüyanın, belki de somut gerçekliğin tesiriyle ruhuma bir sükûnet geliyor.”
Mediha Funda’nın ruhundaki gelgitleri adadan (#Büyükada) ayrılıp Sörler Mektebi’nde inzivaya çekildiği süreçteki tereddütlerinden anlıyoruz. Onca zaman tek bir haber alamadığı Pervin’den gelen mektuba (…hemen gelmeni bilhassa rica ederim. …beni evlendiriyorlar! Büyük bir ıstırap ve acı içindeyim.) gösterdiği tepkiden (Zengin kızlarının acılarına ne dereceye kadar güvenilir?) anlıyoruz. Kendisini çökmüş, birdenbire ihtiyarlamış, adeta yıkık bir çehreyle karşılayan Pervin’in, “Mediha, her şey bitti…” şeklindeki hıçkırıklarını anlamazlıktan gelişinden anlıyoruz.
Tam da burada sözü Pervin alıyor. Siyah Masal içindeki III. Bölüm onun ağzından… “Kardeşim” diye hitap ettiği Mediha Funda’dan uzak durduğu zamanda başından geçenleri anlatıyor. Mesela Nihat Giray’la yalancı şafağa yakalandıkları geceyi… Pervin’in boynundaki madalyonu alırken yahut iade ederken birbirine değen ellerden çıkan ateşi…
Nihat diyor ki: “Bu gece sana her zamankinden yakın ve her zamankinden uzağım Pervin.” Bu #parçatesirli cümle Pervin’de duyguların çözülmesine sebep oluyor, kızgınlığını dindiriyor. Adeta saçlarının dibine kadar kızarıyor. Zira cümlede “aşırı taşkınlık” ve bir miktar “laubalilik” buluyor.
Belki de bundan ötürü, Nihat’ın, “…yalnızca bir gece, bir kereye mahsus olmak üzere evime gelir misin?” türündeki ricasına, “… ne sıfatla” diye karşılık veriyor. Nihat, her ne kadar boş yere şüpheye düştüğünü söylese de ikna edemiyor Pervin’i. Oysa #kurşunîgözlü kahramanımızın tüm derdi, Pervin’i “aydınlıkta görmek”tir, hepsi bu. Daha da güzeli: Ölüme çağırsa gidecek olan Pervin, adeta rest çekmiştir: #Allahaısmarladık. İyi de neden?
Gönül çelen, çitişik şeyler
“#Güzel”, halk ağzında sıklıkla hayranlık uyandıran, hoş, latif kızlar/ kadınlar için kullanılan bir sıfat… Lakin Pervin, Nihat Giray’ı tanımlarken “yakışıklı”yı tercih etmiyor hiç (ama biraz ileride, “herkeslerin sesini ustalıkla bastıran” bir kadın, “Kırk yaşlarında yakışıklı bir adam.” demekte sakınca görmüyor; yahut #SühaRikkat, hiç tereddütsüz, “yakışıklılığına uğursuzluk bulaşmış bir erkek” diyebiliyor şıppadak)… İlle de güzel! Günümüzde son derece ticarileşmiş bu kavram, acaba 30’lu yıllarda, farklı bir anlam alanına mı sahipti? Öyle ya, “güzel”in içini toplumun kültürel yapısı kadar çağ da belirleyebiliyor. Ama şunu da unutmuş değiliz: “Estetik tamamen özneldir. (…) Beğeniler, zevk yargıları bilişsel değildir. (…) Bir objenin güzelliği ona önyargısız yaklaşmaktan gelir.” (Kant)
Elbette yumuşak karnı olan bir tez bu. Nitekim karşıtları da türedi zamanla… Hatta kabul bile gördü bazıları… En çok alkışlananı, “evrensel yasalar dahil hemen hemen her şeyin öznel olduğu bir yerde estetiğin biricikliğinden söz edilemez” fikrini savunandı. Kapı sürekli farklı farklı paradigmalara açılınca, ortak güzellik anlayışının oluşması zaman aldı. Yine de mutlak bir içeriği kavuştuğu söylenemez.
Pervin, “ne sıfatla?” diyerek diklenip Nihat Giray’ın eve gitme teklifini reddetmesinin üzerinden çok geçmez ki, ebeveynlerinin adadan uzaklaştıkları bir gün soluğu, “asla”sını değilleyerek, köşkte alır; “güzel ve alımlı” adamın köşkünde…
Üst kata çıktıklarında gül ağacı satıhta sayfaları açık bırakılmış Almanca bir kitap, hemen berisinde de bir kafatası gördüğü anda da, korkunun, kendi deyişiyle dehşetin zilleri çalar. Nihat Giray’ın tesellisi ise biraz tuhaftır: “Zavallı, şimdi yalnız birkaç kemik parçasından ibaret. Dilsiz, cansız… (…) ama bir zamanlar canlıydı, gülmüştü; bir zamanlar dudakları vardı. Kaç defa öpmüştüm o dudakları…”
Burada Pervin’in sözünü kesiyor Mediha Funda. “Tiksintiden çok, marazî, yine de göz kamaştırıcı, gönül çelen, çitişik bir şeyler” hissediyor çünkü. Kafasında yanıp yanıp sönüyor şu cümle sanki: “… bir genç kızın ölüsüne âşık olmuş Nihat Giray…”
Sözü tekrar Pervin aldığında, dehşet yerini acımaya yakın bir hisse bırakıyor nedense… O donuk, şakakları kırçıllı, favorileri yumuşak adamın terlediğini, sarardığını fark edip, tanı koymakta gecikmiyor: “başka bir insan tarafından ısıtılmaya ihtiyaç duyuyor.”
Nitekim (t)ürettiği bu fikre teslim olup, kendini tutamayarak Nihat Giray’a sarılıyor. “Neniz var? Ne oldu?” redifiyle…
Ve takip eden süreçte önce Karl Kröner’le (I. Dünya Savaşı’nda asker olarak katılmış ressam ve yazar), sonra Nietzsche’yle karşılaşıyoruz. Onun “üstinsan”, “güç istenci” gibi, bugün dahi tartışılan görüşleriyle… Sonra bir dizi göndermeler sahne alıyor; bilhassa Hamlet… Ancak Selim İleri burada sırtını 19. yüzyıl Alman romantiklerine dayıyor bile isteye… Biraz Schiller, biraz Schlegel, biraz Hölderlin yahut Heine… (Öte yandan Thomas Hardy bile sıkıştırılmış satır arasına… Onun pek meşhur romanı, Nihat Giray’ın içinde bulundu durum tarif edilirken kullanılıyor: “çılgın kalabalıktan uzak”)
Doğrusu bunda şaşılacak bir durum yok. Kant’ın olduğu yerde coşku, er ya da geç, ama muhakkak vardır!
İşte o coşku, Pervin’in Saylav Reşit Hamdi Bey ile evlendirileceğini öğrenen Mediha Funda’da birden otağ kuruyor: “en azından düşlerimde benim olacaktı bundan böyle kurşunî yeşil gözlü, esrarlı erkek.” Ve hem sonrasına gelen şu cümle, derin kuyularda merdivensiz bırakıyor okuru: “Sahip olmanın her türlüsüne muhtaçtım.”
İşbu hali, #JoseSaramago kadar iyi, hatta eksiksiz yahut çarpıcı izah edemeyeceğim için sözü ona vermekte yarar var galiba: “Sahiplenmek sevmenin en kötü, sevmekse sahiplenmenin en iyi yoludur.” (“Bilinmeyen Adanın Öyküsü”)
Gerçi Saramago’nunki, bir kendini arayanın uzun öyküsüdür; bilinen şeylerin ancak bilinmeyenlerle anlaşıldığı…
Mediha Funda için aynı şeyleri söylemek, ne yazık ki, mümkün değil.
II.
Belirli bir iskelet, kısmi bir omurga temin edildiğine göre, satır satır ilerlemeyip, okura özgürlük tanımanın vakti geldi, sanırım. Artık belli belirsiz izlekler üzerinde yürüyüp, elimizdeki fenerle kimi yerlere ışık tutmak kâfi gelecektir, romanın/kahramanın ruhunu kavramamıza…O halde sormalı mıyız acaba: Mediha Funda ile Nihat Giray’ın gönül ilişkisini “faşizm fırtınasında aşk” olarak okumak mümkün mü? Böylesi bir okuma, dönemin siyasi/içtimai/ruhi yapısından arındırılınca, bize ne söyler?
Çok kapılı bir aşk nesnesi gibi Mediha Funda… Çirkin, ama hassas; #çirkin, ama rikkatli; çirkin, ama cüretkâr; çirkin, ama küçük; çirkin, ama akıllı; çirkin, ama eşsiz… Ama’yla düzeltemeyeceği, çirkinliğini örtemeyeceği şeyler de var tabii: fakir, tutuk, talihsiz, dikbaşlı, zavallı… Bir de ama’ya ihtiyaç duymayan bir meziyeti var: Durum tespiti… Bir psikiyatr gibi kendi kendini analiz etmesi: “Gariptir, Pervin’in anlattıkları, dinlediklerim, Büyükada’daki o ağustos gecesi, kafatasına sarılarak ağlayan Nihat Giray hafızamdan tamamıyla çıkmıştı. Birdenbire ben de gencelmiş, çocukluğun bekâretini öncesiz sonrasız ardımda bırakarak; handiyse yıldız fallarına, ellerde avuçlardaki kader, talih çizgilerine, büyük aşk romanlarının kadın kahramanlarına inanan bir kız olup çıkmıştım, yarın genç kız, yarı genç kadın duyarlığında. Dahası çirkinlerin sevilmeye, güzeller uğruna her manada feda edilmeye mahkûm olduklarını unutmuş görünüyordum.”
Bilhassa şu: “Güzel insanların usançlarını bilmek yetisinden Tanrı beni yoksun kılmış.”
Yahut şu: “İmkânları hep küçük insan imkânları olan ben…”
Tesadüf etmiş iki tanış
Hayal ve Istırap, maneviyat odağında ulvi hislerle tıka basa doluyken, ara sıra ilginç bedensel-fiziki saptamalar başını çıkarır gömüldüğü topraktan. Mesela resmini çizmek istediğinden Nihat Giray, ona şöyle karşılık verir Mediha Funda: “Gençliğin dahi güzellik, cazibe katmadığı manasız bir yüz, endamsız bir vücut… Yoksa zavallılığımın mı resmini yapmak istiyorsunuz? Ama insanlar yalnızca güzelliğe tutku besliyorlar.”
Halbuki tastamam da böyle değildi; Nihat Giray’ın da bizzat söylediği gibi, “bir ruh birliği” vardı aralarında. “Uzak ülkelerde yaşadıktan sonra tesadüf etmiş iki tanış”a benziyorlardı.
Daima bir eksiklik hissiyle yaşayan Mediha Funda için Nihat Giray, gözlerini kapar kapamaz, “çırılçıplak, yalnız gövdesinin bilinmezlikleri, sırlarıyla değil, ruhunun da çıplaklığıyla” alımlayabileceği biridir zira.
Ve bu eksikliği, eksikliğin getirdiği yükleri, dile getirme ihtiyacı hisseder nihayet: “Ben hepsini, her şeyi biliyorum, anlıyorum… Dostluk, arkadaşlık bile değil aramızdaki. Çaresiz bir sır. Pek acıklı… Sadece gönlümün sarsılışlarını avutmak uğruna samimiyet gösteriyorsunuz. Sevgimin nihayetsizliğini sizde merhamet uyandırdığı için… Yalnız ben kırılmayayım diye. Yalnız benim için! Ne ödenmez borç? Yoksa siz kendi adınıza çoktan usandınız mı bu arkadaşlıktan. Değil mi?”
Yakıcı tespitler… “İnsan tenine ait hiçbir şey duyamayan” Nihat Giray’ı da çaresiz bırakan… Lakin Mediha Funda, çelik zırhlar giymiş bir ortaçağ şövalyesi gibi… Ucunda ölüm olmadığı müddetçe yaralanmaktan, hatta için için kanamaktan korkmuyor. Değil mi ki Nihat Giray, uzan bir aradan sonra, usul usul kalbini açmaya meyilli. Epeydir ezbere bildiği bu: “Onun sırlarına ermek, bütün görevlerin üstünde”…
Gençlikten yoksun güzellik
Ancak açıldıkça körleşen bir düğüm gibidir Nihat Giray… Mesela bir konuşmalarında kadınlar ve vazifelerinden bahseder ki, o cızırtıya kulak misafiri olmak bile canını yakar insanın: “Kadının vazifeleri vardır. Her şeyden evvel erkek için bir zevk aleti, baştan çıkartıcı bir çekicilik olmalı kadın. O, adeta ‘başka bir mahlûktur’. Bu zevk aleti hem dölyolu olacak, kan saflığının korunması için kışkırtacak ve nihayet asıl varlık sebebi annelikle yetinmeyi bilecek.”
Ne kadar da yakın Schopenhauer’e… O değil mi, “Güzellikten yoksun gençlik her şeye rağmen çekicidir; gençlikten yoksun güzellik ise değil. – Burada bizi farkında olmadan yönlendiren meramın [Absicht], yalnızca üremenin imkânlarıyla ilintili olduğu açıktır: bu yüzden her birey, karşı cins cazibesini döllenme yahut gebe kalmaya elverişli dönemden uzaklaştığı nispette kaybeder.” diyen…
Kadınlık ve vazifelerinden dem vuran Nihat Giray, #sondüzlükteki #Arapatı gibidir, dur durak bilmez: “Halbuki sende bunların hiçbiri yok. Seni incik boncukla, dantel örtülerle, şıklık ve ihtişamla süslesem de hiçbir erkeği baştan çıkaramazsın. Kaderin cilvesi olmalı bu. Fakat bir yandan da kadınlığın bütün aczi varlığını, hissiyatını sarmış. İnce ve kırılgansın…”
Ama asıl öldürücü darbe çok sonra gelecektir: “Kendisiyle her türlü münasebetin kesilmesi gereken, hatta en hafif okşamalardan bile uzak tutulacak, kadınlığı eksik, hastalıklı; seçme şansı hiç kalmamış aç bir erkeğin bile hoşuna gitmeyecek, onun bile yüz çevireceği hasta bir beden…”
Nihat Giray, Mediha Funda’yı, ardı arkası kesilmeyen sarsılışlarla, hıçkırıklarla, çırpınışlarla boğmakta ustaydı sanki. Buna mukabil aklı başında bir direnç gösterememesi ilginçtir. Varla yok arası gösterdiği direnç, aslında oyunu bozulan çocuğun harareti kadardı olsa olsa: “Ben de senin için çok güzel şeyler düşünmüyorum artık… Ellerin, bana bir kadın elinin lüzumsuz zarafetini hatırlatıyor mesela; pek çıtkırıldım!”
Schopenhauer, herhangi bir tatmin ihtimali varsa tutkunun şiddeti artar der. Acaba Nihat Giray’ın Mediha Funda’ya indirdi tokatta bunun parmak izlerini mi aramak gerek? Yahut tokadın şiddetiyle patlayan dudağından çıkan kanı emen Mediha Funda için “normal” denebilir mi? Yoksa aşk söz konusu olduğunda tüm “normal” ve “sıradan” şeyler payda dışı mıdır?
Mediha Funda’nın Siyah Masal biterken yaptığı çıkarsama, acaba bu açıdan okunduğunda tatmin edebilir mi bizi: “Tabiat beni çirkin yaratmak suretiyle zaten zalim bir oyun oynamış. Fakat sırf evlenmek için varılacak, kim bilir hangi sebepten düşkün bir adam karşısında yalnız istihrah duyacak kadar da zevkim, gururum var. Görüyorsunuz, zannettiğiniz kadar zayıf değilim.”
Ahret-kıyamet hikâyeleri
Derken Nihat Giray’ı kaybeder Mediha Funda, Yeni Çalıkuşu adlı ikinci bölümün başında… O günler, içinden çıkılmaz ilintiler, bağlantılar, çelişkiler yumağıdır… Yer yarılmış ve Nihat Giray içine girmiştir sanki… O uğursuz geceden sonra onu görmemek Mediha Funda’yı kahretmektedir. Neyse ki şanslıdır. Hiç değilse içinde bulunduğu zamanda… Zira dünyanın çehresi değişmektedir. Hitler önce Çekoslovakya’yı, ardından Polonya’yı işgal eder. Harp başlamıştır! İtalyanların Arnavutluk’a asker çıkarması da çehreyi değiştiren belli başlı olaylardandır. Hele hele von Papen’in İsmet Paşa’ya Hitler’den mesaj getirmesi…
Bu arada Milli Eğitim Müdürlüğü’nden tayini çıkar #Yeşilvadi’ye… #SörSüperiyor’le vedalaşır. “Kızlığı ellenmemiş bir yarı fahişe” olarak görmektedir kendini Mediha Funda… Anadolu’nun her karış toprağını bir İstanbul yapma göreviyle yola koyulur. “Kendisi için yapabileceği hiçbir şey kalmamış bir insanın kayıtsızlığıyla” …
Soluğu Yeşilvadi’deki kız lisesinde alır. Fransızca öğretmenidir. Bir süre sonra, “hiçbir şey öğretmemek için karşılarına çıktığı talebeleri” vardır artık. Ev bulana kadar da #GülPalas’ın hamamböcekli, daima rutubetli, daima loş otel odasında kalır. Hayatına Bahar Hanım ve onun mücevher gibi üzümleri girer.
Gül Palas’ın iğrenç otel odasından Bahtiyar Bey’in tavassutuyla kurtulur. Kadın bile olsa bekârlara ev vermekten kaçınan yerli ahali, bağ bahçe sahibi Bahtiyar Bey araya girince kul köle kesilir. Hacı Teyze’nin yanında ‘pansiyon’ kalmaya başlar. O Hacı Teyze ki, yeryüzüne inmiş ölüm meleği gibidir. O noktadan sonra bitmez tükenmez ahret-kıyamet hikâyeleri başlar. Asla tasavvur edemeyeceği elemle yüklü bir içekapanıklık süreci de beraberinde…
O yaz İstanbul’a gelir. Kısa süreliğine… Hayallerinde yaşayan insanların arasında olmaktır muradı… Ve “#ÇalınanAlyans”ın yazarı Süha Rikkat’le tanışmak…
Selim İleri göndermelerle yürütür metni. Bazen açık göndermelerle hem de… Kırsal yaşamında içinde bir çirkinin serencamıdır anlatılan. Ta ki Nihat Giray’ın Sör Süperiyor’u ziyarete gittiğinden bir mektup marifetiyle haberdar olana değin…
Nihat Giray’ın bir gün kalkıp Yeşilvadi’ye gelmesi, rüyalara inanan Mediha Funda için bile fazladır artık. Belki de bu sebeple, 1945 Haziran’ında sarı yelkenli kotrasıyla Büyükada’dan denize açılan ve bir daha geri dönmemesi, hayatı donduran, rüyayı soldurun bir hadise değildir.
Süha Rikkat sayesinde çok satan aşk romanlarına ilişkin kimi bilgilere ulaşsa da okur Mediha Funda ile Nihat Giray arasındaki ilişkiyi kıyafet dikememektedir hâlâ… Zira “tozlu aşk romanı” olarak tanımlanan Hayal ve Istırap, Süha Rikkat ve türevlerinin yazdığı kulvarın koşucusu gibiyse de gerek içeriği gerekse sonuyla birbirinden hayli uzağa düşmektedir.
Şimdi şimdi fark ediyorum ki, Selim İleri, bayağılık edip, “Çirkin kadın yoktur, bakımsız kadın vardır.” demiyor hiç… Hazzın dünyayı yönetmesi gerektiğini de dikte etmiyor. İyi ki de etmiyor.
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.