MASUMİYET VE AŞK
-
MASUMİYET VE AŞK
MASUMİYET VE AŞK*
Makale Yazarı: Nilüfer Altunkaya
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Temmuz/Eylül 2017, 31.sayıda yayımlanmıştır.
Masumiyet Müzesi İstanbul’un sosyal yaşantısı, coğrafyası ve mekânlarını ayrıntılı olarak ele alması bakımından bir İstanbul romanı, güçlü tarihsel dokusuyla bir tarihi roman, eşyaya yüklediği cinsellik yoğunluklu anlam ve arzu nesnesini arayış açısından bir kara sevda romanı olarak değerlendirilebilir. Nişantaşılı burjuva gençlerinin çok renkli dünyası, birçok yönüyle #Yeşilçam hayatı, eşyaların insan yaşamdaki değeri, cinsellik, toplumsal ve siyasi yaşam, 80 darbesinin güncel yaşama yansıması, kültürel devrim olarak Batılılaşma ve Kemalist ideolojinin #sosyal alışkanlıkları biçimlendirişi gibi birçok alt tema oldukça titiz bir şekilde romanın dokusuna işlenerek kurguda çok katmanlılık sağlanmıştır.
Bilindiği gibi bir büyük proje olarak romanın müzeye evrilmesi gerçekle kurguyu objeler yoluyla iç içe yaşatan postmodern vurguyu kışkırtıcı bir şekilde güçlendirmiştir. #OrhanPamuk 7. baskıya yazdığı sonsözde Viktor Şlovski’den yaptığı alıntıyla bir dizi eşyadan roman yazma düşüncesini şöyle açıklar:
Rus formalist edebiyat kuramcısı Viktor Şklovski, olay örgüsü denen şeyin, bir romanda anlatmak, araştırmak istediğimiz noktalardan, temalardan geçen bir çizgi olduğunu söyler. Bir dizi eşyayı içgüdüyle seçtikten sonra önümüze koyup, onları bir hikâyeyle birleştirip, kahramanların hayatlarına nasıl katabileceğimizi düşlüyorsak, bir roman çatmaya başlamışız demektir.(1)
Olay örgüsünü kurmaya başlamanın ilk adımı olarak önce eşyanın seçilmesi, bu eşyaların bir duyguya yönelik olarak ruh kazanması sorunsalını doğurur. Bu da romanı #aşk romanı olarak kurgulamaya yöneltir Pamuk’u. Belki de böylece ilk kez “aşk”ı doyasıya irdeleyebileceği romanla ve müzeyle birlikte aşka yönelik bir düşünme biçimi olarak kurar Masumiyet Müzesi’ni.
Romandaki ilk hedefim müze değil, aşk dediğimiz karmaşık, #psikolojik, #kültürel, antropolojik şeyi soğukkanlılıkla anlatmaktı. Aşkı yüksek bir yere koyup, sevilen şarkılarda yapıldığı gibi , “Aman ne güzel bir duygu!” demek istemiyordum. Bu duyguyu –tıpkı bir trafik kazası gibi– hayatta başımıza gelen ve çoğu zaman bize istemediğimiz kadar acı veren bir şey olarak anlatmak istiyordum.(2)
Eşyalar aşk ekseninde bir araya gelirken bir yandan zaman ve mekân kazanmaya bir yandan sahiplerinin yaşamındaki yerlerini boşluğa bırakarak romandan taşıp müze için birikmeye başlar. Bu fikir yalnızca gerçekten ilginç ve oyuncu yazarın muzipliği değildir. Kenan, Füsun’a olan aşkını ölümsüzleştirmek amacını beslerken aşkla biriktirdiği eşyalardan müze yapma fikrinin #Batı hayranlığına tepkisellik de içerdiğini ifade eder: “Türk milleti kendi müzelerinde Batı resminin kötü taklitlerini değil, kendi hayatını seyretmeli. Bizim müzelerimiz zenginlerimizin kendilerini Batılı hissetme hayallerini değil, bizim hayatımızı göstermeli.”(3)
Olay örgüsünün 1975 ve 2004 yılları arası İstanbul’unda geçmekte olması da bu açıdan tesadüf değildir. Eşyalar Kemal’in Figen’le yaşadığı aşkın değişik evrelerine aittir. Romanın birinci tekil kişisi olan Kemal Basmacı, İstanbul’un zengin ailelerinden birinin küçük oğludur. Anlatının sonlarına doğru müze ve roman fikri birleşince yazar Orhan Pamuk (romanı yazacak en iyi kişi hiç kuşkusuz odur) ikinci anlatıcı olarak kurguya dâhil olur. Romanın başlarında otuz yaşlarında olan Kemal’in ölümü sonrasında da anlatı zamanı Orhan Pamuk’un bakış açısından ilerler. Okuru ve müze gezeri sık sık anlatıya katarak postmodern tonu güçlendirir yazar. Roman kahramanlarından bazıları ise bütün bunlara göre seçilmiş ve sadece Kemal’in bakış açısından aktarıldığı #için onun gözlemleriyle işlev kazanan kurgu unsurları gibidir.
Kemal’in bütün hayatını alt üst edecek olaylar uzak akrabaları olan, on sekiz yaşındaki Füsun Keskin’le tezgâhtarlık yaptığı mağazada karşılaşmasıyla başlar. Füsun öğretmen emeklisi bir babanın ve evlere terziliğe giden bir annenin tek çocuğudur. Kemal, uzak akrabası olmasına rağmen çocukluğundan beridir görmediği Füsun’u ilk gördüğü andan itibaren beğenir ve hemen her erkeği etkileyebilecek kadar ilgi çekici bir güzelliğe sahip olan Füsun’dan çok etkilenir.
Kendisiyle aynı sınıftan ve Avrupa’da okumuş olan nişanlısı Sibel’e çanta almak için gittiği Şanzelize Butik’te gördüğü bu uzak akraba kızına gittikçe daha büyük bir âşkla bağlanır. Füsunla -ona matematik dersi vermek üzereannesinin kullanmadığı eşyalarını yerleştirdiği Merhamet Apartmanı’ndaki dairede buluşmaya başlarlar. Kemal’in Sibel ile yapacağı nişan merasiminin yaklaşmasına rağmen aralarındaki cinsel çekim ve aşk bütün yasaklara meydan okurcasına bir süre daha devam eder.
Füsun ve Kemal her gün öğleden sonra gizli gizli buluşarak tutkuyla sevişirler. İki kadınla ilişkisini de aynı şekilde sürdürmek niyetinde olan Kemal, Füsun’un nişandan sonra ortadan kaybolmasıyla onsuz yaşayamaz hale gelir. İki kadın kahraman da erkeğin bakış açısıyla ve Kemal’in duygu durumuna sadık kalarak yer alır romanda. Füsun’un yoksul olması, Kemal ve Sibel’in aynı sınıfsal statüye sahip ailelerden gelmesi gibi etkenler Kemal’in Füsun’la yaşadığı aşkı, sosyal hayatın yasal sınırları dışında tutmasını ve burjuva aile hayatına kavuşmak için Sibel’le evlenmesini gerektirir. Kemal aslında iki kadının hayatında aynı anda var olması isteği içindedir. Yine de kafası karışmaya başlar: “Ona âşık olabilir miydim? Derin bir mutluluk hissediyor ve endişeleniyordum. Bu mutluluğu ciddiye almanın tehlikeleriyle hafife almanın bayağılığı arasında ruhumun sıkışabileceğini, kafamın karışıklığından çıkarıyordum.”(4)
Cinsel tabuların kolay kolay aşılamadığı o yıllarda #Avrupa özentisi bu burjuva gençler için bile bekâret kadının masumiyetinin, el değmemişliğinin simgesi olarak büyük öneme sahiptir. Kemal de Füsun’un ve Sibel’in bekâretini bozan erkek olarak haklı bir gurura #erkeksi bir kibre kapılır. Bu duygularını kadınlara karşı ‘vicdanlı ve duyarlı’ olduğu için zaman zaman itiraf da eder. Cinselliği evlenmeden önce ‘sonuna kadar’ yaşamak gibi bir cesareti bağışlamayan bu toplumun kadına yüklediği tek taraflı algı Kemal tarafından oldukça net kabul görür aslında. Toplumsal normların duvarlarına toslayarak sözde nesnellikle kanat çırpan Kemal’in tutkusunun baş edemeyeceği boyutlara gelişinde bile ataerkil yapının, sosyal ikiyüzlülüğün onaylandığını duyumsarız.
Sibel’in olağanüstü bir irade ve aşkla sürdürdüğü “beni iyileştirme” çabasının bir işe yaramadığını ya da daha kötüsü, “iyileşsem bile” gelecekte hem onu hem Füsun’u idare edeceğimi düşünmesiydi. Bu son ihtimale en kötü zamanlarımda ben de inanmak ister, bir gün Füsun’dan haber alacağımı, bir anda eski mutlu günlerimize dönüp gene her gün Merhamet Apartmanı’nda buluşacağımızı, aşk acımdan böylece kurtulduktan sonra da tabii ki Sibel’le de sevişebileceğimi ve onunla evlenip çocuklu, mutlu normal bir aile hayatı yaşayacağımızı #hayal ederdim.(5)
Zaten Füsun’un bu ataerkil algıya teslimiyetle direnişi arasındaki sınırı bulanıklaştıran ve nihayetinde toplumsal olanı benimsemesinde de aşkı biçimlendiren erkeğin algısıdır. Bu yazının sınırları içinde ataerkil normların Füsun’un kişiliği kadar davranışlarını da belirlediğini, erkek egemen mantığı cinsel hazları keşfederken aşmaya çalıştığını ama yaşadığı aşkı değerlendirirken toplumsal normların ağır bastığını vurgulamak yeterli olacaktır.
Postmodern tonlamalarındaki özgünlüğüyle dikkat çeken bu “proje roman” ne yazık ki birçok klişeyle kadını standartlaştırarak büyük bir kara sevda romanı olma iddiasını barındırır. Mesela Füsun’un ilk olarak belirtilmesi gereken özelliği oldukça dikkat çekici bir güzelliğinin olması ve ona yönelik bu erkek algının onun güzelliğiyle aynı bağlamda değerlendirilebileceğidir. Yoksul ve okumamış (burjuva yaşamına katılmak için gerekli kültürel eğitimi almamış) bir kızın zengin akrabasının sevgilisi olabilmesi için elinde kalacak tek kozu güzelliğidir ne de olsa. Füsun bu kadar güzel ve bakire olmasaydı Kemal’in ona âşık olabileceğini düşünemezdik bile.
Füsun, Kemal’le henüz karşılaşmamışken o dönem için yeni popülerlik kazanan güzellik yarışmasına katılır -elbette Kemal’in annesinin hafif bulduğu şeylerdir bunlar- kazanamayınca ve yaşadığı aşka rağmen Kemal ona sahip çıkmayınca bir senaristle evlenerek oyuncu olma hevesine kapılır.
Füsun’un zaman zaman gurura kapılarak Kemal’e yönelik tepkiselliği aşkından tamamen vazgeçişe dönüşmez hiçbir zaman. Suskun kalışının arkasında “kadınlık gururu” nun kırılmış olması, arzularına yenilerek yasal olmayan bir cinsel birleşmeyle kendini “lekelenmiş” hissetmesi gibi nedenler var gibidir. Füsun’un güzelliğini erotik bir güzellik olarak Kemal’in kayıp arzu nesnesine dönüşmeden önce de bir sınıf atlama aracı olarak kullanmak isteyişi annesi tarafından her orta sınıf ailede olabileceği gibi onaylanır. Daha sonra araya yıllar sürecek bir ayrılık girse de yoksul ve güzel kızın zengin erkeğin kollarında kavuşacağı hayat, kızın ailesi için beklentiye dönüşmeye devam eder. Erkeğin aşkı, kadının güzelliğiyle satın aldığı yeni bir #hayat demektir ne de olsa. Oyuncu olarak kavuşulacak zenginliğe evinin kadını olarak kavuşması elbette daha makuldür.
Peki, ama kadın da erkek de gerçekten önüne geçilmez bir tutkuyla âşıksa birbirlerine? Füsun, Kemal’e olan aşkını cesaretle ve “sonuna kadar” yaşadığı cinselliği ile kanıtlar aslında. Sonradan annesinin anlatımıyla da anlarız ki ayrılık yıllarında da oldukça zor günler geçirir ve namusunu korumak adına genç ve şişman #senarist Feridun’la zorunlu bir evlilik yapar. Yani bu aşk karşılıklı yoğun duygularla yaşanmıştır ama Kemal’in Sibel’le nişanlanması, Füsun’un bu durumu kabullenemeyişi ile ayrılık kaçınılmaz olmuştur. Füsun oldukça gururlu davranır ve iletişimi tamamen keser. Kendine yeni bir hayat kurmanın yollarını arar. Hayallerini süsleyen sinemaya sığınır.
Kemal de aslında hayatına devam etmek ister ama artık aşkı #karasevdaya dönüşmüştür. Saplantılı bir şekilde Füsun’u arar ona ulaşamadıkça tutkusu alevlenir. Sibel bir süre olgun bir kadın rolüne bürünür, ikinci kadının muhtemel mutluluklarını alt üst etmesine izin vermek istemez ve zengin nişanlısına yardımcı olmak için elinden gelen her şeyi yapar. İki kadını kıyaslamak gerekirse Füsun tutkuyu yani yüreği, Sibel mantığı yani aklı temsil ediyor gibidir.
Sonunda tutku kazanır, nişan bozulur ve böylece Kemal özgürlüğüne kavuşarak Füsun’a koşar. Ama bu sefer de onun evliliği acı bir gerçek olarak aralarında durmaktadır.
Kemal, Füsun’un yanında olabilmek adına Feridun’a çekmeyi hayal ettiği bir #sanat filmi için maddi yardımda bulunacağını vadeder. Filmde Füsun’un da rol alması düşüncesiyle haftada birkaç akşam Keskinler ailesine misafirliğe gitmeye başlar. Böylece Füsun da oyunculuk hayallerine kavuşacaktır. Kemal’in film bahanesiyle sırf Füsun’a yakın olabilmek için yıllarca Keskinlere gidip gelmesine ciddi manada ses çıkaran olmaz: “Duyduğum aşk ve oturduğumuz aile sofrası o kadar incelikle ve yasakla çevrilmişti ki, her şeyimden Füsun’a sırılsıklam âşık olduğum anlaşılsa bile, hepimiz böyle bir aşkın olamayacağını kesinlikle biliyormuş “gibi yapmak” la yükümlüydük.”(6)
Sekiz yıl boyunca okur bu ailenin yaşantısına tanık olurken Kemal’in parasıyla kurulan Limon Film Şirketi, film hazırlıkları ve çekimleri sayesinde İstanbul’un geçirdiği sosyal, kültürel, mimari değişimler ve Yeşilçam âlemi tasvir edilir. Eşyalar, Kemal’in Füsun’a olan tutkusunu pekiştirerek birikmeye devam eder: “Eşyaların gücü, içlerinde birikmiş hatıralar kadar, bizim hayal ve hatırlama gücümüzün cilvelerine da bağlıdır elbette.”(7)
Bu aile sofrasında Kemal’in yoğun bir duygusallıkla bakışlarını okumaya çalıştığı Füsun’un kocası sonunda çekmeye karar verdikleri filmin başrol oyuncusuyla aşk yaşamaya başlayınca Kemal’in yıllardır sabırla beklediği kavuşma için aralarında engel kalmaz. Bu süreçte Füsun “evlenmeden önce herhangi bir cinsel yakınlaşmayı hiç istemeyen ilkeli ve namuslu “bir kız gibi” davranır. Ona dokunmak ve onu öpmek istemesinden sonra kızmadığını anlaması Kemal’de şöyle bir sevince dönüşü: “Sevincimde, evlenmeyi düşündüğü genç kızın “ilkeli” olduğunu öğrenen taşralı damat adayının sevincinden bir şeyler de vardı sanırım.”(8)
Tuhaf bir şekilde vurgulanan bu ilkeli olma hali yine tutkuya yenilir. Ve Füsun’un ölümünden önceki gece âşıklar dokuz yıl sonra yeniden bu kez nişanlı çift olarak sevişirler. Füsun evli olduğu yıllar boyunca kocasıyla hiçbir cinsel yakınlık yaşamamıştır. Yani Kemal’e “ait bir kadın” olarak kalmıştır. Füsun’un bunları uzun uzun anlatışı sonrasında sıraladığı tamamen maddiyata dayalı istekleri toplumsal cinsiyet açısından can sıkıcı ayrıntılar barındırmaktadır.
Füsun bütün bunlara kavuştuktan sonra yine de mutsuzdur çünkü o oyuncu olmayı gerçekten istemektedir. Kemal ve Feridun’un buna izin vermediğini düşünür. Belki de Füsun’un ikilemlerini en iyi açığa çıkaran davranışı da budur. Hem yıllar sonra yaşadıkları yüzünden hıncını almak için bazı şartlarla da olsa Kemal’le nişanlanır hem de aslında oyuncu olmak istediği için mutsuz olduğunu ifade eder. Tıpkı hem “ilkeli ve namuslu bir kız gibi” kendisini sakınmak hem de tutkuyla sevişmek istemesi gibi. Ret edişle kabulleniş arasında gidip gelen bir kadındır o. Füsun’u roman boyunca bir erkeği kendisine uzun yıllar tutkuyla bağlamayı başaran güzel kadın olarak mı görmeliyiz yoksa bakire olmadığını kabulleneceği için evlenmeyi seçtiği silik bir erkeğin karısı olarak mı?
Nişanlı olduğunu bildiği halde zengin uzak akrabasına gerçekten bağlanır, romanın sonunda bu sevgiyi sözlere döktüğüne de tanık oluruz, ama ikinci #kadın olamayacak kadar gururludur.
Bu kadar yoğun tematik unsurun arasında en çok su yüzüne çıkan Kemal’in kayıp nesnesi olan Füsun’dur. Zaman zaman sadece güzelliğiyle, zaman zaman sessizliğiyle, zaman zaman yaptığı resimlerdeki kuşlar gibi özgür olmak istemesiyle, zaman zaman annesinin biricik kızı olmasıyla, zaman zaman da istediği mutlu hayata kavuşamayan hep ötelenen düşlerinden vazgeçişiyle vardır Füsun. Hepsi bir araya geldiğinde bile var olmayan bir kadındır aslında. En çok kendisi olduğu anlarda bile seyredilendir, bakan değil. Kalabalık yalnızlığının içinde kendisini fısıldamaya çalışır. Bazen güzelliğinin verdiği cesareti giyinse de kanatları çabuk kırılır. Kendi sesi yok gibidir. Roman boyunca bu kadar az konuşması da belki bu yüzdendir. Söylemek değil susmak ister gibidir.
Bir #roman kahramanı olarak değerlendirirsek Füsun, kendisine kalan boşluğa çizilmiş bir kahraman gibidir. Ana karakterin arzu nesnesi olarak biçimlenir ve erkeğin hâkimiyetine boyun eğer. İnatlaşırken bile boyun eğeceğinin sinyallerini veren, hayattan istediğinin ne olduğunu tam olarak bilemediği için kendisi de arayışa dönüşen bir kadın karakterdir.
Ondan geriye kalan eşyaları biriktirilmek erotik hazlar verir Kemal’e. Ama asıl mesele zamana meydan okurken (zaman kavramı oldukça sık vurgulanır roman boyunca) bu aşkın yaşanmışlığını ya da Füsun’un varlığını kanıtlamaktır sanki.
Arabayı kendisinin kullanması sıra dışıdır ama Yeşilçam filmlerindeki gibi güzel kadın hayatının baharında üstelik yıllar sonra sevdiği erkeğe yasal olarak kavuşmuşken feci bir trafik kazasında ölür. “Füsun denen harika şey” masumiyet ve aşkın birlikte var olamayacağını anlatmak için yazılmış bir kahramandır. Kurgudan çıkan ve hayata kavuşan eşyaların aksine o romanın sayfalarında eriyip kaybolur.
NOTLAR:
(1) Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, Yapı Kredi Yayınları, 7.baskı, Sonsöz, s. 558
(2) A.g.e. s. 558
(3) A.g.e.s.541-542
(4) A.g.e. s.54
(5) A.g.e. s. 204
(6) A.g.e. s. 323
(7) A.g.e. s.337
(8) A.g.e. s. 445
Sorry, there were no replies found.