Roman Kahramanları
Maria Puder’in Aynasında Hastalıklı Bir Ruh
-
Maria Puder’in Aynasında Hastalıklı Bir Ruh
Maria Puder’in Aynasında Hastalıklı Bir Ruh*
Makale Yazarı: İbrahim Dizman
*Bu makale Roman Kahramanları’nın 10.sayısında yayımlanmıştır (Nisan/Haziran 2012)
“Şu koskocaman dünyada benim kadar yapayalnız dolaşan bir insan daha var mı acaba?”
Raif Efendi, anılarının hemen başında böyle der. Onun yalnızlığını büyüten tutkunun marazi bir bağlılığa dönüşmesinin nedeni aşktır ama herkes tutkulu bir aşkı hastalıklı bir duyguya dönüştürmeyeceğine göre, bunun daha derinlerde bir nedeni olmalı. Salt kişisel özellikler mi? Sanmıyorum. #RaifEfendi kendinden söz ederken kişiliğinin bu olduğuna inanmış bir dille konuşuyor. Ama bunun toplumsal bir yansıması yok mudur? Dahası; Maria Puder’in Raif Efendi ile örtüşen yalnızlığında, kederinde bir benzerlik varsa; bu benzerliğin bir yüzü toplumsal değil midir?
1930’lardan söz ediyoruz. Almanya’nın “yıkıntı kadınları”ndan. (1) Maria Puder de bir anlamda “yıkıntı kadın”dır. Savaştan yenik ve ruhu zedelenmiş olarak çıkan bir toplumun bireyidir. Evet, #kadınduyarlığı ve bilinci ile varlığını güçlü hissettiren biridir ama bu onun yalnızlığına vuran ağır gölgeyi yok saymamıza neden olamaz. Eğlence dünyasının bir bireyidir; şarkıcıdır. Öte yandan ressamdır. Güçlü bir izlenim verir: “gözleri hâkim ve iradeli”dir. Kadın erkek ilişkileri üzerine sağlam bir mantık örgüsüne sahip düşünceleri vardır. Ancak o da “#Yalnız işte… #Kimsesiz… Ruhen yalnız…” (2) Acılar çeken bir toplumun bireyi! Üstelik, pek vurgu yapılmasa da Yahudi! Puder’in şu cümlesi, onun kişiliği ile etnik kaygılarını ele veriyor aslında: “Belki asırlarca evvel bu ağaçlarla, bu garip çiçeklerle aynı yerlerde yaşamış olan ecdadımı hatırlıyorum. Biz de bunlar gibi yerimizden sökülüp atılmış değil miyiz?” (3) Maria Puder’in erkeklere uzak duruşu, ona dokunan bir erkek eline karşı bir anda ürpermesi ve uzaklaşması ile onun kişiliğini ele veren bu cümle arasında bağ yok mudur? Onu Raif Efendi ile buluşturan da budur aslında.
Raif Efendi de çocukluğundan beri “hakikatten ziyade hayal dünyasında yaşayan sessiz bir çocuk”tur. Dahası, Almanya’ya gidiş nedenlerinden biri de bu niteliğidir: “Zaten muhitimden uzak duruşumun, vahşiliğimin bir sebebi de kitaplarda tanıştığım ve benimsediğim insanları muhitimde bulamayışım değil miydi?”(4) Bulamadığı için de hülyalara dalıp giden bir gençtir. Kanımca Raif Efendinin kişiliğini toplumsal bağlamda da düşünmek gerek. Onu tutkusunu marazi bir bağlılığa dönüştüren biraz da içinde yaşamış olduğu ortamdır. Birinci Dünya Savaşının bu coğrafyadaki yıkımı yaşanırken o 17-18 yaşındadır. Okulundan kopar ve soğur. “Havalide hüküm süren karmakarışık vaziyet” insanları derinden etkilemiştir: “#Mütarekedensonra bütün bağlar gevşemiş, ne doğru dürüst bir hükümet ne de muayyen bir fikir ve hedef kalmıştı.” (5) Onun kararsızlığına, geleceğe ilişkin ne yapabileceğini bilmezliğine bakarken, 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki ve özellikle Mütareke dönemindeki aydınları, gençleri de gözardı etmemek gerekir. Daha sonra, Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sında, Yakup Kadri’nin Yaban’ında karşımıza çıkacak olan roman kahramanlarının daha naif bir versiyonudur Raif Efendi. Toplumsal bağlamı biraz daha geride, tutulmuş, romantik bir “savrulmuş kuşak” temsilcisidir.
Almanya’da, geldiği coğrafyadan taşıdığı kişiliğiyle aynı #savruk, #yönsüz yaşamı sürer. Onu bu bağlamda anlayabileceğimiz iki temel veri var. Birincisi geliş amacından uzaklaşıp sabun üretimi işini öğrenmemesi; kendini buna zorunlu hissetmesi ama dayanılmaz bir “#Oblomovluk”la ipe un sermesi: “Almanya’ya niçin geldiğimi unutmuş gibiydim. #Sabunculuk meselesini babamdan mektup aldıkça hatırlıyor, henüz lisan öğrenmekle meşgul olduğumu, yakında bu neviden bir müesseseye müracaat edeceğimi yazarak hem onu hem kendimi avutuyordum.” (6) İkincisi ise “hülyalara dalıp giden genç” olma özelliğinin yalnızlığını her zamankinden çok duyumsadığı Almanya’da derinleşmiş olmasıdır. Bunda, o günlerde okuduğu Turgenyev’in KlaraMiliç’in payı yüksektir. Kendisi de itiraf ediyor zaten: “Bu kızı nedense kendime pek yakın bulmuştum. İçinden geçenleri söyleyememek, en kuvvetli, en derin, en güzel taraflarını müthiş bir kıskançlık ve itimatsızlıkla saklamak cihetinden onu kendime benzetiyordum.” (7)
Bu noktada; şunu sormakta yarar var. Raif Efendi gibi kadınlardan uzak duran, bir tablodaki kadına âşık olacak denli hülyalı bir genç, nasıl oldu da Maria Puder’in sevgilisi olabildi; ona bağlanabildi? Hem de yaşamını sarmalayan bir marazi tutkuyla… Buradaki düğüm kanımca, Puder’in Raif Efendiyi kendiliğinden anlayabilmesidir. Raif Efendi, kendini saklayan, kendini ele vermemek için resim yapmayan, eline kalem almayan biridir. Hiçbir kadına ruhunu açması beklenemez. Bir kadınla birlikte olmasının tek koşulu vardır: kadının onu kendiliğinden çözmesi ve anlaması. İşte MariaPuder bunu yapar. Raif Efendiyi anlar, onun ruhunun derinliklerine açılan gizli yolları bulur. Raif Efendi ruhuna giden yolu kendisini zorlamadan yürüyen, ona hem bir çocuk hem bir sevgili gibi davranarak bütün duygularını kuşatan bu kadına tutkuyla bağlanarak şimdiye değin esirgediği ama büyük gereksinmesi olduğu duyguları yaşamaya başlar. Eğer tersi olsaydı; bir erkek bakışıyla, ruhsal bir bağlanmanın yanında bedensel bir hazzın da peşinde koşması gerekseydi; eminim yeniden galeriye dönüp tablonun karşısında saatler geçirerek hülyalara dalardı. Olağanın tam tersi ama Raif Efendinin beklediği, onun tembel ve yönsüz dünyasına yakışan gerçekleşir; Puder zahmet vermeden, kolayca, yönlendirerek onu çözer ve kendine bağlar. Bu bir bakıma yine de galeride tablonun karşısına geçip resimdeki kadına âşık olmak gibidir. Çünkü Raif Efendi bu ilişkide edilgendir. Puder ne isterse, ne derse ona uyar. Maria Puder arkadaş olmalarını ister, peki der; onunla sadece yalnızlığını paylaşmayı önerir, peki der; nereye yürüyeceklerine, nerede eğleneceklerine, ne zaman görüşeceklerine bile o karar verir. Raif Efendi, çocukluğundan ve yaşadığı toplumsal ortamdan getirdiği kişiliğiyle tam aradığını bulmuştur. Bu nedenle tutkuyla bağlanır. Bu yüzden yaşamının sonraki dönemlerini de tıpkı tablo önünde gerçekliğin silindiği bir marazi tutkuyla yaşar. Başka türlü davranamazdı ki!
NOTLAR:
(1) Almanya’da, 1. Dünya Savaşının ardından yoksunluk ve açlık içindeki insanların savaşta yıkılan yapıların yıkıntıları içinde işe yarar bir şeyler araması ya da parçalanmış tuğlaları temizleyerek yeniden bina kurmaya çalışmaları sıkça rastlanan bir durumdu. En çok kadınlar bu yola başvuruyordu ve onlara “yıkıntı kadınları” deniyordu.
(2) Ali Sabahattin, Kürk Mantolu Madonna, Cem Yayınları, İstanbul, 1981,s. 96.
(3) Ali, agy, s.114.
(4) Ali, agy., s. 63.
(5) Ali, agy, s. 59.
(6) Ali, agy., s. 65.
(7) Ali, agy., s. 67.
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.