Roman Kahramanları
Manolis Aksiyotis: KANLI TOPRAKLAR’IN İZİNDE MÜBADELE EDEBİYATI
-
Manolis Aksiyotis: KANLI TOPRAKLAR’IN İZİNDE MÜBADELE EDEBİYATI
“KANLI TOPRAKLAR”IN İZİNDE MÜBADELE EDEBİYATI VE TARİHSEL ANALİZİ…*
Makale Yazarı: Gizem Kordatos Samira
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Ekim /Aralık 2014) 20. sayıda yayımlanmıştır.
“Şu yeryüzünde cennet diye bir şey varsa, bizim Kırkınca o cennetin bir parçası olsa gerekti… Ormanlarla kaplı, dağlık bir bölgede kuruluydu köy. Önümüzde denize kadar göz alabildiğine uzayan Efes Ovası… Baştan başa yemiş bahçeleriyle, incirliklerle, zeytinliklerle, tütün, pamuk, mısır ve susam tarlalarıyla dolu olan bu ova bizim köye aitti”…
1909’da Osmanlı İmparatorluğu’nun Ege’de yer alan cennet köşelerinden #Aydın’da, bir hamamda dünyaya gelen Anadolu göçmeni yazar Dido Sotiriou, roman kahramanı Manolis’in ağzından, bu yeryüzü cennetini yukarıdaki sözlerle anlatır. Kadim tarihi, cömert bahçe ve tarlalarıyla Kırkınca-Çirkince Şirince ve onun art alanı Aydın, İzmir üçgeninde çocukluk anılarıyla dolu bir hayata sahiptir #Sotiriou. #Göçmen bir ailenin kızı olarak çocukluğunun mekânlarını, ata diyarını terk etmek zorunda kalan yazar, zorlu gençlik yıllarının ardından, Alman işgali döneminde ülkesi için eğitim ve fikir mücadelesi vermiş, bu mücadeleden beslenmiştir.
#Sabuncu bir babanın kızı olarak, Osmanlının çok kültürlü ve çok sesli dünyasına gözlerini açan yazar, İmparatorluk rüyasının sona ermesi ve o çok sesli yaşamın hayalet şehirlere dönüşmesiyle, 1922’de Anadolu’dan göç ederek #Atina’ya yerleşti. Ailesinin karşı koymasına rağmen yükseköğrenimini tamamlayarak Fransız Enstitüsü’nde Fransız Edebiyatı okudu. Çeşitli sol gazete ve dergilerde muhabir ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı. 1937’de “Kadın” dergisinin Paris muhabirliğini sürdürürken aynı zamanda #Sorbonne’da eğitimini tamamladı ve Avrupa kadın hareketine katıldı. Alman işgal yıllarında ise Yunanistan’da direniş hareketine katıldı Özyaşamından esinlenerek Türk Yunan Savaşı ve onu izleyen #Mübadele’yi anlatan eseri Kanlı Topraklar (1962), ülkesinde ve çevrildiği dünya dillerinde büyük başarı kazandı. 1970’te Türkçeye “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adıyla çevrilen roman Türkiye’de satış rekorları kırdı. Sotiriou bu romanında, savaşan iki halkın çektiği çileleri tarafsız bir bakış açısıyla anlatarak Avrupalı büyük güçlerin sorumluluklarını sorgular. Romanın sağlam bir kurgusu ve yerine göre lirik, epik ya da trajik olabilen olgun bir anlatımı vardır.
Romanda, Manolis Aksiyotis adlı bir Anadolu Rum köylüsünün hikâyesi anlatılır. Hikâyenin ilk bölümü Kırkıca köyünde geçer. Manolis, 7 nüfuslu bir ailenin küçük ferdidir. Babaları tarımla uğraşır ve kuru üzüm, incir, tütün üretir. Ailenin her bir üyesi çalışır; fakir, klasik tarımcı, ataerkil bir ailedirler. Yaşadıkları köy, yani bugünün Şirince’si, 20. yüzyılın hemen başında Osmanlı İmparatorluğunun Doğu Akdeniz’deki en işlek limanlarından biri olan İzmir’e yakınlığı ve bu limana bağlantılı demiryolu ağı ile bu tarihlerde hızla zenginleşen köylüye ev sahipliği yapmaktadır. Tarımsal ürünler demiryolu aracılığı ile #İzmir (Smyrne) limanına aktarıldıktan sonra Avrupalı alıcıları ile buluşmaktadır. Romanın tarihsel kimliği işte tam da bu nokta üzerinde oturmakta. Payitahtın en büyük liman şehirlerinden birinde artarak devam eden ticari kazancın köylere yansıyan ekonomik parlaklığı ve varsıllık içerisinde büyüyen bireyler, sonrasında Cihan Harbi ve Anadolu Savaşı ile mübadeleye tabi tutulan hayatlar…
“Hiçbir bayram geçmezdi ki sonuna kadar tadını çıkarmayalım! #Noel, Yeni yıl, #Epiphania, #Paskalya… Yeni evliler, Büyük Perhiz’in ilk günü özel bir şenlikle kutlanırdı…” Bu satırlarda köydeki bayramların ne kadar özenli ve zengin ritüellerle gerçekleştirildiğini aktarmaktadır kahramanımız.
Yöredeki birçok kişi gibi alabildiğine çalışır ve gün geçtikçe zenginleşir. Manolis ise okumak ister, ilgisi bu yöndedir. Hatta ailenin en okur-yazarı olarak bazı dini günlerde Latince dua okuması beklenir; ancak babası onun okumasını değil de tüccar olmasını ve ürettikleri ürünleri büyük şehirlerde satmasını ister. Böylelikle Manolis, komşu köy olan #Güzelceköy’de bulur kendini. Burada Molla Efendi’nin çiftliğinde çalışmaya başlar; ancak bu çiftlikte #vekilharç olarak çalışan Anesti’nin çalışanlara zulmetmesi Manolis’i üzer ve bu işi bırakmasına neden olur.
Manolis, ilk kez Eylül 1910’da İzmir’e gelir. İzmir, onun köyünden oldukça farklı bir çehreye sahiptir. Farklı milletlerden insanlar, tüccarlar… Rumların baskın olduğu kocaman şehirde kiliseleri, körfezin tatlı maviliğini yararak ilerleyen #Hamidiye vapurlarını, cumbalı binaların rıhtım boyu birbiriyle yarışan ihtişamını görür. Bu binaların içerisinde nargile, esrar kokuları, mermer ve taş döşeli temiz caddeleri ve sokakları, tramvaylarıyla imparatorluğun gurur tablosuna şaşkınlıkla bakakalır. Ulusal sınırların bulunmadığı, farklı etnik ve din gruplarının büyük bir imparatorluk içerisinde bir arada yaşadıkları mahallelerini, sokaklarını, meydanlarını gözlemler. Gördüğü insanlar gibi Manolis’in de milli kimliği yoktur. Her şeyden önce onlar birer imparatorluk yurttaşıdırlar. Büyük dönüşümün tarihi olan 1912 Balkan Savaşına kadar da asla kendi milletleri peşinde koşmamışlardır O da büyük dini gruplar, tekkeler, kesişler, bu dinlere mahsus dilleri olan farklı insanlardan sadece biridir..
Ancak romanda dile getirildiği gibi, #1821 #Yunanİhtilali, Manolis ve köylüleri için derin yakınlık duydukları milli bir hadise idi. Papazlar “Zamanı geliyor” demekteydi, “Taş kesilen kral yeniden canlanacaktı” ve “Ovamızla” dağlarımızı Yunanistan’la birleşmiş görmek özlemi uyanırdı içimizde” diyen Manolis giderek artan batı enjektesi ulusallaşma sürecinin yansımasını aktarır.
Manolis İzmir’de Kir Mihaliki #Hacistavri’yi bulur ve yanında çalışmaya başlar. İzmir onun şehri idi, adeta âşık olmuştu. Gözlemleri, 1922 İzmir yangını ile sona eren çok kimlikli Smyrne’ye dair kıymeti paha biçilmez niteliktedir. Aydın içlerinden hasat zamanından sonra trenlere yüklenen incirler şehre getirildiğinde bayram havası yaşanmaktaydı. Ermeni, Rum, Levanten, Türk, Seferad ve her milletten tüccarın sakini olduğu bu şehirde yaşamak bir hayat demekti.
#KirMihaliki, köylülerin ürünlerini satmak üzere getirdikleri yerde tartının başında dururdu. Manoli burada da tüccarlığın kara yüzüyle karşılaşmış, patronunun tartı hilelerine katlanamamıştır. Sırasıyla incir ambarı, çörekçi, meyhane, fırıncı, nalbant dükkânı derken hiçbir yerde dikiş tutturamamış, kaçakçı #Luludiyas’ın yanında çalışmaya başlamıştır. Luludiyas hep fakirin arkasında olan, yardımsever biridir ama Hıristiyan olmayana karşı bir o kadar kötü ve zalimdir. Ona bu yüzden “zalim köpek” derler. Manolis’in babası “kaçakçılık ya da sahte yiğitlik öğrenesin diye göndermedim seni” diyerek onun yanından ayrılmasın sağlar.
Lulidiyas’ın yanında çalışırken, kahramanımız ilginç bir aşk hikâyesine tanık olur. Kabadayı Lulidiyas’ın hanında çalışırken buradaki şarkıcılar onu derinden etkilemiştir. Şarkıcılardan biri olan #Ogdondakis (#YannisDragatzis)’in başına kötü bir iş gelir. Kendisine yüz vermediği kadınlardan biri, Ogodondakis’i casus diye ihbar eder. Hapse atılan Ogdondakis, idam edilmeden önce kendisine ulaştırılan yemeği yer ve rakıyı içer. Efkârlanıp bir türkü söyler. Hapishanenin paşası Süleyman, türküyü duyup onu konağına getirir. Ogdondakis “#AmanMemo/ #ŞekerMemo” adlı türküsünü söyleyerek idamdan kurtulur. Yaver, kelepçelerini çözerek gitmesini söyler, o da Sisam yoluyla Yunanistan’a geçer. Türkü, İzmir’de meşhur olmuştur. İşte bu ünlü müziği, yine İzmirli şarkıcı Kosta Nouro 1928 yılında plağa okur. Sözleri Türkçe olan şarkı, içli ve gizli bir aşkı anlatmaktadır:
Ah! Aman aman, şekerim aman, cilvelim aman
Aman aman
Şu dereden boyun ermiş
Aman Memo, ufak Memo, şeker Memo,
Sevdalı Memo gel
Ah! Varın bakın neler olmuş
Aman aman
Aman, dertli Memo, yanık Memo gel
Aman aman
Alın gelin kırık kalbimi
Alın gelin kırık kalbimi
Aman Memo, kıymatlı Memo, sevdalı Memo gel
Ah güzel yüzün
Yarda bile yok Memo Memo
Aman aman kaymak Memo…
Memo Dertli Memo gel.Romandaki bir başka aşk hikâyesi Güzelceköy’de geçmektedir. Amelelerden güzel #Artemisa ile çiftliğin beyi Ali arasında geçen yasak aşk, Rumlarla Türklerin bir araya gelmemesi gerektiği konusundaki örtülü yasağı örneklemektedir. Yine de #AliBey, Artemisa’yı elde ediyor ama bu aşkın doğru olmadığını belirtmek için bir #İzmirtürküsü söylüyorlar. Türküde adı geçen Eli, kocasını bırakıp bir zaptiye subayı ile gittiği için kınanıyor. İnançlara göre iki tarafın birbirini keskin bir bıçakla öldürülmesi gerekiyormuş. Çünkü Tanrı’nın emri imiş bir Türkle evlenmemek ve bir Türkü sevmemek.
Manolis’in yeni patronu #TüccarŞeytanoğlu olur. Son derece zengin bu kişinin müşterileri de kendi gibi zengin, Doğunun bütün varsıllığını elinde tutan şahıslardır. Üstelik Şeytanoğlu, diğer tüccarlar gibi kötü adama benzememektedir.
Bir gece Manolis, Şeytanoğlu’nun verdiği bir ziyafette hizmetçilere yardım etsin diye eve getirilmiş burada Yakumi Amcasıyla karşılaşmıştır. Amcası ona gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatır. Tüm o zengin, ihtişamlı ziyafetlerin ardında bir el değişimlik kâğıtla #inciryüklü #vapurlar, #pamuk, #deri, #tütünbalyaları satılacağından, rezaletlerine göz yummaları için de memurlara rüşvet verdiklerinden söz eder. Ayrıca asıl düşmanlarının Türkler olmadığını, felaketin Türklerden değil Avrupa’dan geleceğini fark etmiş Manolis’i de uyarmıştır.
Ardından #BalkanHarbi çıkar, #JönTürkler halkı Yunanlılara karşı kışkırtır. Bu sıralar Manolis’in askerlikten kaçmak için Yunanistan’a giden ve orada Yunan ordusuna yazılan kardeşi köyünde örnek gösterilmektedir ve davranışı babası tarafından gururla karşılanmıştır. Bu durum gösteriyor ki Batının kutuplaşma tohumları tutmakta, ulusallaşma furyası Rum ve Türk tarafında hızla yayılmaktadır. Ortak yaşamın bir ütopya olmadığı Balkan Savaşlarının öncesindeki Osmanlı coğrafyasında, 1912 yılında patlak veren savaş, hasretle baktığımız toplumsal ortamı bitirmekle kalmamış, zengin, verimli vadi ve ovaları paylaşmış bu komşu halkların yarattığı kozmopolit dokuyu hayalet bir coğrafyaya çevirmiştir.
Bu savaş bölgeyi paylaşan insanların hayatlarında kesinlikle bir dönüm noktası olmuştur. Savaşın öncesinde ve sonrasındaki toplumsal analiz bir bıçak sırtı kadar keskin çizgilerle ayrılmaktadır. Savaş kozmopolit cenneti öldürüp sonrasında yerini milliyetçi hayaletlere bırakır. Değişim sadece insanların hayatlarında olmamıştır. Değişim dünya görüşlerinde ve toplumsal yaşayış modellerinde de olmuştur. Manolis de artık imparatorluk yurttaşı çizgisinden sıyrılmıştır ve “Büyük Yunanistan” ülküsünün peşinde yeni bir kimlik yaratma gayretindedir.
Romanda, Balkan Savaşlarından sonra meydana gelen büyük felaket (Cihan Harbi) ortamı İzmir merkezli olarak okuyucuya tahayyül ettirilmektedir. 1915’te, savaş sırasında bir Amele Taburu kurulur ve Manolis buraya alınır. Amele Taburu aslında savaş şartları kadar ağırdır. İngiltere, Fransa ve Rusya’ya savaş açan Avusturya ve Almanya; Osmanlı’yı da yanlarına almaya çalışmışlardır. Osmanlılar bu kışkırtmalar sonucu Amele Taburlarında Rumlara ve Ermenilere zalimce davranmışlardır.
Manolis burada #açlık ve sefaletle tanışır, kelebek kadar hızlı ölen onca asker arasında hayatta kalma savaşı verir. Aslında savaştıkları şey hastalıktır. Çıbanlı tifüs denilen hastalık, askerleri insanlık dışı durumlara düşürür. 3000 kişiden yalnızca 700 kişiyi hayatta bırakan bu hastalığın kökünü kurutan yine bir Türk başhekim olmuştur. Askerlere en iyi şekilde bakmış, onların hayır dualarını almış, savaşın vahşetini birlikte lanetlemişlerdir. Bu doktor, askerlere izin yazmış, Manolis’i de evine göndermiştir. Ancak Manolis iyileşir iyileşmez yeniden Amele Taburuna gönderilir. Burada ona şans güler ve Ali Dayı diye bir köylünün yanına yardımcı olarak verilir. Burada toprağı ekip biçmeye yardım eder. Ali Dayı onu evladı gibi sever. Ancak kızı ile Manolis arasında bir yakınlaşma olur. Bu yakınlaşmaya rağmen Manolis’in aklında İzmir’e, ailesinin yanına gitmek vardır. Günler boyu sürer Ankara-İzmir arası yolculuk… Nihayet eve gelir, ailesini görür. Erkek kardeşinin askere gitmemek için evde gizlendiğini öğrenince onu ele vermemek için “kaçak benim” der ve teslim olur. Buradan da kaçmaya çalışır ama başaramaz ve 6 ay hapse çarptırılır.
Eve döndükten sonra yeniden bir hayat kurmayı amaçlayan Manolis, #Katina adında bir kızla evlenmek ve yuva kurmak ister. Ancak tellalın anonsuyla kendini rıhtımda bulan Manolis, üzerindeki askeri üniformanın şevkiyle kendi de “Kızılelma’ya püskürtelim Türkleri” diye bağırır. O artık Anadolu savaşında “esaret altındaki soydaşlarını kurtarmak için gelen” Yunanlılar için savaşmaktadır. Yüzlerce yıllık yurttaş olan, aynı şehirleri sokakları, meyhaneleri paylaşan iki halk birilerinin karşılıklı kışkırtması ile önce küsmüş sonrasında da kozlarını paylaşmak için kollarını sıvamıştır. Her şey o kadar değişmiştir ki Balkan Savaşları ile başlayan bu sağduyudan yoksun süreci hem Mehmet hem Manolis yaşamaktadır.
Rıhtım tıklım tıklımdır, askerler gurur içinde ant içmektedir. Kimisi de askerlere çiçek atar. İzmir’i ele geçiren Yunanlılar bir gecede beş köyü yakmışlar, şimdi de İstanbul için savaşmaya gideceklerdir. Afyon hattına dek savaşta kendini çarpışır bulur Manoli. Savaşın en acımasız yönlerini görür, hastalık, açlık ve dost bildiklerini kaybetmenin tarifi imkânsız derin yaralarını.
Ancak sonunda savaşın kaderi değişir: #MustafaKemal komutasındaki Türk ordusunun taarruzu ile Manoli ve bağlı bulunduğu #Yunanordusu geri çekilmeye başlar. Nihayetinde bu çekilme, memleketi sayılan İzmir’e dek devam eder. Rıhtım Anadolu içlerinden kaçıp gelen askerler, köylüler ve #İzmirliRumlar ile dolup taşmaktadır. Nurettin Paşanın askerlerinin İzmir’i yaktıkları haberi; dört bir yana kaçışan, birbirlerinin üzerini ezip geçen insanların bağrışmalarına karışır. Önlerine çıkan bütün ev ve dükkânları ateşe verir, henüz ölmemiş askerlere işkence ederler, papazları kilisede çarmıha gererler, dayakla yarı ölü hale getirdikleri genç kız ve delikanlıların ırzına geçerler. Herkes kendini denize atmakta, deniz ise ölü yığınlarıyla dolup taşmaktadır.
Kitabın son bölümlerinde bahsedilen #İzmiryangını tekdüze bir İzmir’in ilk günleri idi aslında. Farklı kimliklerin şehir gibi yakılıp yok edildiği bir dönüm noktasıydı. Eskinin güzellemelerinden artık sadece sisli hatıralar kalmıştı. Manoli de bu kişisel hatıralarını yanına alarak bir balıkçı teknesine atlar ve can havliyle kendini Yunanistan’a atar. Çocukluğunun ezan ve çan sesleri altında oyunları, güneşin doğuşunu izledikleri narenciye bahçeleri, köyün yaşlılarından dinledikleri udun eşlinde danslarını, bereketli Anadolu topraklarının bağları, incirleri artık sadece hatıradır.
#Prosviges, yani mülteciydi onlar artık: “Şevket! Tanımadın mı yoksa beni? Ben, senin dostun… Ben, senin arkadaşın! Yıllarca birlikte gülüp beraber ağladık… Ne yapıyor Şevket? Ah Şevket… Şevket! Vahşi birer hayvan kesildik! Karşılıklı hançerlendik, paramparça ettik yüreğimizi! Durup dururken!” Bu sözlerle romanın sonunda bir vicdan muhasebesi gibidir.
Dido’nun #başyapıt niteliğindeki bu eseri, yakın tarihimizde izler bırakan Balkan Savaşları ve Anadolu Savaşının, başka bir deyişle, Rumlar açısından trajik bir veda ile son bulan tarihsel olaylar zincirinin edebi yansımasıdır. Tarih açısından farklı görüşlerin olduğu İzmir yangını gibi detayların aktarıldığı eser, dönemin sosyal tarihine dair kıymetli parçacıkları barındırır. Dün birlikte vücuda getirdikleri kadim şehirleri terk edenlerin kederle ve özlemle andıkları topraklardan af dilemek için yazılmış bir bağış metnidir aynı zamanda, bu roman. Kana bulanmış bu cömert toprakların birlikteliklere yeniden gebe kalması dileğiyle 2004 yılında hayata gözlerini yuman Dido’yu bu sonsuzluk abidesi eseri aracılığıyla da saygıyla anarız…
#Kırkıca #EfesOvası #Çirkince #Şirince #Avrupakadınhareketi #KanlıTopraklar #TürkYunanSavaşı
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.