Lisbeth: Etiğin Yenilgisi, Mülkiyetin Zaferi

  • Lisbeth: Etiğin Yenilgisi, Mülkiyetin Zaferi

    Tarafından gönderildi admin şu tarihte 15:34'de 11 Temmuz 2024

    Etiğin Yenilgisi, Mülkiyetin Zaferi*

    Makale Yazarı: Orçun Güzer

    *Bu Makale Roman Kahramanları (Ekim / Aralık 2014) 20. sayıda yayımlanmıştır.

    Herkes için geçerli midir bilmiyorum ama yıllar geçtikçe düzyazının olanaklarına ilgim artıyor. Bir kez şiir seven, her yaşta şiir okuyabilir; fakat iyi yazılmış bir nesri de şiir okurmuş gibi heyecanla okuyabilmek ya da başka bir deyişle, nesirden de benzer yoğunlukta bir tat alabilmek için, sanıyorum insanın ilk gençlik çağının biraz geride kalmış olması gerekiyor. Çünkü düzyazının gerektirdiği okuma sabrı ve bir metindeki işçiliğin değerini takdir edebilme sezgisi, yaşın ilerlemesiyle değil ama okuma deneyiminin artmasıyla orantılı gelişiyor. İşte Balzac’ın Kuzin Bette[1] romanı da böylesi bir okuma sabrı gerektiren metinlerden.

    Bu romanı zaafların, tutkuların ve yavaş yavaş alınan bir intikamın hikâyesi olarak görebiliriz; daha alt katmanda ise, sınıfsal ilişkiler, sosyal konumlardaki çalkantılar ve bir dönemin tüm toplumsal dinamikleri sergilenir. Son yapıtlarından biri olan bu romanında Balzac, kurduğu dilin, anlatımının en olgun örneklerini sergiler: Kültürel ayrıntılar özenle açıklanır; olayların geçtiği zamanın önemli olayları sıklıkla dile getirilir; sadece dile getirilmekle de kalmaz, bu olayların roman kahramanlarının yaşamlarına yansımasının altı çizilir. Her bir karakterin gücünün ve statüsünün tarihsel arka planını özetleyen Balzac, böylelikle, bireysel arzulara çağın dengelerinin nasıl etki ettiğini, yani kahramanlarının arzularında ve seçimlerinde işleyen sosyoekonomik dinamikleri ortaya koymuş olur. Diğer yandan; kahramanların romanda geçen kimi olaylar karşısındaki tepkilerini, kişisel tavırlarını kralların, komutanların, tarihsel önemi olan kişilerin tamamen farklı durumlardaki davranışlarına benzetmesi ise, hem bireyseli hem de tarihseli karikatürize ederek, anlatının ciddiyetine, deyim yerindeyse, bıyık altı bir gülüş ekler. Balzac’ın gerçekçiliği ile eleştirelliği birbirini besler ve birbirine paralel olarak yetkinleşir; uygarlığın fazlalık olarak, gereksizce, başıboş bir şekilde var olan her ayrıntısını, seçkinlerin budalaca her merakını, ihtiyaç duyulmadan, sadece sahip olmak için sahip olunan mülkiyeti, boğucu bir şekilde dile getirmeye dayalı bir üslup geliştirir. Öyle ki, bir süre sonra, okur için karakterler kadar evler ve eşyalar da roman kahramanı haline gelir. (Bu üslup, daha sonra, bir miras olarak #Flaubert‘e, ondan da #Zola‘ya devredilecektir.) Tamamen ciddiyetle anlatılan komik durumlarda hiçbir kahramanına acımaz, ama hiçbirini de diğerlerinden daha hain göstermeye uğraşmaz. Herkes bir şeylerin avı ve avcısıdır; roman boyunca kahramanlar arasında gerçekleşen tüm iletişim, sayfalarca diyalog, bir çıkarlar ağının örülmesinden başka bir işleve sahip değildir. Hemen hepsi aristokratlar ve burjuvalardan oluşan bu birbirinden canlı tiplemeleri yaratırken epey hoyrat davranır; okur, Balzac’ın bu tiplerin hiçbirine tam olarak sempati duymadığını çok geçmeden fark eder. Bu açıdan bakıldığında, Kuzin Bette’i sadece tutkuların peşinde savrulan insanların anlatıldığı bir entrika kurgusu olarak değil, Paris’te üst tabakadan insanların içine gömüldüğü batağın incelikli bir çözümlemesi olarak okuyabiliriz. Her şeyden önce, krallık yanlısı Balzac, Fransız Devriminden sonra yükselen burjuvaziye tüm nefretini kusar; bu nefretten, çöküşünde bile gösterişten vazgeçemeyen soylular sınıfı da payını alır. Masum olan yoktur; en masum görünen bile, yaptığı kötülükle olmasa da, sessiz kalarak onayladığı kötülükle okura sunulur; yani, kendi sınıfının suç ortağı olarak.

    Balzac’ın gözlem gücü, bu yapıtında inandırıcı, gerçekçi (ve belki bu yüzden unutulmaz) karakterlere ruh veriyor: Her şeyi hesap-kitap üstüne kurulu, yaşamı bir ticaret, ilişkileri, alışveriş olarak gören kaba burjuva Crevel; metresleri uğruna servet harcayan, iflasın eşiğine gelen, dolandırıcılık yapan ama bir yandan da iyi aile babası rolünden vazgeçmek istemeyen kart zampara Baron Hulot; aldatılmaktan ve servetinin erimesinden duyduğu üzüntüyü, kocasını kaybetmemek uğruna bastıran, yıllarca görmezden gelen Barones Adeline; görünüşte iyi aile kızı olan, ama aslında, akrabasının hayatı boyunca âşık olduğu tek adamı duraksamadan çalabilecek kadar bencil Hortense; iradesiz, tembel, üretmekten çok hayal kuran ve çene çalan sanatçı Wenceslas; aynı anda birçok erkeği idare eden kurnaz, açıkgöz ve paragöz Valerie…

    Tüm bu kalabalığın ortasında Kuzin Bette veya tam adıyla söyleyecek olursak, #Lisbeth‘in yeri nedir? Kurduğu tüm komplolara ve ortak olduğu kötülüğe rağmen, gündelik yaşam pratiğinde normalleşmiş kötülüklerle yaşamını sürdüren ve toplumsal statünün temsilcisi olan diğer kahramanların arasında Lisbeth’in farklı bir konumu var: Zengin akrabalarından hiç destek görmeyen, emeğiyle (subaylara üniforma süsü örerek) kıt kanaat geçinen, ne kadar çirkin olduğu yazar tarafından defalarca vurgulanan, yaşı geçkin bir kız, ailenin bir köşeye attığı ve ne kadar eskidiğini görmezden gelmeyi tercih ettiği evdeki eşyalardan biri gibi. Kendi durumunu şu sözlerle özetler:

    “Paris’te yapılan iyiliklerin yarısı bir takım çıkar hesaplarına bağlıdır, nankörlüklerin yarısı da öç almadan başka bir şey değildir! İnsanlar yoksul bir akrabaya bir parça domuz yağı verip yakaladıkları farelere davrandıkları gibi davranırlar.”[2]

    Romanın başlarında, Lisbeth’in evlenememiş olmasında, kuzininin bulduğu “hayırlı kısmetleri” tepmiş olmasının, yani bir başka deyişle, soylu sınıfından bir aileye mensup olmak peşinde olan adamlarla çıkar üstüne kurulu bir evlilik yapmayı reddetmesinin de rolü olduğunu öğreniyoruz. Soylu akrabalarının eline bakmamak için emeğiyle geçinen, herkesin kaba saba diye hor gördüğü, evde kalmışlıkla damgaladığı, ama aslında bağımsızca kendi ayaklarının üstünde durabilmiş bu güçlü kadın, çocukluğundan beri el üstünde tutulan güzel kuzinini kıskanmasına rağmen yıllar içinde bu duygularını dizginlemeyi öğrendikten sonra, bir gün kendinden çok daha küçük genç bir sanatçıya âşık olur. Onu öyle bir aşkla sever ki, bu aşkına karşılık bulamasa da erkeğini bir abla veya anne şefkatiyle sevmeye de hazırdır; yeter ki bu sevgi nesnesi elinden alınmasın. Ve kuzininin kızı, Bette Abla gibi evde kalmak telaşıyla ve biraz da Bette Ablanın nasıl olsa evlenemeyeceğine hükmetme cüretini gösterdiğinden, heykeltıraşı kendine âşık edip onunla evlenmekte bir mahsur görmez. Üstelik, bu konuda ailesi tarafından da açıkça yüreklendirilir. İşte o zaman, yıllardır içini kemiren kin ve öfkeyi bastırıp biriktirmekten bıkmış olan Bette, intikam almak için kuzininin kocası Baron Hulot’nun metresi Valerie ile işbirliğine girişir. Romanın çekirdeğini bu intikam hikâyesi oluşturuyor: Kuzin Bette, #Nietzsche‘nin hınç ahlâkı dediği savunma refleksiyle hayali düşmanlar yaratmak yerine, gerçek düşmanlarıyla doğrudan mücadeleye girişiyor. Ne var ki, bu mücadelenin bir sınıf mücadelesi değil, bir sınıf atlama mücadelesi olduğunu da gözden kaçırmamalıyız: Baronu iflas ettirmeye çalışırken, kendi toplumsal statüsünü yükseltmenin yollarını arar. Balzac’ın, anlatıcı olarak roman olaylarının arasında öne sürdüğü düşünceler, kadını algılayışının basmakalıp, önyargılı bakış açısından pek farklı olmadığının ipuçlarını veriyor. Yine de güzel Valerie ile çirkin Lisbeth arasındaki işbirliğini, erkeklerin egemen olduğu bir dünyada, iki kadının zekâ ile ayakta kalma mücadelesi olarak görmek de mümkün: Ezilen, bir gün ezilmekten bıkıp ezeni ezmeye, onu kendi hırsının taşkınında boğmaya karar verir; dışlanan, kılık değiştirerek içeri girer; bir asalak veya bir virüs gibi. Aileye sızan bu virüsün onu parçalaması çok zor değildir, çünkü zaten yıllardır ikiyüzlülükle üstü örtülen yalanlar onun temelini zayıflatmıştır. Kitabın sonlarına doğru, Valerie-Lisbeth işbirliğinin tam karşısına, Josepha-Adeline işbirliği yerleşir. Baron’un eski metresi Josepha, Adeline’in azizelere özgü bir fedakârlık ve boyun eğişle kendini kurban etmesinden öyle etkilenir ki, onca bozulmanın ortasında bir masumiyet abidesi olarak gördüğü bu kadına yardım etmeye karar verir. Böylece, kadın kahramanlar arasında ilginç bir simetri kurulmuş olur: Bir tarafta yeni/kötü metres ile ahlâkçı/bakire; diğer tarafta eski/nedamet getiren metres ile azize/eş. Kitabın sonlarına doğru Josepha’nın sosyetik yemekte konuklara hitaben yaptığı teatral konuşma, kadını metalaştıran erkek zihniyetine geç kalmış bir başkaldırı olarak da okunabilir. Baron Hulot gibi aşkına her şeyini kurban eden tutkulu bir hovardayı, saygınlığını yasal sahtekârlığa (yani yükselen kapitalizme hızlı adapte olmasına) dayandıran hesapçılara ahlâki açıdan üstün tutan Josepha, diğer erkek konuklara verir veriştirir: “Du Tillet’nin sol memesinin altında yürek yerine bir kasa, Leon de Lora’nın da aynı yerinde yürek yerine zekâsı bulunur; Bixiou ise kendisinden başka bir insanı sevecek olsa, bu haline kendisi gülerdi; Massol ise yürek yerine bir bakanlık koltuğuna sahiptir (…)”[3]

    Balzac’ın yozlaşmış ilişkileri ortaya koyarken aile kurumunu toptan reddettiğini söylemek abartılı olur; daha çok para üstüne kurulu bir yaşamın aile bağlarını nasıl parçaladığını gözler önüne serer. (Bu yüzdendir ki, Kuzin Bette ve Kuzin Pons romanlarını “Zayıf İlişkiler” başlığı altında toplamıştır.) Bir adım öteye gitmeye cesaret edersek, Kuzin Bette’in diğer her şeyle birlikte, mülkiyet üstüne bir anlatı olduğunu da söylememiz gerekir. Romandaki karakterlerin büyük bir çoğunluğunun davranışını sahip olma hırsı yönlendirir; bu, hem servete, hem sevgiliye, hem de toplumsal ilişkilere sahip/hâkim olma tutkusudur. Örneğin, Valerie ve Josepha, metreslik yaptığı erkeği kendine köle edip onun serveti aracılığıyla lüks hayata erişirken, bir bakıma, sevgilisini sahip olabileceği her tür mülkün kaynağı olarak görmektedir; Baron Hulot ve Crevel ise, metreslerine onca harcamayı yaparken, bunun bir alışveriş olduğunun bilincindedir; yani sahip olmak istedikleri kadın bedenini satın alınan bir meta olarak görmekte, daha doğrusu, libido nesnesini ticari metaya dönüştürmektedirler. Bu mülkiyet tutkusundan sanat eserleri de payını alır; tüm sanatsal yaratıcılık süs eşyası üretmek, zenginlerin evini süslemek hedefine yönelmiş gibidir; sanatçıların olanca çabası da, üst sınıftan insanlar arasında ismini duyurup bir piyasa yapabilmektir. Balzac, tüm bu süslemelerin, süs eşyası olarak tasarlanan (veya eninde sonunda süs eşyasına dönüşen) nesnelerin ayrıntılarını, zanaatkârların/sanatçıların piyasada nasıl değer kazandığını, modasının nasıl gelip geçtiğini anlatırken, aslında bir başka gerçeğe işaret etmektedir: İşte burjuva uygarlığı, böylesine gereksiz, işe yaramaz ayrıntıların bir toplamıdır; üst sınıftan insanların yaşamı da, evlerini tıka basa dolduran eşyalardaki abartılı süslemeler veya taktıkları gösterişli mücevherler kadar yapmacık, sahte ve yapaydır. Proudhon, 1840 tarihli “Mülkiyet Nedir?” adlı kitabında, insanlara mülkiyetin mutlaklığını düşündüren yanılsamayı şöyle betimler: “İnsanın benim diyebileceği her şey zihninde şahsıyla özdeşleşmiştir; onu kendi mülkü, malı, kendinden bir parça, vücudunun bir uzvu, ruhunun bir yetisi addetmiştir. Şeylerin zilyetliği, vücut ve ruhun nimetlerine sahip olmakla karıştırılmış ve mülkiyet hakkı, Destutt de Tracy’nin pek zarif söylediği yapıntının doğayı taklidi gibi yanlış bir benzetme üzerine bina edilmiştir.”[4]

    Monarşist Balzac, anarşist #Proudhon‘un Kuzin Bette’den altı yıl önce yayımlanmış bu makalesini okumuş mudur, okumuşsa da bir değer vermiş midir bilinmez; ancak Kuzin Bette’in kahramanlarının da roman boyunca Proudhon’un vurguladığı türden bir yanılsama içinde debelendikleri söylenebilir. Bu giderek çığırından çıkan sahip olma hırsının girdabında, sahici her şey yapıntı ile yer değiştirir; yapıntı, doğalmış gibi algılanır veya böyle bir oyun oynanır. Aslında herkes bir oyun oynandığının farkındaysa da, olup biten her şey oyun icabı değilmiş de doğal seyrindeymiş gibi davranılır; bu da oyunun bir parçasıdır. Toplumsal ilişkiler bir çıkar ağı şeklinde kurulunca, yalan ve yanıltmaca da iletişimin doğal bir öğesi haline gelir; toplumun temelini oluşturan çıkarlar ağı, yalan söyleme pratiğiyle beslenir ve gelişir. Romandaki olaylar çıkarlara paralel olarak dallanıp budaklanırken, metin de dallanıp budaklanır; alıntılar ve ağdalı benzetmeler çoğalır. Kanımca, bu yaklaşım planlıdır: Roman kahramanları veya romanın anlatıcısı tarafından edebiyata, tarihe, dine, mitolojiye yapılan göndermeler, kültürel sermayeyi ön plana çıkaran, kültürü de mülkünün bir parçası olarak gören kibirli belagatin dışavurumudur. Çoğu zaman insanlar değil, insanların kibri konuşur. Böylece, roman içinde, çıkarlar ağının simetriği sayılabilecek metinler arası bir ağ kurulur; benzetmeler, göndermeler, alıntılar çoğaldıkça, uygar insanın içine sıkıştığı yapıntıların ve örüntülerin sahteliğini sezdiren bir yapmacıklık hissi de çoğalır. (Tabii usta çevirmen #YaşarAvunç‘un yerli yerinde dipnotlarının önemini de burada vurgulamak gerekiyor; o dipnotlar olmasaydı bu romanı tam olarak kavramak mümkün olmazdı.)

    Mülkiyet, toplumsal ilişkilerin ve kişiler arası iletişimin temel belirleyicisi ise, özgür seçimden ne kadar bahsedilebilir? Gerçek bir etik tercihin, mümkün olduğunca toplumsal belirlenimden (sınıfsal yargılar, çıkar ilişkileri, geleneğin veya modernliğin baskısı vb.) bağımsız olması beklenir. Kuzin Bette’deki tüm roman kahramanları (hem “iyiler” hem de “kötüler”) hırsları tarafından yönlendirilir ve bu yüzden de toplumsal çıkar ağının dışına çıkamazlar. Balzac, romanın çarpıcı finalinde basitçe taraflardan birine zafer kazandırmak yerine, karmaşık bir sonucu tercih eder: Çıkarları açısından düşünüldüğünde, her iki taraf da hem kazanır hem kaybeder – roman dışındaki hayatta da sıkça karşılaşıldığı gibi. Çıkarları bir yana bırakırsak, tek yenilgiye uğrayanın etik olduğunu görürüz, çünkü tüm roman kahramanları hırslarını takip etmiş ve hırsları tarafından tüketilmiştir: Şehvet düşkünlüğü Baron Hulot’yu, intikam tutkusu Lisbeth’i, aile tutkusu (evet, bu da bir tutkudur) Adeline’i, sınıf atlama tutkusu Valerie’yi tüketir; en tutarlı karakter gibi görünen oğul Hulot bile, kötülükten yardım almaksızın iyiliğe zafer kazandıramaz; bu da, okuru yoğun bir etik belirsizlik içinde bırakır. Yararcı rota takip edildiğinde etik yön terk edilir; bu, azize sabrına sahip Adeline için de böyledir, çünkü onun iyiliğinin de bir hedefi, amacı, işlevi vardır: Kocasını evine döndürmek, ailesinin bütünlüğünü korumak. Gerçekten Josepha’nın (ve belki Balzac’ın da) düşündüğü gibi azizelik/ermişlik benzeri bir iyiliği olsaydı, iyiliğinin sonucunda bir şey elde etmeyi beklemez, deyim yerindeyse, iyiliğini kurban ederdi. Adeline’in asıl başarısızlığı amacına ulaşamamasında değil, ahlâki seçiminin özgür bir seçim olamayıp toplumsal işlevle yönlendirilmiş olmasındadır. Aynı şekilde, Lisbeth’in başarısızlığı da hedeflediği statüye sahip olamamasında değil, böyle bir statü hedeflemekle hak aramanın ötesine geçip, çıkar ağının içine girmiş olmasındadır; ayrıca, intikam hırsı toplumsal belirlenim tarafından körüklendiği için, etik bir seçim değil, toplumun içine işlemiş merhametsizliğin devam ettirilmesidir. İntikam alan, kendisine yapılmış bir kötülüğün acımasızlığına benzer kötülükle karşılık verdiğinde, aynı acımasızlığa ortak olmaktan kurtulamaz. Oysa bir başka güçlü kadın karaktere, Henry James’in 1874 tarihli Madam de Mauves[5] adlı kısa romanının kahramanına bakarsak, hem Adeline’in hem de Lisbeth’in karşıtı bir tavrı görürüz: Bayan Mauves, kendisini sürekli aldatan kocasını, kocasının umursamamasına ve hatta fırsat yaratmasına rağmen, aldatmayı reddeder ve kin döngüsünün dışına çıkar; yaptığı kötülüğün aynısıyla karşılık görmemenin (yani kurbanının kendisinden öç almamasının) yarattığı vicdani bunalım içinde kocası ondan af dilediğinde ise, affetmeyi reddeder. Her iki ret de, onu çıkarların rotasının dışına çıkarır ve etik yönde ilerlemesini sağlar. Etiğin ötesinde ise çıkara, yani mülkiyete ve dolayısıyla paraya hizmet eden düşünce ve davranış biçimleri yer alır; etiğin savunucusu nasıl ki etiği her şeyin üstünde tutuyorsa, paranın savunucusu Crevel de parayı her şeyin üstünde tutacaktır:

    “Yönetimin Kral Louis-Philippe’in elinde olduğunu sanıyorsanız, meleğim, yanılıyorsunuz. Ne var ki o bu konuda yanılmıyor. Hepimiz gibi o da biliyor ki Anayasa’nın üstünde o kutsal, saygın, sağlam, sevimli, zarif, güzel, soylu, genç, her şeye gücü yeter nesne, para vardır, beş frank değerinde olsa bile!”[6]

    Crevel’in parayı “her şeye gücü yeter nesne” olarak tanımlaması, bir yandan sermayenin bir put gibi #Tanrı‘nın tahtına oturduğunu, neredeyse teolojik bir boyut kazandığını ima eder; diğer yandan da, her tür iktidar ilişkisinin para ve mülkiyet ekseninde kurulmak zorunda olduğu, burjuva uygarlığında bu temele oturmayan hiçbir yönetim inşa edilemeyeceği gerçeğine işaret eder. Yöneticiler aslında servetin yöneticisidir ve servetin hizmetindedir; yönetilenler de aslında servete boyun eğer ve servetin çoğalması uğruna sömürülür. Ekonominin egemenliğindeki toplumda para akışı bir ekonomik ilişki olarak kalmaz ve baskın toplumsal ilişki halini alır; bu da, bireyleri alım gücü oranında doyumsuz birer mülkiyet toplayıcısı olmaya zorlar; yığılan mülkiyetin ardında insanlar görünmez olur; ve tabii, her tür etiğin temelini oluşturan, anlayışa dayalı insani iletişim de. ■

    ————-
    Kaynakça
    1) Honore de Balzac, Kuzin Bette, çev. Yaşar Avunç, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2013
    2) Honore de Balzac, a.g.y., s.119
    3) Honore de Balzac, a.g.y., s. 429
    4) Pierre-Joseph Proudhon, Mülkiyet Nedir?, çev. Devrim Çetinkasap, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 65
    5) Henry James, Madam de Mauves (“Kısa Romanlar, Uzun Öyküler” içinde, s. 1-104), çev. Ünal Aytür, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
    6) Honore de Balzac, a.g.y., s.326

     

    #Sayı20 #Wenceslas #crevel #balzac #OrçunGüzer #MülkiyetNedir #etik #mülkiyet
    #hınçahlakı #KuzinBette

    admin yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: admin
Etiğin Yenilgisi, Mülkiyetin Zaferi* Makale Yazar…
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi