Kris Kelvin’in Solaris’i: Maddeleşen Düşler veya Kâbuslar
-
Kris Kelvin’in Solaris’i: Maddeleşen Düşler veya Kâbuslar
Kris Kelvin’in Solaris’i: Maddeleşen Düşler veya Kâbuslar*
Makale Yazarı: İsmail Yiğit
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI Ocak/Mart 2021, 45. sayıda yayımlanmıştır.
Polonyalı yazar Stanislaw Lem’in 1961 yılında yayımlanan bilimkurgu romanı Solaris’in, derin felsefi içeriği, yüksek edebî kalitesi ve sinemanın tanrı yönetmenlerinden Andrey Tarkovski tarafından 1972’de uyarlanan filmiyle beraber düşünüldüğünde, kültür tarihinin zirve yapıtlarından biri olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Amerikalı bilimkurgu yazarı ve edebiyat eleştirmeni Theodore Sturgeon’ın (1918-1985), bilimkurguyu edebiyatın dışında sayarak dışlayan “koca burunlu” eleştirmenlere cevaben sarf ettiği ve “Sturgeon yasası” olarak mizahi biçimde tanımlanan “Bilimkurgunun %90’ı çöptür[1] ama (zaten) herşeyin %90’ı çöptür1 sözüne ek olarak, yine Sturgeon’un Strugatski Kardeşlerin Uzayda Piknik romanına dair 1976’da kaleme aldığı tanıtım yazısının başlığındaki önermesini hatırlayalım: “İyi bilimkurgu iyi edebiyattır.[2] İşte Solaris de şüphesiz bu geriye kalan yüzde on içindeki en iyiler arasında.
Solaris: Bilinç Sahibi Bir Gezegen
Peki Solaris’i “iyi bilimkurgu” ve dolayısıyla “iyi edebiyat” yapan unsurlar nelerdir? Bu soruya yanıt verebilmek için öncelikle romanın “konu tabakasını” biraz kazıyalım. Solaris, insanlığın uzay keşifleri esnasında karşılaştığı bir okyanus gezegene verdikleri isim. Bir çift yıldızın yörüngesinde salınan Solaris, barındırdığı sayısız muammayla bilim insanlarının yoğun ilgisini çeken hatta “Solaristik” adıyla ayrı bir bilim dalının kurulmasına sebep olmuş “acayip” bir gezegen. Acayipliği, üzerindeki canlı türlerinden ötürü değil çünkü “bilinebildiği kadarıyla” Solaris’te canlı yaşama rastlanmıyor. Bu noktada “bilinebildiği kadarıyla” ifadesi önemli çünkü roman da esasen insanın neleri bilip neleri bilemeyeceği ana sorunu üzerine kurulu. Kendi yörüngesini ayarlamasıyla, iklimini kontrol etmesiyle, üzerini kaplayan jelimsi yapının büründüğü ve -kimi zaman da taklit ettiği- dalgamsı yüzey şekilleriyle Solaris’in kendisi dev bir beyin gibi çalışmakta, ‚deta bilinç sahibi bir gezegen olduğu kanısına yol açmaktadır. (Dünya gezegeni için kullanılan “Gaia” kavramsallaştırmasını hatırlayalım.)
Fakat bu bilinç sahibi varlıkla insanlık nasıl iletişim kuracaktır? Soruyu biraz daha ilerletirsek insanın kendi zek‚sını kat be kat aşan bir varlıkla iletişim kurması mümkün müdür? [Yeri gelmişken daha önce bu sorunun benzerinin etrafında dolanmış belli başlı bilimkurgu filmlerine ve uyarlandıkları edebiyat eserlerine bir selam yollayalım: 2001: A Space Odyssey (1968), Contact (1997) ve Arrival (2016).] Solaris gezegeninin yörüngesindeki araştırma istasyonunda, işte bu büyük soruya yanıt vermek için yıllardır uğraşılmaktadır. İstasyondan son zamanlarda gelen raporlar, gezegende “garip bir şeylerin” yaşanmakta olduğu düşüncesini doğurmuştur. İşte romanın başkahramanı, doktorasını Solaris gezegeni üzerine yapmış bir psikolog olan Kris Kelvin de bu gariplikleri anlamak ve istasyonun çalışmalarına devam edip etmeyeceğine dair bir rapor hazırlamakla görevlendirilmiş bir bilim insanı olarak Solaris’e yollanır.
Kris Kelvin’in Simulakrayla İlk Karşılaşması
Kris Kelvin, istasyona vardığında orada üç kişiyi bulmayı beklemektedir: sibernetikçi Dr. Snow (orijinal ismi Snaut)[3], Dr. Sartorius ve Kelvin’in üniversiteden hocası olan Dr. Giberian. Fakat istasyona ulaştığında, onu hiç kimse karşılamaz. Kris istasyonda dolaşırken Dr. Snow onu ilk kez gördüğünde “hayalet görmüşçesine” çarpılır. (Bunun nedenini daha sonra anlarız.) İstasyonda neler döndüğünü çözmeye çalışan Kris, Giberian’ın intihar ederek öldüğünü öğrenir. Bütün ısrarlarına karşın Snow, Kris’e istasyonda neler olduğunu anlatmaktan çekinmekte, onların delirdiklerini düşünmemesi için her şeyi “kendi gözleriyle” görmesi gerektiğini, bunun için de sabretmesini salık vermektedir.
Kris’in istasyondaki ilk gecesinin sabahında, Solaris’in gizem perdelerinden biri aralanır -ya da başka bir yoruma göre belki bir perde daha çekilir-. Kris’in yıllar önce intihar ederek hayatına son veren eski eşi Rheya (orijinal ismi Harey) odada karşısında durmaktadır. Kris hayal mi görmektedir yoksa bu bir sanrı mıdır? Snow’un onu uyardığı şey aslında tam olarak da böyle bir şeydir, Solaris gezegeni bir şekilde istasyon sakinleri uykudayken onların bilinçaltlarının en derin köşelerini taramakta, oradan bulup çıkardığı en acı travmalarını, korkularını veya saklı arzularını maddeleştirerek bir replikasını inşa etmektedir. Solaris bunu yapmaya, Kris istasyona gelmeden önce, yüzeyinin yoğun X ışınlarıyla bombardıman edilmesi sonucu başlamıştır. Ne yapılırsa yapılsın kendisinden herhangi bir anlamlı yanıt alınamayan gezegeni bir tepki vermeye zorlamak için girişilen bu bombardımanın sonucunda, bizler gibi atom temelli değil kararsız nötrinolara dayanan, yaralandıklarında muazzam bir hızda iyileşen, öldürülmeleri imk‚nsız -çünkü hep geri gelmektedirler- “varlıklar” peyda olmuştur.
Bu varlıklara istasyondakiler “konuklar” adını takmıştır. Rheya da Kris Kelvin’in konuğudur. Yıllar önce onun intiharından kendisini sorumlu tuttuğu için Kris’in içinde bulunduğu suçluluk duygusunu Solaris keşfetmiş ve onun bir kopyasını -romanda “simulakra” ile ifade edilmektedir- Kris’e sunmuştur. Kris’in ölü eşinin görünümündeki ve sadece Kris’in gerçek eski eşine dair hafızasında bildiği kadarını hatırlayabilen bu simulakranın bir armağan mı yoksa bir lanet mi olduğu, Kris’in karşısına çıkan bu “ikinci fırsat”ı nasıl yorumlayacağına ve simulakraya nasıl davranacağına bağlıdır.
İnsan Olmak Ne Demektir?
Konukların varlığı, istasyondaki bilim insanları açısından ahlaki bir ikilem doğurmuştur. Düz ve basit anlamıyla bu “konuklar” şüphesiz ki insan değildirler, peki ama insan olmak ne demektir? Konuklar da tıpkı insan gibi hislere sahiptir, acı çekmekte, hatta Rheya’nın durumunda olduğu gibi başka bir insana ‚şık olabilmekte, kısacası kendi varlıklarını sorgulayan bilinçli bir aklı taşımaktadırlar.
Bu yönleriyle Lem’in Solaris romanındaki “konuk” adı verilen varlıklar, bilimkurguda sıklıkla işlenen başka bir temayı, androidlerin insan sayılıp sayılmayacağını, insanlar ve androidler arasındaki ontolojik farklar konusunu akla getirmektedir ki yine yeri gelmişken bu konudaki en önemli eserlerden olan, Philip K. Dick’in 1968’de yayımlanan Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? romanına ve Ridley Scott’ın bu romandan uyarlayarak yönettiği 1982 yapımı Blade Runner filmine bir selam yollayalım. Solaris romanındaki Dr. Snow karakterinin bir sibernetikçi olması bu anlamda belki de Lem’in bu soruna yaptığı bir göndermedir. Zaten Solaris istasyonunda da Kris’in anlayamadığı bir şekilde ve romanda da hiçbir açıklama sunulmadan, bütün robotların depoya kaldırılmış olduğunu öğreniriz. Bu noktada okurun aklına çeşitli spekülasyonların gelmesi meşrudur: Acaba istasyondakiler Solaris’in tıpkı insanlara yaptığı gibi robotların da “bilinçlerine” yapacağı bir psikolojik kazının sonuçlarından mı ürkmüştü?
Kris Kelvin’in Soğukkanlılığı
Her başarılı romanda olduğu gibi Solaris’te de ana karakterin nasıl biri olduğunu, karşılaştığı olaylara verdiği tepkilerden anlamaktayız. Romandaki başkarakter ve aynı zamanda anlatıcı olan Kris Kelvin, ölü eşinin replikası Rheya ile ilk kez karşılaştığında, gördüklerinin bir rüya olmadığını anlamasının ardından, doğal olarak ilk şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra, ondan kurtulmaya çalışmıştır. Fakat ondan kurtulurken başvurduğu yol, daha sonra Snow’un da kendisine ifade edeceği üzere son derece “soğukkanlı” bir seçenektir. Yine Snow’un Kris’e belirttiği üzere, Kris Rheya’yı ne boğmaya çalışmış ne yumruklamış ne de kafasını lavaboya çarpmıştır. Odayı altüst bile etmemiştir, hiçbir boğuşmanın izi yoktur. Kris, sakince Rheya’yı roket platformuna götürmüş, onunla geleceğini söyleyerek simulakrayı kandırmış ve rokete bindirip Solaris atmosferindeki bir yörüngeye yollamıştır. Tıpkı yıllar önce, gerçek Rheya’yı terk ederken yaptığı gibi, ondan sessizce uzaklaşmıştır. Fakat ertesi gece başka bir Rheya tekrar maddeleşerek belirmiştir.
Kris karakterinin bu temkinli soğukkanlılığını, Solaris’in kendisine yolladığı ilk konuğun ardından içine düştüğü gerçeklik sorgulamalarında da görürüz. Kris, etrafındaki bütün gerçekliğin, Solaris istasyonu dâhil olmak üzere bir “yanılsama” olup olmadığını anlamak için sakince matematiğin diline başvurur. Tipik bir bilim insanı kararlılığında, Solaris’in yörüngesine dair bir hesaplamayı önce bilgisayara yaptırır. Daha sonra kendisi oturup saatler boyunca aynı hesaplamayı yapar ve iki sonucu karşılaştırır. Ancak iki sonuç belli bir hassasiyet payında uyuştuğunda, gördüğü bütün gerçekliğin bir halüsinasyon olmadığından emin olur.
Kris Kelvin Karakteri Gerçekte Bir Simulakra Olabilir mi?
Peki, acaba Kris Kelvin’in kendisi, kendisinin gerçekliğinden emin midir? Romanda ilk kez Snow’un gündeme getirdiği üzere, istasyondakilerin de Solaris’in “ürettiği” simulakralardan olup olmadığının garantisi nedir? Aynı sorgulamayı Rheya da Kris’e karşı yapar. (Tıpkı Blade Runner filminde, bir kişinin insan mı android mi olduğunu gösteren Voight Kampff testini kendi üzerinde deneyip denemediğini başkarakter Rick Deckard’a soran android Rachael gibi) Zaten Snow karakterinin istasyonda Kris ile ilk karşılaştığındaki endişeyle karışık hayret ifadesi de, Kris’in de bir konuk olup olmadığından emin olamamasından ötürüdür.
Romanın bu noktada yoruma açık olduğu söylenebilir, sanki Lem de dikkatli okurlar için bu konuda bir ipucu kırıntısı bırakmış gibidir. Kris, öldüğü için cesedi soğuk hava deposuna kaldırılan Giberian’ı görmeye gittiğinde, onun sanki hâlen nefes alıp verdiğini görür ama bunun bir göz aldanması olduğunu düşünür, anlaşılmaz bir şekilde de bunun üzerinde daha sonra da durmaz. (Hatta Tarkovski’nin Solaris’inde de aynı sahnede Giberian’ın üzerine örtülen plastik örtü belli belirsiz inip kalkmaktadır ki bu durum bir çekim hatası olarak kaydedilmiştir[4] fakat romanda da bu sahne aynen bu hâliyle aktarılmaktadır.) Romanda, Giberian’ın “konuğu” olan devasa siyahi kadının Kris tarafından iki kez görülmesi de bu savı güçlendiren başka bir ipucudur çünkü Giberian ölmüşse Solaris’in onun için ürettiği bu simulakra nasıl hâlen hayatta kalabilmektedir? Simulakraların, bilinçaltlarından maddeleştikleri kişilere aşırı bağımlı olduğunu, onlardan bir an bile ayrılamadıklarını hatırlayalım. Kişi öldüğünde, tıpkı fişi çekilen bir ekrandaki görüntünün kaybolması gibi, bilinçaltıyla irtibatta olan simulakraların da ortadan kaybolması gerekmektedir.
Belki de Giberian, roman boyunca o soğuk hava deposunda “derin uyku” hâlinde ve istasyondaki karakterler de onun zihninden fışkıran simulakralar olabilir, buna Kris Kelvin karakteri de dâhil! Snow’un, Kris’e Giberian’ın başına gelenleri anlatırken ona verdiğini söylediği “skopalamin” kimyasalının anestezik özellikleri bu hipotezi destekler gibidir[5]. Ayrıca Kris, Snow’a Giberian’ın odasında başka bir ses duyup duymadıklarını ısrarla sorduğunda Snow “ayrıntılara batmanın âlemi yok” diyerek kaçamak şekilde yanıt vermektedir. Bir gece Giberian da Kris’i odasında ziyaret ederek onu Snow ve Sartorius’a karşı uyarmış, onun Giberian’ın simulakrası, dolayısıyla bir kukla olduğunu söyleyen Kris’e, “Peki ya sen kendinin bir kukla olup olmadığını nereden biliyorsun, belki de sen benim kuklamsın ama tüm kuklalar gibi sen de insan olduğunu sanıyorsun.” diyerek onu sarsmıştır. Bu gelen ziyaretçinin Kris’in bir rüyası değil, Giberian’ın simulakrası olduğunu uyarılarının haklılığından anlayabiliriz -yoksa Snow ve Sartorius’un neler tasarladığını nereden bilebilirdi? – ya da simulakrası yerine ölü olduğu düşünülen Giberian’ın kendisidir çünkü bir daha Kris’in karşısına çıkmamıştır.
Bu noktada, aşırı yorum yapmış olabileceğimiz ihtimalini de ıskalamadan, Kris Kelvin karakterinin Giberian’ın Solaris muammasını çözmesi için bilinçaltından bir kurtarıcı olarak çağırdığı ve Solaris’in maddeleştirdiği başka bir simulakra olabileceği ihtimalini not edelim. Eğer bu olasılık geçerliyse elbette Kris’in Solaris’e olan yolculuğunun nasıl gerçekleştiği, eğer Kris de bir simulakraysa Rheya’nın -ve Snow ile Sartorius’un konuklarının- ikinci dereceden birer simulakra oluşu gibi başka derin sorular gündeme gelmektedir. Belki de Snow haklı, ayrıntılara batmanın âlemi yok. Sadece şunu ifade edelim ki Solaris’te gördüğümüz karakterlerden hangisinin gerçek, hangisinin kopya olduğunun metin boyunca birkaç yerde sorgulanması belki de okur nezdinde gerilimi canlı tutmak adına Lem’in bilinçli bir tercihi. Kris’in, ilk Rheya’yı roketle yollayarak ondan kurtulmasının ardından vücudunda oluşan yaraların simulakralarda olduğu gibi hemen iyileşmemesi onun “gerçek insan” olduğuna dair bir karşı kanıt olarak öne sürülebilir. (Tabii eğer her şeye kadir özellikler gösteren Solaris, yaraları hemen iyileşmeyen bir simulakra inşa etmediyse.)
Kris Kelvin’in Manevi Dönüşümü
Simulakra veya “gerçek” insan, romanın sonundaki Kris Kelvin karakteri, başlangıçtaki Kris Kelvin değildir. Solaris’te yaşadıkları, Rheya ile -kopyası olduğunu bilmesine rağmen- yeniden bir araya gelmesi onu dönüştürmüştür. Geçmiş hayatındaki gerçek Rheya’nın onun yüzünden intihar etmesinin kefaretini kopya Rheya’ya bir insan gibi davranarak -ilkini saymazsak- ödemeye çalışmıştır, onu sevmiştir. Sartorius ve Snow’un, konukları insan dışı bir varlık gibi görmelerine karşılık, Kris konukları Solaris’in bir armağanı, geçmiş acılarla yüzleşme adına ikinci bir fırsat olarak görmüştür. Tabii ki bunda, Sartorius ve Snow’un konuklarının özelliklerinin, onları insan içine çıkarmaktan imtina edecekleri ölçüde olmasının da payı vardır. Onların konuklarının “kim” ya da “ne” olduklarına dair romandan net bir tarif edinmeyiz ancak tahmin yürüterek bilinçaltlarının kirli dehlizlerindeki cinsel fantezilerinin ya da insanların öğrenmesinden utandıkları korkularının maddeleşmiş hâlleri olduklarını tahmin edebiliriz. Kris bu bağlamda şanslıdır.
Solaris Bir Tanrı mı?
Başlangıçtaki Kris Kelvin, somut olarak ölçemediği şeyleri reddeden, daha katı bir bilim insanıyken; romanın sonundaki Kris Kelvin, Solaris’in hesaba kitaba gelmezliğini, insan bilincinin derinliklerinde saklı bilinmeyenler olabileceğini bizzat yaşamış ve bu anlamda manevi bir dönüşüm geçirmiştir. Solaris Kris’te, tarih boyunca rastlanmamış bir tanrı fikrini ilham etmiştir: yetkin olmayan bir tanrı. Kris’in önerdiği bu yetkin olmayan tanrı, Snow’un Kris’e hatırlattığı üzere başka tanrıları kıskanan, insandan mutlak itaat bekleyen Tevrat’ın Tanrı’sı veya aile kavgalarına tutuşan Yunan tanrıları gibi değildir. Kris’in sözleriyle:
Yetkin olmayışı, onu yaratan insanların açık sözlülüğünden gelen bir tanrıdan söz etmiyorum, yetkin olmayışı özsel bir niteliği olan bir Tanrıdan söz ediyorum: Her şeyi bilme yetisi ve erki sınırlı, yanılabilir, edimlerinin sonucunu önceden göremeyen, dehşet uyandıran şeyler yaratan bir tanrı… Hasta bir tanrı, tutkuları güçlerini aşan ve bunu da hemen sezemeyen bir tanrı. Saatleri yaratan ama saatlerin ölçtüğü zamanı yaratamayan bir tanrı.
Kris’in bu tarifi, Snow’a olduğu gibi akla “insanlığı” getirse de Kris buna da itiraz ediyor çünkü ona göre tek başına bir insan hiçtir, ancak diğer insanlarla beraber insan olabilir. Peki ya Solaris böyle bir tanrı olabilir mi? Kris’in akıl yürütmesine göre belki geçmişte bir yerde olmaya çalıştı ama başaramadı ya da olma yolunda evrimleşmesini hâlen sürdürmekte olan bir “çocuk tanrı”. İstasyon sakinleri ise bir süreliğine bu çocuk tanrının oyun oynadığı denekler olma şansına -veya bahtsızlığına- uğradılar, uğramaktalar.
İnsanlığın Uzay Serüveninin Geleceği
Lem’in Solaris romanı, 20. yüzyılda ilk kez Dünya’nın dışına, uzaya çıkan, binlerce yıldır gökyüzünde ışıldayan Ay’a ilk kez ayak basan, Güneş sistemindeki gezegenlere sondalar yollayarak onları incelemeye başlayan insanlığa bir uyarı metni olarak da okunabilir. Mars’ta koloni kurmanın yeniden ciddi olarak tartışıldığı bugünlerin geleceğinde, eğer uygarlık kendi kendini yok etmezse eninde sonunda uzaydaki diğer yerlere varacağız, belki tıpkı Solaris’te olduğu gibi yörüngelerinde araştırma istasyonları veya koşullar uygunsa yerleşkeler kuracağız. Peki, karşılaşacağımız şeylere hazır mıyız? Evrene insan merkezli bir mercekten bakmaya alışmışız, Snow’un Kris’e dediği gibi “Aslında Kosmos’u ele geçirmek değil istediğimiz, yalnızca Yer’in sınırlarını Kosmos’un sınırlarına dek genişletmek.” Uzayda aradığımız şey aslında kendi medeniyetimizin geçmiş veya gelecek hâlini göreceğimiz bir ayna. Rastlayacağımız akıllı bir uygarlık ya bizim geçmiş tarihimizin ya da geçmiş tarihimizi temel alan bir geleceğin projeksiyonu olmalı diye düşünüyoruz ama büyük ihtimal çok fena yanılıyoruz. Uzayın derinliklerinde pek‚l‚ tıpkı Solaris gibi iletişim kurması oldukça zor, hatta nasıl iletişim kurabileceğimizi bile bilemeyeceğimiz sayısız yapısal varlık barınıyor olabilir. Kaldı ki, henüz kendi kendimizle, bilinçaltımızla, kendimizin dışında birbirimizle ne derece iletişim kurabiliyoruz ki bizden çok farklı bir evrim hattı izlemiş, biyolojisi ve zihni bu farklı evrim hattında şekillenmiş bir uzaylı varlıkla iletişim kurabileceğimizden emin olabiliriz? İşte roman boyunca Kris Kelvin de hep bu temel sorularla boğuşuyor.
Anlatılan Senin Solaris’in…
Rheya, “kendi iradesiyle” Sartorius ve Snow’un icat ettiği, nötrino bozucu ışına maruz kalarak yok olmayı tercih ettiği hâlde, Kris Solaris’te kalmaya karar veriyordu. Rheya belki bir daha hiçbir zaman geri gelmeyecek ama Solaris’in Kris’in karşısına hangi “sürprizleri” çıkaracağını kim bilebilir? Kris, “amansız mucizeler çağının hâlâ geçmediğine” dair tazelenmiş bir inançla kendisini Solaris’in engin bağrına teslim etmişti. Kris’i “hangi başarıların, hangi gizli alayların, hatta daha hangi işkencelerin” beklediğini onunla birlikte okur da soruyor elbette. Bu sorunun yanıtı, hayatın kendisinde saklı. Çünkü herkes kendi Solaris’inde yaşıyor. Ya da -belki daha ürkütücü olsa da- Solaris’imizi biz hayal ediyoruz…
[1] http://www.sfcenter.ku.edu/Sturgeons-Law.htm
[2] http://blog.ithaki.com.tr/iyi-bilimkurgu-iyi-edebiyattir-theodore-sturgeon/https://sfebooks.wordpress.com/2015/03/02/theodore-sturgeon-about-arkady-and-boris-strugatsky/
[3] Lem’in Lehçe yazdığı orijinal romandaki bazı karakterler, dünya çapındaki İngilizce çevirilerde fonetiği benzer başka isimlerle kullanılmıştır. Romanın Türkçe çevirileri de İngilizce çeviriyi esas aldıkları için, bu hâlleriyle kullanılmaktadır.
Sorry, there were no replies found.