Roman Kahramanları
Karılar Koğuşu’nun Murat’ı “Burası amansız bir yer beyim!..
-
Karılar Koğuşu’nun Murat’ı “Burası amansız bir yer beyim!..
Karılar Koğuşu’nun Murat’ı “Burası amansız bir yer beyim!..”*
Makale Yazarı: Ali Gül
*Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI dergisinin Temmuz/Eylül 2013 tarihli 15. sayısında yayımlanmıştır.
Yıl 1943, yer Malatya Cezaevi… 2. Dünya Savaşı yılları; tüm dünyada savaşın, cinayetin, açlığın, ölümün ve toplu bir deliliğin egemen olduğu yıllar. Donanma Davası olarak da bilinen o meşhur tevkifattan sonra yargılanmış olan ve “İstanbullu” olarak da bilinen Murat, cezaevinin tek siyasi mahkûmu olarak 15 yıllık cezasının 5. yılındadır. Daha 30’lu yaşlarında olan Murat, cezaevindeki kalabalığın içinde günlerini başkalarıyla paylaşmakla beraber esasında yapayalnızdır. İşte Karılar Koğuşu da insana bir yandan Anadolu’nun kendine has hâllerini anlatırken öte yandan Murat’ın bu yalnızlığına odaklanır. Romandan önce Kemal Tahir’in kısacık da olsa bir özgeçmişini okuyanlar, Murat’ın kim olduğunu hemen anlar. Murat, Kemal Tahir’in ta kendisidir.
“1943 senesinde siyasi mahkûm olmak, akıl almaz muhataralarla dolu pek komik bir iştir.” diyor İstanbullu Murat. Murat’ın söyledikleri, yapıp ettikleri ise bize hangi senede olursa olsun mahkûm olmanın nasıl bir felaket olduğunu anlatıyor. Murat, tavana yakın küçük bir penceresi olan tek kişilik odasında duvardaki bir resimle dertleşir zaman zaman. Dertleştiği kişi bir başka “hükümet düşmanı” Nazım Hikmet’tir. Diğer duvardaysa “İmaj” dergisinden kesilmiş süvari bir genç kızın fotoğrafı vardır. Murat’ın ne kadar hayali, umudu, direnci varsa sanki bu genç kızda cisimleşmiş gibidir. Dünya ne kadar uzağında, ama dünya ne kadar yanı başındadır Murat’ın. İçerde her şey anlamını değiştirmiştir, tehlikelidir bazen güzellikler bile. Gariban bir mahpushane ehlinin Murat’a dediği gibi: “Burası amansız bir yer beyim!..”
Dünya kocaman bir savaştadır dışarıda. Hitler’in tankları bir örümcek ağı gibi sarmışken tüm Avrupa’yı, Ruslar geriletmeye başlamıştır bu savaş makinesini kendi tankıyla, topuyla, insanıyla. Bu büyük savaş tüm dünyayı, dünyanın tüm yoksullarını biraz daha yoksullaştırırken içerde kendi savaşını vermektedir insanlar. İçerdekilerin büyük çoğunluğu dışarıdaki savaşı “Alaman”ın kazanacağına inanmakta, ama dışardaki savaştan ziyade kendi yoksulluklarıyla boğuşmaktadır. 1943 yılı içerde olmanın da dışarda olmanın da sıkıntılı olduğu bir zamandır. Murat da içerinin durumuna ayrı, dışarının durumuna ayrı dertlenerek, okuyarak, yazarak, düşünerek tüketmektedir mahpusluğunu.
İnsan hangi şartlar altında olursa olsun dünyanın mütemadiyen kötülükle dönen, çirkinliğe tamamen teslim olmuş bir yer olmadığını bilir; bunu ispat eden deliller 1943 yılında, Malatya Cezaevinde bile bulunur. Başta Murat’ın tek kişilik bir odada kaldığını söylemiştik, ama eksik oldu. Murat’ın bir koğuş arkadaşı vardır: “Mahpus.” Hapishanedeki kediye en uygun isim “Mahpus” olur diye düşünmüş olmalı ona bu ismi koyan asıl mahpus. Kedi deyip geçmemek lazım, karakterli hayvandır kedi, özgür hayvandır. Köpek sadık, kedi nankördür denir; ama insanlara “köpek” denerek hakaret edilir de kimseye “kedi” diye hakaret edilmez. Köpek, kendisine barınak ve yiyecek veren sahibine “köpekçe” bir sadakatle bağlıdır, kediyse sahibi kendisine ne kadar iyi bakarsa baksın tırmalayıverir tepesinin tası attı mı. Kediye nankör sıfatının layık görülmesi bundandır ve aslında bu, kediye haksızlıktır. Çünkü kedi nankör değil, özgürdür. Nasıl ki insanın özgürlük düşkününe denmeyen bırakılmazsa, hayvanın özgürüne de işte böylece nankör denir. Neyse ne, kedi gibi özgür bir hayvanın adının “Mahpus” olması anlamlıdır.
Bir küçük daha vardır Murat’a arkadaşlık eden: Aduş. Bir mahalle kavgasında komşunun karısının kaba etini ısırıp ölümüne sebebiyet vermekten iki yıla mahkûm olan ve tek kelime Türkçe bilmeyen anası Fatı’yla beraber mahpusluk etmektedir Aduş. İçeride “Türkçeyi ve çiftetelli oynamayı pek çabuk öğrendi” bu küçük Kürt kızı. Aduş’un dışarda hamallık yapan babası ve üç kardeşi vardır. 4 yaşındayken anasının mahpusluğuna ortak olan Aduş’un durumu kardeşlerinden çok daha iyidir. Dedik ya, hayatın zor olduğu zamanlardır, içerde de dışarda da… Aduş sık sık Murat’ı ziyaret eder, ondan öğrendiği kibar sözcüklerle hâl hatır sorar, Murat’a arkadaşlık eder, sonra da Murat’ın kendisi için ayırdığı çay şekerlerini alıp anasının yanına döner. Mahpustaki insana 4 yaşındaki, cin gibi bir çocuğun arkadaşlığı öyle böyle bir nimet değildir hiç şüphesiz.
Donanma davasından içerde 5. yılını geçiren Murat için bir yandan içini burkan, diğer taraftan hülyalara dalmasını sağlayan bir diğer güzellik de Nebahat’tir. Ah Nebahat… Daha gencecik, 18’inde Nebahat. Murat’ın ahbabı da olan başgardiyan Mahmut’un üç kızından en büyüğüdür Nebahat. Babasına bir vesileyle her gelişinde Murat’ı da gören genç kız, belki de sever uzaktan uzağa bu garip adamı. Nebahat, Murat’a kazak olsun diye yün getirir, bir parçacık umut götürmeye çalışır dışarı çıkarken. Murat içinse Nebahat’e geleceğe dair bir umut vermek alçakçadır, haksızlıktır, yazıktır. Genç kızı görmek, belki içten içe Nebahat’le bir gelecek hayali kurmak Murat’a da iyi gelir ama o kadardır işte, fazlası olmaz, olamaz. Bir gün Nebahat açıkça sorar Murat’a “Bana söyleyeceğin bir şey var mı?” diye. Murat, genç kızın kalbini kırmamaya çalışarak bu işin olmazlığını anlatmaya çalışır; kalbi kırılır yine de genç kızın.
Nebahat, Aduş ve Mahpus hayatın güzellikleridir Murat için. Dikkati çeken odur ki bu üçü de hapishaneye mahkûmiyet bağıyla bağlı değildir, mahpus değildir hiçbiri. Mahpus olanda ne kadar güzellik kalır ki? Ama işte insan güzellikle yaşar, insanın kendisine her şartta, her mekânda yaşam sevinci olarak güzellikler bulması gerekir. Güzellik umuttur ve “bir umuttur yaşatan insanı” nihayetinde.
İstanbullu Murat içerde müdürden gardiyanlara, jandarma erlerinden mahkûmlara kadar herkesin bazı yazı işlerini de üstlenmiştir. Yalnız hayırlı işler için istida yazmayı kabul eder ama. Yeni evli erin izin dilekçesini, hasta gardiyanın hastaneye sevk talep yazısını, hapishanenin yeme içme işleriyle ilgili yazılarını, diğer mahpusların temyiz istidalarını hep Murat yazar. Hapishane müdürü Mehmet Bey “mahalle imamı olacak adamken” en çetrefilli işlerden birine düşüp Malatya cezaevine müdür olmuştur. Dini bütün, işine, hükümete ve devlete sıkı sıkıya bağlı, telaşlı bir adamdır Mehmet Bey. Murat’a karşı son derece saygılıdır ve ona biraz mesafeli olmakla beraber arkadaş gibi davranır. Cezaevinin bazı resmî yazı işlerini de Murat halleder. Bu yardım karşılığında Murat’ın tek çıkarı müdür odasındaki yazı makinesini kullanmaktır. Mesai bittikten sonra Murat, müdür odasındaki yazı masasına geçip kendi yazılarına gömülür, mektuplarını daktiloya çeker. Cezaevinin diğer görevlileri de İstanbullu’ya karşı saygıda kusur etmez. Kimi “beyim”, kimi “Murat Bey” diye hitap eder bu okumuş yazmış siyasi mahkûma.
Hapishanede “erkekler koğuşu”yla “karılar koğuşu”nu ayıran bir duvar ve bu duvarın avluyla kesiştiği yerde kalın parmaklıklı bir pencere vardır. Erkekler koğuşunda ne kadar hayat, ne kadar dünya, ne kadar hikâye varsa bir o kadarı da karılar koğuşunda vardır. İşte az önce bahsi geçen pencere sayesinde Murat’ın Malatya Cezaevinde şahit olduğu, dinlediği insanlık hâlleri iki katına çıkar.
Erkekler koğuşunda Hacı Abdullah, Nazmi Bey ve birkaç mahkûm daha Murat’a arkadaşlık eder. Kimi cinayetten, kimi hırsızlıktan, kimiyse Milli Şef’e hakaretten yatmakta olan bu adamların hikâyeleri Malatya’nın, Adıyaman’ın, daha doğrusu tüm Anadolu’nun hikâyesidir. Karılar koğuşunun istidaları da Murat’ın eline bakar, kimin ne sıkıntısı olsa Murat’tan yardım ister. Buna karşılık kadınlar da İstanbullu’nun çamaşırını, ütüsünü, yırtığını, söküğünü hiç yüksünmeden hallederler. Fuhuştan yatan Nafia, kaynanasına sopayla vurup öldüren Sıdıka, Aduş’un anası Fatı, İsmet Paşa’ya hakaretten içeri düşen Hubuş Bacı… Hepsinin dilekçesini Murat yazar, hepsi akıl danışmaya Murat’ı bulur. Karılar koğuşunda bir de Hanım vardır. Komşusunun 17 yaşındaki körpe oğlu Ali’yle bir olup kocasını zehirlemiştir Hanım. Suçu en baştan Ali üstlense, yaşından dolayı hapis cezasıyla yırtacakken Hanım karakolda, savcılıkta “ben yaptım” diye ifade verince idama mahkûm olur, Ali de onunla beraber mahpusa… Murat, Hanım için Ankara’daki bir avukat arkadaşına mektup yazıp davayı temyize taşır taşımasına da… Neyse…
Sonradan karılar koğuşuna yeni bir mahkûm gelir: “Malatya genel birleşme evi”nin en meşhur sermayesi Tözey Hanım. Bir şoföre hakaret ettiği gerekçesiyle 40 gün ceza alan Tözey’in gelişi hapishanenin havasını bir nebze de olsa değiştirir. Murat, yeni gelen bu kadının hikâyesini öğrenirken gencecik bir kızın hangi olaylar neticesinde böyle namlı bir fahişeye dönüştüğünü, hem de bu işte kızcağızın zerrece kabahati olmadığını görür. Tözey’le kısa sürede bir ahbaplık oluşur aralarında. Tözey bildiğinden şaşmayan, inatçı, dediğim dedik; ama bir o kadar da dürüst, açık sözlü ve çocuk ruhlu bir kadındır. Kısa sürede Murat’a abayı yakan Tözey, çeşitli hareketleri ve kendince jestleriyle onu bir yandan zor durumda bırakırken diğer taraftan da erkeklik gururunu okşar. Murat, Tözey’in bu hevesini ciddiye alamayacağını bilecek kadar olgundur. Zaten Tözey 40 gün içinde çekip gidecektir bu delikten.
Ayşe Ana, yüzünün sağ tarafını son derece biçimsiz bir şekle sokan Halep çıbanıyla, evde kendisini dövüp parasını alan oğlundan kaçmak için sürekli hapishanede kalmasıyla ve bitmez tükenmez şikâyet edilme, ceza alma, işten atılma korkusuyla karılar koğuşunun gardiyanından ziyade bir mahkûmu gibidir. Çarşıya çıkarken, “dışarıda biraz gezsin fukara” diyerek yanına Aduş’u da alan bu yaşlı kadıncağız hem geçim kapısı hem de sığınağı olan hapishanede can verince onun yerine kendisine hiç benzemeyen kızı Şefika istihdam edilir. Yaşlı bir kocası ve 6 çocuğu olan, kendisi 35 olduğunu iddia etmekle beraber 40’lı yaşlarını süren bu kadın cezaevine geldikten sonra gardiyanlardan müdüre ve mahkûmlara kadar herkese olmadık terbiyesizlikler yapar. En sonunda kocasını ve çocuklarını bırakarak hapishanenin dini bütün gardiyanlarından Derviş’le kaçıverir. Bir müddet sonra Malatya’ya geri dönerlerse de rezillikleri akıl alacak gibi değildir.
Hapishane hayatı bu minvalde devam edip giderken bir gün, Hanım’ın cezasının infazını emreden bir yazı ulaşır müdüre. Nefsine yenik düşüp komşunun oğluyla beraber kocasını zehirleyen bu kadının boynuna ilmeğin geçirilmesine ilişkin karar meclisçe onaylanmış ve gereğinin yapılması ilgili makamlara tebliğ edilmiştir. Hanım suçsuz mudur? Tabii ki değil, bir insanı zehirleyerek öldüren biri nasıl suçsuz olabilir ki? Ama Murat’ın isyan ettiği şey, topyekün bir milleti sömürüp açlığa ve ölüme mahkûm eden bir avuç insan rahat ve korunaklı hayatlarını sürdürürken zavallı, cahil bir kadının acımasızca öldürülecek olmasıdır, hem de “Türk milleti adına” ve devlet eliyle. Müdür, Murat’ın isyanını haklı görmekle beraber yalnızca görevini yaptığını söyleyerek sorumluluğunu en azından kendi vicdanında yok eder. Evet, müdür görevini yapacaktır. Zaten herkes görevini yapmış ve yapacaktır: polisler, savcılık, mahkeme heyeti, hâkim, cezaevi müdürü, infaz savcısı ve en sonunda da çingene… Bir kadın gece yarısından sonra idam edilecek ve herkes görevini yapmış olmanın huzuruyla evine dönecektir. Nihayetinde herkes dendiği gibi görevini yapar -çingene hariç- ve Hanım Kuzu gece yarısından sonra ipe çekilerek idam edilir, öylece her şeyin çok adil olduğu 1943 yılında adalet bir kez daha yerini bulmuş olur. Savcıdan cezaevi jandarma komutanına kadar herkesin “çingene” diyerek aşağıladığı cellat: “Bana karı asacaksın denmedi, ben karı asmam!” diyerek yapmaz görevini, iş gardiyanlardan birine kalır. İstanbullu Murat’ın “Karılar Koğuşu” romanında anlatılan hikâyesi de böylece hitama erer.
Malatya Cezaevi sadece Malatya Cezaevi değildir Murat için, Anadolu’dur, Türkiye’dir. Yoksulluğun hikâyesidir esasında anlatılan, yoksulların hikâyesi. Öyle ya, zengini zaten hapse komazlar, haydi diyelim ki koydular; bu baldırı çıplaklarla beraber yatırırlar mı ki!? Küçük yaştan itibaren ağaya hizmet ederken daha çocukluktan çıkmadan tonla tacize uğrayan kızların ileride fahişe olunca “namussuz” diye damgalanmasının hikâyesini görür Murat. Namusun, namussuzluğun ne olduğu üzerine düşünür. Üç kuruş için birbirine olmadık işler eden yoksulları görür Murat, işin acısı hepsi de o üç kuruşa muhtaçtır da ondan ederler bunları. Herkesin ağzına pelesenk olmuş günah, sevap, din, iman gibi kavramlar üzerine kafa yorar Murat, kimin kimi, ne için yarattığını düşünür. Devlet mahpushaneye “kötüler”i tıkmıştır da bu kötülüğün çerçevesini kim çizmiş, tanımı kime göre yapılmıştır? Kötü diye bellediklerimizin, bir süreliğine de olsa toplum dışına ittiklerimizin hazin maceraları içinde ahlak, iyilik, kötülük, yasalar, düzen, din vs. üzerine uzun uzun fikir yürüten Murat, gardiyanından mahpusuna yanındaki herkesin ezberine bir fiske de olsa vurmaya çalışır. Vurabilmiş midir orası meçhul.
Dönüp dönüp aynı yere geliyoruz Murat’ın hikâyesinde, esas soru şudur: Tüm bu yaşananların ötesinde büyük resmi görmemek ne kadar insanîdir? Açlıkla korkutulan, yoksullukla terbiye edilen, günahla sindirilen insanların ahlakını yargılayabilmek için ölçütümüz nedir? 6 çocuğunu ve kocasını bırakarak gardiyan Derviş’le kaçan altın dişli Şefika’nın fettanlığı tastamam kendi imalatı bir kötülük müdür? Küçücük yaşında “bağ arasında iş tutmaya zorlanan” Tözey’e ahlaksız diyebilmek için önce oturup hikâyesini dinlemek gerekmez mi? 12 yıl mahpusluktan sonra dışarı çıkar çıkmaz kerhanede soluğu alıp, rezilliğe batan, üstüne bir de tabancasını çaldıran Hacı Abdullah’ın dünyanın geri kalanı için hiç önemli olmayan dertleri, kaygıları, yaşayamadığı hayatı da mı kurtaramaz onu rezil ilan edilmekten? 1943 yılının Malatya’sında ya da 2000’li yılların herhangi bir coğrafyasında insana, insanlığa dair algımızı yöneten nedir? Murat döner dolaşır düşünür bunları. 30’lu yaşlarını süren ve dünyanın özgürlüğünü dert edinmiş bir adam için zordur muhakkak mahpusluk ama Murat farkındadır mahpusluğun başkaları için de ne demek olduğunun. İnsanlığın ne demek olduğunun farkındadır çünkü İstanbullu Murat.
Devlet ve vatan kavramları da Murat’ın kafasını sıklıkla meşgul eder, hele de küçük Aduş’un ailesinin başına gelenlerden sonra. Aduş’un babası Abuzer, üç çocuğuyla dışardadır, hamallık ederek açlıktan ölmeme mücadelesindedir; fakat bir gün polis tarafından alınarak askerlik şubesine götürülür. Abuzer’e kendisinin “asker kaçağı bir Ermeni” olduğu tebliğ edilerek diğer “gâvur”larla beraber askere alınacağı ve kendisine silah da verilmeyeceği söylenir. Kaç yılın “Müslüman Kürt Abuzer”i birdenbire devletin kendisini “gâvur, Ermeni Abuzer” ilan etmesiyle şaşkınlığa uğrar. Abuzer için çok da sorun değildir belki de Türklük, Kürtlük, Ermenilik, gâvurluk, Müslümanlık… Abuzer’in derdi kendisi askere gidince ortada kalacak üç çocuğudur. Murat’ın çabalarıyla bu çocuklara bir sığıncak bulunmaya çalışılır. Bu işe şaşan tayıncı Sefer üzülür. Murat’ın ona söylediği söz, üzerine düşünülecek cinstendir: “Üzülme, senin suçun değil. Mademki mevzu vatan borcu, tüm suç vatana ait.”
İstanbullu Murat daha türlü türlü işle karşılaşır, çeşit çeşit insan tanır. Gördüklerini, duyduklarını, Tözey’den idamlık Hanım Kuzu’ya, Hacı Abdullah’tan Şefika’ya kadar tüm mahpushane halkını arkadaşı Nazım’a da anlatır mektuplar yoluyla. Bu iki genç adam için Anadolu halkı “büyük insanlık”tır. Yoksul halkın kötülüğünün, ahlaken düşkünlüğünün, zaman zaman yozluğa varan bencilliğinin suçunu tamamen onlarda görmez, onları bu hâle sokan düzene ve işleyişine karşı öfkelerini büyütürler.
İstanbullu Murat’ın başından geçenler okunmayı, hem de büyük bir ilgiyle sonuna kadar hak etmektedir. Onun hikâyesini okuyanlardan bazıları Murat’ın da bazı marazlardan münezzeh olmadığını, kimi zaman zayıflık sayılabilecek, kimi zaman yadırganacak, bazen gülünüp geçilecek çocukluklar yaptığını görecektir. Kemal Tahir’in romanı ve yarattığı karakter aslında tam da bu sebeple kıymetlidir. Konusu insan olan romanın kahramanı da kusuruyla, marazıyla tam anlamıyla insan olmalıdır ki her şey yerli yerine otursun.
Karılar Koğuşu 1990 yılında Halit Refiğ’in yönetmenliğinde filme de aktarılmıştır. İstanbullu Murat rolünü Kadir İnanır’ın canlandırdığı bu film -romandan bazı sapmalar göstermekle beraber- Türk sinemasının en iyi edebiyat uyarlamalarından biridir zannımca. Filmin sonunda kahramanımızı, arkadaşı Nazım’a bir mektup yazarken görürüz ki artık burada söz konusu olan İstanbullu #Murat değil, Kemal Tahir’dir. Nazım’a, Malatya Cezaevinde gördüklerini “Çıplak İnsanlar” adıyla bir roman hâline getireceğini yazan Kemal Tahir, sözlerini şöyle bitirerek aslında en güzel özeti yapar: “Bu insanlar için Dostoyevski gibi, şöyle söylenebilir: Anadolu Türk’ünü çok zaman işlediği kötülüklerle değil, ruhunun derinliklerinde acı çeken büyük insanlığıyla ölçmeli, yolumuzu aydınlatacak şaşmaz ışık, bu acı çeken insanlığımızdır.”
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.