Karanlık Konakta Ne Var’ın Belkıs Süreyya’sı

  • Karanlık Konakta Ne Var’ın Belkıs Süreyya’sı

    Posted by romankahramanlari on 11 Temmuz 2024 at 13:33

    Türkçe Edebiyatın İzinde Tekinsiz Bir Kahraman:
    Karanlık Konakta Ne Var’ın Belkıs Süreyya’sı*

    Makale Yazarı: Banu Öztürk

                                                                            *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI (Ocak/Nisan 2016) 25. sayıda yayımlanmıştır.

    İlk olarak mimaride görülen gotik akımının edebiyatla ilişkisi yaklaşık iki yüz yıllık bir serüvene dayanır. Avrupa’da 18. yüzyıl ortalarında Aydınlanma hareketinin aklı yüceleştiren rasyonalist tavrına tepki olarak ortaya çıkan gotik edebiyat, doğaüstü yaratıklardan ve rasyonel-irrasyonel çatışmasını görünür kılmakta etkili bir araç olan spiritüalizm gibi akımlardan beslenir; aklın keskin sınırlarını delerek hayal gücünü en uç noktalarına kadar kullanır. İnsanoğlunun evrenin gizemlerine ve olağanüstülüklerine karşı duyduğu merak gotik edebiyatın kaynağını oluşturur. Bastırılmış duyguların, düşünülmesi bile günah ve yasak kabul edilen fikirlerin dışa vurumudur gotik. Okuru hayrete ve dehşete düşüren, geren, panikleten, yüzleşmeye cesaret edemediği her türlü korkularıyla karşı karşıya getiren tüm ayrıntılar gotik eserlerde gündelik hayatın bir parçası halini alır. Nitekim cadılar, cinler, periler, hortlaklar, vampirler, hayaletler, canavarlar, kötü ruhlar, cesetler, iskeletler, günahkâr aristokratlar, din adamları, haydutlar, suçlular, psikolojileri bozuk “tuhaf” davranışlar sergileyen insanlar gotik eserlerin tekinsiz kahramanlarını oluşturur. Büyük şatolar, ıssız dehlizler, yer altı geçitleri, hayaletlerle dolu odalar, eski malikâneler, loş salonlar ise hikâyenin gerilim dozunu arttıran ürpertici, fantastik mekânlar olarak bu kahramanlara eşlik eder.[1]

    Batı edebiyatında ilk örneklerine 18. yüzyıldan itibaren rastladığımız gotik edebiyat Horace Walpole, Matthew Lewis, Ann Radcliffe, Mary Shelley, Bram Stoker, A. Hoffman, Jean Rey, Edgar Allan Poe, Howard Phillips Lovecraft gibi yazarların eliyle klasikleşen, sonraki yazar kuşaklarını etkilemiş ve etkilemeyi sürdüren, okur kitlesi hayli yüksek bir tür olarak çıkar karşımıza. Türkçe edebiyat da ise durum biraz farklıdır. Ömer Türkeş’in de belirttiği gibi, korku türünün yakın zamanlara kadar çok az üretilir olmasında Batı’dan uygar bir edebî form olarak ithal edilen roman türünün yüksek kültürün ürünü olarak algılanmasının payı büyüktür. Tanzimat dönemi yazarlarına göre eski hikâyeden romana geçiş çocukluktan olgunluğa, hayalcilikten akılcılığa, yani ilkellikten uygarlığa geçişi ifade etmektedir. Romana toplumu eğitici/öğretici bir rol yüklenmiştir. Cumhuriyet döneminde bu rol daha da abartılır. Her alanda yürütülen yeniden inşa sürecinde aydınlanmaya yapılan şiddetli vurgu, mistik, fantastik, irrasyonel kaynaklardan beslenen korku türünü iyice cılızlaştırır.[2]

    Hiç kuşkusuz korkunun edebî bir tür olarak kabul görmemesinde Türkçe edebiyatta romanın edebiyat dışı görevlerle donatılması gözden kaçırılmayacak bir noktadır. Bununla birlikte gözden kaçırılmaması gereken bir başka nokta daha vardır: Fantastik, bilimkurgu, polisiye ile dirsek temasında bulunan ve hemen hemen aynı kaynaklardan beslenen korku türünün de popüler edebiyat, “alçak edebiyat” olarak görülüp edebiyatın dışına itilmesi ve var olan eserlerin yok sayılması durumu. Osmanlı’dan günümüze Türkçe edebiyatta bu tür eserlere rastlamak çokça mümkün. M. Âkil Koyuncu’nun 1928 yılında Kanaat Matbaası tarafından yayınlanan Karanlık Konakta Ne Var?[3] adlı romanı da bunlardan bir tanesi.

    Karanlık konakta acaba ne var!
    Karanlık Konakta Ne Var? gerek kahramanları gerek hikâyesi yoluyla akıl ile olağanüstünün karşı karşıya getirildiği, bunlar arasındaki çatışmanın sürekli kılındığı bir romandır. Romanın başkahramanlarından İrfan Sacid bir gazetecidir. Cemiyet-i umûmiye-i belediye salonunda haber yapmak üzere katıldığı bir toplantıda dinleyenleri hayrete ve dehşete düşüren bir olayla hikâye başlar. Toplantının konusu Nişantaşı’ndan Beşiktaş’a açılacak yeni caddelerdir. Ancak Karanlık Konak Sokağı’ndaki Karanlık Konak olarak bilinen yapının yıkılıp yıkılmaması mevzusu tartışmaya neden olduğundan bir türlü karara varılamaz. Tartışmalar devam ederken halim selim bir kişi olarak tanınan belediye azalarından Gıyaseddin Halim Bey kürsüye çıkar ve kürsüde yumruklar atarak kendisinden beklenmeyecek sözler söyledikten sonra düşüp bayılır. Kendine geldikten sonra söylediği “Beni affedin arkadaşlarım, beni affedin. O ben değildim. Anladınız mı? Ben değildim, o sözleri söyleyen oydu.” sözleri ise dinleyicileri daha da şaşırtır. Gıyaseddin Halim Bey’in garip halleri ve toplantı salonunda bakışlarının etkisinden kurtulamayıp tanıştığı Belkıs Süreyya adlı kadının esrarengiz sözleri üzerine İrfan Sacid’in yaptığı araştırma sonucunda adı geçen konağın zamanında bir suikaste kurban giden Sadrazam Mahmud Şevket Paşa’ya ait olduğu ortaya çıkar. İrfan Sacid’in Belkıs Süreyya adındaki kadınla arasında gelişen garip ilişki, kamuoyunu “Müntakim Hayalet” tarafından öldürüldüğü söylentileriyle tedirgin eden kesik başlı cesetlerin bulunması, Müntakim Hayalet’in Mahmud Şevket Paşa ile bağlantısı, İrfan Sacid ve Savcı Ruşen Bey’in cinayetlerin araştırılması sırasında karşı karşıya gelmeleri, İrfan Sacid’in Belkıs Süreyya’nın etkisinden kurtulamayıp iradesi dışında türlü işlere karışması ve olanlara akıl sır erdiremediği için aklını yitirme aşamasına gelmesi gibi olaylarla hikâye gelişir. İşlenen garip ve izahı zor cinayetler ve bu cinayetlerin esrarengiz Belkıs Süreyya ile ilişkisi romanda ana kurguyu oluşturmaktadır.

    Hikâye İrfan Sacid’in dilinden aktarılır. O doğrudan başından geçenleri kaleme almıştır. Ruhların, hayaletlerin, suçluların, akıl sır erdirilemeyecek olağanüstü durumların ortasında kalan İrfan Sacid gazeteci kimliği ile vakayı anlamaya ve çözmeye çalışırken her ne kadar aklın yolundan gitmeye çalışsa da ikileme düşmekten kurtulamaz. Bu yüzden daha hikâyenin başında okuru anlattıklarının gerçekliğine inandırmaya çalışır:

    Bu satırların muharriri size, hiç de kendi şahsi kanaat ve imanlarıyla alakadar olmadan tesadüfen, birdenbire karşısına çıkardığı ve iradesi haricinde baştan sonuna kadar adım adım takip ettirdiği garip, korkunç, esrarlı ve izahı müşkül belki de imkânsız vakalardan bahsedecektir. Bu satırların kari bilmelidir ki muharrir, ne kendi devr-i hayatından teşekkül eden faraziyeleri ne de zahiri hayatının sebepleri ilk nazarda gizli görünen ufak tefek tezahürlerini herkesin alakadar olacağı büyük ve umumi bir hadiseye tatbik etmiş değildir. Bu satırların muharriri, yani ben, hiçbir nazariye ve hiçbir iddia vazına niyetim olmadan tıpkı bir demir parçasının suya atıldığı zaman batmaya mecbur olması gibi, görüneni görmeye ve kaydetmeye mecbur bir fotoğraf plakı vazifesini yaparak başımdan geçenleri size birer birer anlatacağım… Şu kadar olsun söylemeden duramayacağım ki hadiselerin asıllarını, menşeilerini ve hakiki amillerini araştıranlardan –ki âlimlerdir– hiç biri hakikate vâsıl olduklarını iddia edemeyecekleri gibi yeryüzünde herkesçe bilinmiş, anlaşılmış ve kabulünde ittifak hâsıl olmuş tek bir hakikat de yoktur. İşte beni müteselli eden de kâinatta tek bir hakikat olmadığı hakikatidir. Çünkü hepsi zahiren birer hakikat olarak başımdan geçen vâkıalar meçhul kuvvetler tarafından idare edilen öyle esrarlı sergüzeştlerdir ki hakikat olmamaları hakikat olmalarından daha az tehlikeli, görünmemeleri görünmelerinden daha çok faydalı ve bilinmemeleri bilinmelerinden daha muvafıktır.[4]

    Böylelikle okur hatıralarını yazan bir kahramanla baş başa bırakılmış olur. Doğaüstü, korkunç, garip, esrarlı hadiselerin bilimle açıklanamayacağı ve “tek bir hakikat olmadığı” vurgusu anlatacaklarının teminatı haline gelir. Okur tekinsiz bir durumla karşı karşıya kalacağı konusunda hazırlanır. Dolayısıyla roman olağanüstünün alanına girmiş olur.

    Romandaki akıl ile olağanüstü arasındaki çatışma hali gerçeklik olgusunu canlı tutmanın yanı sıra bir yandan da okuru sürekli soru sormaya ve bu sorulara cevap aramaya iterek aktif kılar; bir yandan da muamma ve merak unsurlarının öne çıkmasına olanak sağlayarak şaşırtır. Korkunç cinayetleri işleyen kimdir? Mahmud Şevket Paşa’nın ruhu “Müntakim Hayalet” mi yoksa cinayet mevkiinde parmak izi, düğme, kumaş parçası gibi deliller bırakan canlı kanlı bir insan mı? Karanlık konağın ve esrarengiz Belkıs Süreyya’nın bu cinayetlerle ilişkisi nedir? Bu sorular kitabın sonuna kadar esrarını korumaya devam eder. Böylece merak unsuru sürekli canlı tutulmuş olur. Bu yönüyle Karanlık Konak’ta Ne Var? başarılı bir polisiye olarak çıkar karşımıza. Bununla birlikte polisiye, fantastik, bilimkurgu ve korku gibi türlerin melez türler olduğu, yani hem aynı kaynaklardan beslendikleri hem merak ve şaşırtma gibi unsurların bu tür anlatılardaki ortak yeri ve önemi, tam da bu sebeple birbirlerinin alanına kolaylıkla girebilecek bir zemine sahip oldukları düşünüldüğünde, Karanlık Konakta Ne Var? olağanüstü, gizemli, esrarlı olayları, tekinsiz kahramanıyla gotik unsurlar taşıyan bir roman olarak da okunabilmektedir. Nitekim Gazeteci İrfan Sacid’in ve Doktor Cevdet Nihad’ın hipnotizma ve manyetizma konusunda muazzam bir yeteneğe sahip olan Belkıs Süreyya’nın etkisi altına girmekten bir türlü kurtulamamaları, iradelerini yitirmelerine neden olan gücün varlığı, “Müntakim Hayalet”in işlediği korkunç cinayetler, Mahmud Şevket Paşa’nın ortalıkta dolaşan ruhu gibi vakalar bu yargıyı kuvvetlendirir niteliktedir. Kitabın başlığında da yer alan “karanlık konak” ise bu yargıyı kuvvetlendiren bir başka unsurdur. Korku edebiyatında sıkça rastlanan “perili ev” imgesi burada “karanlık konak”a dönüşmüştür. Konak hayaletlerin cirit attığı, sisli, puslu, tüyler ürpertici bir mekân olarak tasvir edilmez. Ancak zamanında Sadrazam Mahmud Şevket Paşa’nın oturduğu bu evde şimdi Belkıs Süreyya ile gaipten ve istikbalden haber veren, medyum Naciye Hanım oturmaktadır. Bu elbette tesadüf değildir. Karanlık konakta ne var? sorusu burada önem kazanır. Konakta olan Belkıs Süreyya’dır. Korku edebiyatının vazgeçilmez motiflerinden gizemli, esrarengiz ev, burada konak üzerinden işlenmiş ve Belkıs Süreyya karakteri ile birleştirilmiştir. Konak Belkıs Süreyya’nın planlarının bir parçası, olmazsa olmazıdır. Konak imgesi tekinsiz kahramanın tekinsizliğini vurgulamak için kullanır. Çünkü romanda geçen garip, esrarlı, olağanüstü tüm vakaların düğümlendiği nokta Belkıs Süreyya’dır.

    Belkıs Süreyya’nın esrarı

    İrfan Sacid, Belkıs Süreyya’yı ilk defa belediyede Nişantaşı-Beşiktaş arasında yapılacak yeni yolların tartışıldığı toplantıda görür. İlk bakışta kömür gibi kara ve parlak gözleriyle dikkatini çeker. Güzel mi, çirkin mi olduğuna karar veremez. Ancak otuz, otuz beş yaşlarındaki bu kadının çehresindeki son derece korkunç, sert ve esrarlı mana onu şaşırtır. Gıyaseddin Halim Bey’in kürsüye çıkıp kendisinden beklenmeyecek sözler söyleyip bayılmasında bu kadının parmağı olduğunu sezer. Sanki Gıyaseddin Halim Bey’i yerinden kaldırıp gözleriyle kürsüye götüren bu kadındır. Bu duruma bir anlam veremez. Ancak o günden sonra hayatı tamamen değişir:

    Bu kadına rast geldiğim günden beri hayatım baştanbaşa değişti desem inanır mısınız. Ben onu unuttum farz ediyordum. Fakat nasıl unutabilirdim ki… Ondan aldığım bir türlü izah edilemeyen gizli ve derin tesirle hemen bütün itiyadlarım değişmiş, bütün adetlerim tersine dönmüş ve gözümün önünde bu zamana kadar görmediğim, duymadığım hislerden mürekkeb yeni bir ufuk açılmıştı. Adeta hastalanmıştım. Mesela durduğum yerde hiçbir sebep olmadan birdenbire titriyor ve heyecanımdan yüzümün kireç gibi beyazladığını, kalbimin patlayacak gibi hızlı hızlı vurduğunu hissediyor, sanki neredeyse korkunç ve tüyler ürpertici bir şey olacakmış, neredeyse eşya tabiî uykularının içinden silkinerek canlanacakmış gibi ancak marazi bir dimağdan intişâr edebilecek vehimlere kapılıyordum.

    Her gece geç vakitlere kadar süren rüyasız, şekilsiz, kapkara fakat rahat uykularım bozulmuş, onun yerine türlü esrarengiz şekiller, ziyalar, hayaletler, kimsesiz dehlizler, sokakta yere bırakılan bir tabut, göğsünden ince bir kan sızan ölüler, gece yarısı İstanbul’un ismi hatırlanmayan fakat tanınmış ıssız meydanı, falan filan gibi hiç aşinası olmadığım zaaf ve hastalık sahneleri dolmuştu. İştahım da kesilmişti.

    (…) Bana ne olmuştu?

    Bu hallerin ilk zamanlarında, o kadının bir lahzada, üzerimde derûnî ve kuvvetli bir nüfuz tesis ettiğine akıl erdiremiyor, fakat nasıl olup da bende bu inanılmaz tahvîllerin vücuda geldiğini düşündükçe hiçbir şey bulamayarak kendimi, irademin bütün mukavemetine rağmen sürükleyen yeni doğmuş hislerin cereyanına bırakıyordum.

    (…) Gözlerin bir taş parçasına bile işleyince nüfuzu karşısında her şey müphem ve silik kalıyor ve şuurum bir ahize aleti halinde yalnız öbeklerinde kudretli bir elektrik bataryası çalışan gözlerin esrarengiz şuâını o kadar kudretli zaptediyordu ki onun hatıramdaki intibasını değil, bilakis duvarlardan, manalardan geçen ve bilfiil bana vâsıl olan, dimağımda temerküz eden esîr-i hâtıralarını görüyor gibi oluyordum. Sanki benim bu manevi buhranımı uzakta bile boş durmayan o gözler, o siyah ve kudret membaları idare ediyordu.[5]

    Olağanüstü durumlar roman boyunca devam eder. Belkıs Süreyya hipnotizma ve manyetizma yoluyla etkisi altına aldığı İrfan Sacid ve Doktor Cevdet Nihad’a her istediğini yaptırtır. Ancak Doktor Cevdet Nihad bu tekinsiz kadına tamamıyla teslim olup bu durumu kabullenip hiçbir şekilde sorgulamazken İrfan Sacid rasyonel akıl ile metafiziğin sınırlarında dolaşır. Belkıs Süreyya’nın medyum Naciye Hanım’ı Mahmud Şevket Paşa’nın ruhunu çağırmak için hipnotize ettiği, kadının hipnotizma uykusundan uyanamayıp öldükten sonra Mahmud Şevket Paşa’nın ruhunun serbest kaldığı, başkalarının bedenlerine girip onlara istediğini yaptırdığı safsatasına gülüp geçer. Fakat Belkıs Süreyya’nın karşısında iradesini bütünüyle yitirmesini akıl yoluyla açıklayamaz, arafta kalır. Belkıs Süreyya’nın tekinsizliğinin ve İrfan Sacid’in arafta kalmışlığının karşısına yerleştirilen karakter ise tamamıyla rasyonel aklı temsil eden Savcı Ruşen Bey’dir. Kamuoyunu tedirgin eden kesik baş cinayetlerinin “Müntakim Hayalet” tarafından işlenmesinin imkânsızlığını dile getiren sadece O’dur. Elinde parmak izi, düğme, kumaş parçası gibi maddi deliller vardır. Savcı katilin peşindedir, o yüzden Belkıs Süreyya’nın tekinsiz halleri üzerinde durmaz. Dolayısıyla İrfan Sacid’in anlattıkları da onun için bir şey ifade etmez. Çünkü bunlar, üzerinde düşünülmesi gereksiz hurafelerden başka bir şey değildir.

    Belkıs Süreyya’nın esrarını çözen İrfan Sacid olur. Bu ismi bir yerlerden hatırlamaktadır ama nereden?:

    Ben bu ismi sade bir saat evvel onun yanından geldiğim için tanımıyordum. Bu isim bir zamanlar bütün İstanbul ufuklarını sarmış, meyhanede, kahvehanede, evde, dairede, herkesin dilinden düşürmediği bir garabet edatı halinde senelerce yaşamıştı. Belkıs Süreyya… Evet, şimdi hatırladım. Bu kadın, bundan on üç, on dört sene evvel cinayet mahkemesinin büyük hırsız ve cani gurubuyla muhakeme edip neticede beraatına hükmettiği şu meşhur Belkıs Süreyya değil mi idi? Evet, çok evvel, harb-i umûmiden evvel, on dört sene evvel İstanbul sokaklarında türeyen bir takım otomobilli hırsızlar var. Otomobilli ve maskeli. Bunlar mücevherat mağazalarına, bankalara hücum eden, şirket tahsildarlarının yolunu kesen, mukavemet edenleri öldüren ve toplu bir halde daha neler neler yapan ve bütün İstanbul’u dehşetler içinde bırakan bir çete. Kendilerine anarşist süsü veriyorlar. Hâlbuki anarşistlikle hiç alakaları yok. Hiçbir siyasi emel peşinde değiller. Maksatları adi manasıyla soygunculuk fakat hareketleri daha esrarlı ve korkunç göstermek, tesirlerini halk arasında daha dehşetli bir şekilde yapmak için bu namı kullanıyorlar.[6]

    Belkıs Süreyya’nın kim olduğu ortaya çıktıktan sonra “Müntakim Hayalet”in sırrı da gelişen olaylar sonucunda çözülür: “#Müntakim Hayalet” imzasının ilk harfleri bir dönem ortalığı kasıp kavuran soygun çetesinin başı Mehmet Hayri’nin isminin ilk harfleriyle aynıdır. Mehmet Hayri Belkıs Süreyya’nın sevgilisidir ve yakalandıktan sonra asılmıştır. Başları kesilen maktuller de Mehmet Hayri’nin yakalanmasına neden olan Avukat Ahmed Gevheri Bey ile cinayet mahkemesi azalarından Gıyaseddin Halim Bey ve Pertev Bey’dir. Sıra dönemin Beşiktaş merkez komiseri Hacı Nusret Bey’e gelmiştir. Belkıs Süreyya’nın “bu işte kullandığı esrarengiz vasıta ve anlaşılmaz silahlara gelince”, Süreyya Belkıs beraat ettikten sonra Mısır’a gitmiş, orada manyetizma işlerine meraklı medyum Naciye Hanım’la tanışmış, hatta onunla Hindistan’a gidip “meşhur Hint fikirlerine ait bazı esrarı öğrenmiştir.” Bunları açıklayan Hacı Nusret’in kendisidir. Hacı Nusret Bey ise İrfan Sacid’in nişanlısı Neriman’ın babasıdır. Yani Belkıs Süreyya’nın amacı sevgilisinin intikamını almaktır. Bunun için Mahmud Şevket Paşa’nın ruhunun arkasına gizlenir. Belkıs Süreyya’nın esrarının çözülmesiyle hikâyedeki olağanüstü hâl olağana doğru yol alır. Nitekim açıklamalar akla yatkındır. Böylelikle rasyonel akıl öne geçer. Ancak hikâyenin sonunda dahi açıklanamayan olarak kalan Belkıs Süreyya’nın doğaüstü güçleridir. Dolayısıyla buna da bir çözüm bulmak gerekir. İmdada yetişen İrfan Sacid’in nişanlısı Neriman olur. Belkıs Süreyya ile karşı karşıya gelip etkisi altına girmeyen tek kişi Neriman’dır. Çünkü Savcı Ruşen Bey gibi Neriman da aklın timsalidir. Bu saf, temiz, narin, iyi aile kızı “melek” kadın, “kötü, tekinsiz, canavar” kadını yani Belkıs Süreyya’yı öldürerek aklın kurtuluşunu sağlar. Rasyonel aklın olabildiğince yüceltildiği bir dönemde yazılan bu roman için bu son çok da şaşırtıcı değildir. Belkıs Süreyya ölmüştür belki ama onu tekinsiz kılan olağanüstü haller de ölmüş müdür acaba?

    —————
    [1] Ayrıntılı bilgi için bkz. “Türk Edebiyatında Korku” Dosyası, Hürriyet Gösteri, Kış 2007/2008, Sayı: 292, s. 97-160.

    [2] Ömer Türkeş, “Korku Türünde İnsana Özgü Çok Şey Bulmak Mümkün”, Hürriyet Gösteri, Kış 2007/2008, Sayı: 292, s. 118.

    [3] M. Âkil Koyuncu, Kiralık Konakta Ne Var?, İstanbul: Kanaat Matbaası, 1928; Latin harflerine aktarılmış baskısı, Haz. Banu Öztürk, İstanbul: Labirent Yayınları, 2013.

    [4] M. Âkil Koyuncu, Kiralık Konakta Ne Var?, Haz. Banu Öztürk, İstanbul: Labirent Yayınları, 2013, s. 23.

    [5] M. Âkil Koyuncu, Kiralık Konakta Ne Var?, Haz. Banu Öztürk, İstanbul: Labirent Yayınları, 2013, s. 29-30.

    [6] M. Âkil Koyuncu, Kiralık Konakta Ne Var?, Haz. Banu Öztürk, İstanbul: Labirent Yayınları, 2013, s. 47-48.

     

    #sayı25 #irrasyonel #mistik #fantastik #gotikromankahramanları #hayalet #polisiye #korkudebiyatı #spiritüalizm #gotik #karanlıkkonaktanevar #belkıssüreyya #banuöztürk #akilkoyuncu

    romankahramanlari replied 1 year, 3 months ago 1 Member · 0 Replies
  • 0 Replies

Sorry, there were no replies found.

Reply to: romankahramanlari
Türkçe Edebiyatın İzinde Tekinsiz Bir Kahraman: K…
Cancel
Your information:

Start of Discussion
0 of 0 replies June 2018
Now