Roman Kahramanları
Joseph K. Zincire Vurulmuşluk, Çoğu Zaman Özgür Olmaktan İyidir
-
Joseph K. Zincire Vurulmuşluk, Çoğu Zaman Özgür Olmaktan İyidir
Zincire vurulmuşluk, çoğu zaman özgür olmaktan iyidir
I.
Yalnızca aşağıdaki okuma başlıklarını ülkemizin gündemini öne çıkarmak amacıyla ‘Dava’yı hiç okumadan bir yazıya dönüştürsem, kitabın içeriğine ve roman kahramanının kimliğine dair fikir verebilir, diye düşünebilirdim.• Vatandaş tutuklu…
• Köyde, kentte, her yerde toplu tutukluluk hali…
• Kurallı yaşamı ortadan kaldırma tutkusu.
• Kibar ama kuralların memurları, örgütsüz halk, itiraz etme hakkı, halkın kuralların nöbetçisi olma durumu…
• Konuşma (hakkı), el sıkışmanın verdiği güven ve iletişim kurma duygusu, paylaşma, saygın tutukluluk, olacaklara hazırlıksızlık.
• Devlet örgütü: Peki; ya bu örgütün varlık nedeni, baylar?
• Toplumun bireyi sorgulaması, sosyal sorumluluk, toplumla bireyin magazinsel ilişkisi…
• Savaşmak zorunda olduğunuz toplumdasınız.
• Bilinmeyen hukuk bilimi…
• Mübaşir: Zaten insan hep başkaldırır.
• Dayak, işkence, kötü muamele, baskı, onurunu yitiren zavallı insanlar.
• Taşralı itaatkâr insanlar.
• Özgürlük umursamazlıkla eş anlamlı mı?
• Kadınlar yalnızca cinsel obje.. mi?
• Avukatları aşağılayan “adliye” anlayışı…
• Dava yalnızca halktan değil, davalıdan da gizli. Devletin bekası meselesi…
• Yazar, sanki dünya dışından gelen bir gözlemci…
• Birey “tutukluluğun” farkındaysa günlük yaşamı ve psikolojisi bozuluyor.
• İnsanı güzelleştiren davasıdır.
• Zincire vurulmuşluk, çoğu zaman özgür olmaktan iyidir.
• Korku.
• Utancımız, bizden sonra da hayatta kalacak mı?Bu başlıklar yüzlerce yıldır yerinden oynamıyorsa, bilmediğimiz bir durum mu var?
II.
Son yüzyılın romanları arasında gösterilen Kafka’nın Dava’sını ve onun kahramanı Joseph K.’yı, yazıldıktan yüz yıl sonra okumak hem heyecan verici hem de oldukça ruh karartıcıydı benim için. Kendimi sırtımdan hançerlenmiş hissettim, desem yeridir.
Tam da I.Dünya Savaşı’nın başlangıcında yazılmaya başlanan (Ağustos 1914) Dava, edebi niteliği bir yana, Kafka’nın “kendine özgü” düşünce sistemine, bireyin kimlik ve özgürlük meselesine tanıklığıyla vazgeçilmez bir yapıt mıydı?
Bilmiyordum.Josef K. gibi insanları o mücadele sürecinde kazanmayı biraz denediysek de, aslında onları dışlamıştık. Öyle çok uzun uzun yüzleşmelerimiz, tartışmalarımız olmamıştı belki ama örgütsüz, daha doğrusu örgütlülüğe karşı olmaları, onları aşağılamamız için yeterli bir sebepti. Onlarla mı uğraşacaktık? Yapılacak çok şey, ulaşmamız, örgütlememiz gereken binlerce “insan”, daha da önemlisi yetiştirmemiz gereken çocuklarımız vardı. Hem, “birey”in ne önemi vardı ki? Bireyi örgütlü nefere dönüştürmek en acil ihtiyaç değil miydi? “Örgütlülük”, kutsal, sihirli bir sözcüktü bizim için. Karşımızdaki sistem bizden çok daha güçlü, yerleşik bir örgütlülüğe sahipti çünkü.
Anlıyorum; 1900’lü yılların Prag’ı; hızla sanayileşen, küçük burjuvazinin ticarete egemen olduğu, savaş yorgunu insanların yaşadığı kasvetli, soğuk bir kent. İşçi sınıfı, burjuvaziye diş geçirecek kadar güçlü değil. Devrimci hareketlerin sürükleyici rolü henüz ortaya çıkmamış, üstelik milyonlarca insanın katledileceği ilk dünya savaşının arifesi. Bu dönem tüm kapitalist devletlerin kuracağı ulus devlet sisteminin, ırkçılığın temellerinin atıldığı, devamında faşizmin egemen olacağı ve ikinci korkunç savaşa yol açacağı acımasız bir zaman kesitine denk düşüyor. Dolayısıyla bireysel, kültürel kimlikler, kapana kıstırılmış, çıkar yolu olmayan zavallı bir farelik durumuyla karşı karşıyaydı. Öyle mi?
Biraz sorudan kaçmak gibi olacak ama tarih 1900’lü yıllarda başlamıyor. Kaç bin yıllık tarihimiz var, sığınacağımız. Hoş, Kafka, K.’yı alır, Mısır, Hitit, olmadı Roma vatandaşı yaparsınız ve değişen bir şey olmaz. O, kendine özgü düşünce sistemi var oldukça Josef’in hiç şansı yoktu. Tarihi labirente, bireyi de zavallı bir fareye dönüştürmek çocuk oyuncağı Kafka için.
Tarihin yaşadığım kesitinden yola çıkarak sorgulama yapmak belki daha anlaşılabilir olacak. 30-40 yıl önce, yani 1960-70’li yıllarda K. ile çok kolay başa çıkabilirdik. Çünkü zaten K.’nın korktuğu, bireyi çaresizliğe mahkûm eden sisteme karşı “yeni bir sistem” çoktan kurulmuştu. Yalnızca kendimize özgü olmayan düşünce sistemimiz, bütün sorunları ve soruları çözüyordu. O sistemde bireyin bir “önemi” yoktu. Sistem oldukça güçlüydü ve milyonları arkasından sürüklüyordu. Tamam, bir o kadar da insan kendini feda etmişti, ediyordu sistem için. Olsun; yeni sistem için kendini feda edenler de korkmadan ölümüne mücadeleyi sürdürenler de mutluydu. K.’yı teslim alan, korkunun esiri yapan ve pek çok coğrafyada egemenliğini ilan etmiş olan sistem, bizim alternatif sistemin gücü karşısında paniklemişti.
K. gibi iyi insanların çoğu, çoktan korkularından sıyrılmış, bize katılmış, birer partiliye, militana, savaşçıya dönüşmüştü. Güçlü, donanımlı, yeni sisteme uygun inançlı kimliklerimiz vardı. Ahlakı, vicdanı, insanı, toplumsal faydayı önceliyorduk. Birey de toplumun bir parçası değil miydi? Eski sistem zaten kendi mezarını kazıyordu ve kendimizden çok emindik.
Tam da kendi ülkemizde, savunduğumuz sistemin egemenliği için kuvvetli emareler belirmişken, sadakatte hiçbir kusurumuzun bulunamayacağı “sistemimiz” yerle bir oldu.
Nerde hata ettik? Örgütlerimiz boş birer balon muydu? Yeni sistemi yeterince anlatamadık, besleyemedik mi? Yoksa yeni sistem “eski” bireylerin eline mi geçti? Yemin ederim, bilmiyorum.
Sonrasında ne oldu da varlığını inatla sürdüren, hatta daha acımasız, korkunun dehşetle egemen olduğu mevcut sisteme döndük yüzümüzü, bunu sormayın. Geçmişe yönelik, artık uzağınızda olan tarihi bir kesiti sorgulamak, tarif etmek zor değildir. Ancak, yaşarken tanıklık ettiğiniz zamanı açıklamak o kadar kolay değil.
III.
K.’yla karşılaşmak, konuşmak, eleştiri ve özeleştiride bulunma zorunluluğu oldukça can sıkıcıydı benim için. Kendisine internet üzerinden bir mektup yazıp, doğduğum kente davet ettim. O nasıl Prag’da mayalandıysa, ben de orada. Onu kent(d)inden koparıp, çocukluğumun kentinde karşılamak istedim. K., sanırım hem yurtdışı hem de Prag dışına ilk defa çıkıyor olacak. Onunla yazışmaya henüz hazır değildim. Tanışmamız, birbirimize dokunmamız en iyi yoldu. Telefonda tartışacağımıza yüz yüze, sakin, kimsenin olmadığı bir köşede konuşmayı istiyordum. Her zamanki kibarlığıyla kabul etti davetimi. Ülkemin, sistemin deney odası olan İstanbul’dan uzakta, onu karşılamak için doğduğum kente gittim.Geldi. Yüz yıldır kendisi hakkında yazılanları gözden geçirmeye yeterli vaktim olmuştu. Öldürüldüğünde sıradan Praglı bir Yahudi olan Josef K., şimdi tüm dünyanın tanıdığı bir kişiydi. Onunla konuşmadan önce hazırlıklı olmalıydım. Uzun zamandır “başkalarını” okumadığımın farkında olmaktan oldukça rahatsızdım zaten. Bırak okumayı, benim gibi düşünmeyenlerle iletişim kurmak istemediğim, hatırı sayılır yıllar var. Şimdi, yüz yıl önce yenilgiyi tatmış birisiyle, yüz yıl sonra benzer yenilgiyi yaşamış birisi olarak karşılaşmak çok ironik olacak.
Josef K.’yı nasıl tanıyacağımı bilemedim. Tarif de almamıştım. Kafka, onu romanı boyunca hiç tarif etmemişti. Esmer, sarışın, uzun, kısa, şişman, zayıf… Neyse, tarif edilmesine gerek duyulmayan bir tiptir, diye düşünerek havaalanına gittim. Tanıdı beni. “Nasıl tanıdın?” diye sorduğumda, “Benim gibi, sıradan, yenik bir kişi olduğunu düşünmüştüm”, dedi.
Doğduğum mahalleye yöneldim öncelikle. Gezerken sürekli açıklamalar yapıyordum: “İşte burası çocukluğumun geçtiği sokak, Çömlekçi Mahallesi, Telli Tabya Sokağı. Evimiz şu köprü ayağının olduğu yerdeydi. Bakma şimdi; mahalle de sokak da yok, yerlerinde yeller esse razı olurdum. Sistem, sokakları, mahalleleri tıpkı tarihe direnen insanlar gibi yok ediyor. İlk kitabımı bu evde okumuştum. Bugün gibi anımsıyorum. John Steinbeck’in ‘Bitmeyen Kavga’sıydı.” Güldüğünü fark ettim. Çünkü anlatırken gözüm sürekli üzerindeydi.
Çocukluğumun kentini gezdirme faslı sona erdiğinde yorulduğumuza kanaat getirdik. Kenti yukarıdan görebileceğimiz Boztepe’ye çıktık. Yakınında kimsenin olmadığı bir yer seçip oturduk.
IV.
“Senin gibi, korkunun esiri yüz binlerce insan doğduğum şu kentte ve başka kentlerimizde oldukça fazla K. Geçmiş yüzyılları bir yana bırakalım. 21. yüzyılda aynı trajedileri yaşamamalıyız”, diye söze girmiş oldum.Önce sessiz kaldı. Bedenini bana doğru çevirdi. Yüzünde ne benimle yüzleşme istediğine dair bir istek ne de herhangi bir utanç ifadesi vardı.
“Öncekilere dair tanıklığım yok, ama 20. yüzyılın bir korku çağı olduğunu unutma. Korku bir virüs gibi bütün toplumları, doğal olarak bizim gibi sıradan insanları esir almıştı. Kentlerde ve yakın, kolay ulaşılabilen yerlerde yaşayan insanların korkuyu defedecek bir savunma mekanizması yoktu. Korkuya itaat etmek ben ve benim gibiler için kader gibi bir şeydi. Bu kenti ve başka kentlerin insanlarını tanımıyorum. Tanımam gerekmiyor aslında. İnsanların tamamının benzer refleksleri taşıdıklarına eminim. Sen ne yaptın ki benden farklı, neyi değiştirdin?”
“Sen” sözcüğünü sanki doğal bir karşı çıkış dürtüsü gibi algıladı bilinçaltım:
“Biz,” dedim, “korkuyu yendik, senin de yaşadığın yüzyılda. Üstelik dünyanın üçte birine egemen olduk. Yenildik, sebebini bilmesem de. Kimilerimiz kabul etmese de gerçek bu. Merak ettiğim şu; korksan da korkmasan da yenilgi kaderimiz mi? Yüz yıl önce, hatta yüzyılda bir tekrar eden bir döngü mü bu?”
K., karşılaştığımızdan bu yana ilk kez yüzüme baktı. Bildiğim insanlara benziyordu, ailemde, sokakta, işte, herhangi bir yürüyüşte ilk kez karşılaştığım… O kasvetli kentte büyüyen, neredeyse paranoyak bir ruh haline onu sürükleyen “korku” yüzünde derin izler bırakmıştı. Gözlerini bana dikerek: “Korkuyla cesaret arasında eşit bir diyalog kurulabiliriz umuduyla davetine icabet ettim. Diyalogla belki sorularımıza yanıtlar bulabiliriz.”“Böylesi bir adıma ikimizin de ihtiyacı var Josef.”
V.
1924 yılında ölen Kafka, üç kız kardeşinin Nazi toplama kamplarında öldürülüşüne tanık olamamıştı doğal olarak. Pek çok el yazmasının, yine Nazilerce alındığını ve hâlâ bulunamadığını da biliyoruz. Franz Kafka, kırk bir yıllık yaşamında edindiği “korku” kültürünü Dava’yla mükemmel bir başyapıta dönüştürerek, çoğumuzun ifade etmekte zorlandığı binlerce yıllık korku mirasımızı yüzümüze çarptı.Büyük usta, Oskar Pollak’a yazdığı bir mektupta (1904) genel olarak edebiyata ve romana bakışını şöyle açıklar: “Hiç boşluk bırakmadan, durmaksızın yukarıya, hep yukarıya doğru, dürbünlerimizin menzili dışına çıkana değin, eklene eklene yükselen bir yaşamın üzerine eğilirsek, vicdanımız bir daha rahat yüzü görmez. Ama vicdanda böyle geniş yaraların açılması hiç de fena değildir; böylece her ısırığa karşı daha duyarlı olur. Kanımca, yalnızca insanı ısıran ve iğneleyen kitaplar okunmalı okunacaksa. Eğer okuduğumuz kitap, kafamıza vuracağı yumrukla bizi sarsmazsa, neden oturup okuyalım o kitabı? Senin yazdığın gibi, bizi mutlu etmesi için mi? Aman Tanrım, yok daha neler; kitaplarımız olmasaydı da mutlu edecek kitapları oturup kendimiz de yazabilirdik. Oysa bizim gereksindiğimiz kitaplar, bizi acılara boğan bir mutsuzluk gibi, kendi canımızdan da çok sevdiğimiz birinin ölümü gibi, tüm insanlardan uzak ormanlara sürgüne gider gibi, bir intihar gibi bizi etkileyen kitaplardır; kitap dediğin, bir balta olmalıdır, içimizdeki donmuş denizi kırmaya yarayan.” (Mektuplar- 1902-1924)
Sanırım “Dava” üzerine söylenecek epey söz vardır. Kendi yaşam deneyimimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim; hiçbir dava divana kalmamalı, vekilimiz hem var hem yok!
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.