JEAN-BAPTISTE GRENOUILLE YA DA OBSESİF ÖZNE

  • JEAN-BAPTISTE GRENOUILLE YA DA OBSESİF ÖZNE

    Posted by romankahramanlari on 11 Temmuz 2024 at 15:40

    JEAN-BAPTISTE GRENOUILLE YA DA OBSESİF ÖZNE*

    Makale Yazarı: Hakan Bilge

    *Bu makale ROMAN KAHRAMANLARI dergisinin Ekim/Aralık 2011 tarihli 8. sayısında yayımlanmıştır.

    “Bir sürü çiçek ama saydırmaya kalkma
    Ayrı ayrı kadınlardan koparılmış
    Kadınlardan ya hem de bilsen nerelerinden
    Kahin-klin kahin-klin
    Ben ne kadar öbür çiçekleri denesem
    Seninki gül oluyor aralarında”
    (Cemal Süreya’nın “Türkü” adlı şiirinden…)

    Arzu duyan öznenin, arzuladığının haricindekileri dışladığı insansal gerçeği obsesyona (obsession) karşılık gelebilir mi? Tutkuyla saplanılan, varlığın nihai huzur ve mutluluğu için şiddetle açlık duyulan kişi ve/ya da nesnenin gölgesine iştahla kapılanmak daha derinlerde, yaralayan, bir türlü kavuşulamayan sevgi ve şefkatin dışavurumu olabilir mi?

    Kuşkusuz evet. Bu, Patrick Süskind’in Das Parfum (Koku) adlı oylumlu metni için de geçerli bir sorunsaldır. Süskind’in romanı, daha ilk sayfalardan başlayarak sinematografik karşılıkları sezilebilecek ve ilginç temaları ile içinde kaybolup gidilebilecek bir roman. Yalnız söz konusu sinema olunca ve bunun sinema uyarlaması devreye sokulunca bazen çok da iyi sonuçlar alınamıyor.(1) Çok okunan, büyük tartışmalar yaratan yapıtlar da anında prodüktörlerin ilgi odağı oluveriyor. Sözgelimi, İtalyan yazar Umberto Eco’nun Il nome della rosa (Gülün Adı) isimli postmodern anlatısının Fransız sinemacı Jean-Jacques Annaud’un 1986’da çektiği sinema uyarlaması, mezkûr romanın zenginliği, renkliliği düşünüldüğünde çok çekici bir yapıya bürünemiyordu. Philip Kaufman’ın Çek asıllı romancı Milan Kundera’dan uyarladığı The Unbearable Lightness of Being (1988 Varolmanın Dayanılmaz Hafişiği) ise birçok detayın es geçilmesi ile birlikte kimi özgün ve sinemasal anları içinde barındıran, nadide bir seyirlikti. Evet, Süskind’in romanı da Alman yönetmen Tom Tykwer tarafından Perfume: The Story of a Murderer (2006, Koku: Bir Katilin Öyküsü) adıyla sinemaya uyarlandı ve geçtiğimiz senelerde üzerinde duruldu, konuşuldu ve tartışıldı. Tykwer’ın filmi, büyük bir yapıtın gölgesinde kalma ezikliğini taşısa da görsel (visual) vurgu ve detayları ile detaylandırma açısından sinemasal zaafları bünyesinde barındırsa da Grimm Masalları’nı aratmayan karanlık, masalsı, kuşkulu ve ürkütücü atmosferi ile yine de izlenmeyi ve üzerinde durulup düşünülmeyi hak ediyor.

    Biz bu incelemede Das Parfum’ü temelde aşk sorunsalı olmak kaydıyla, saplantının (obsession) doğası, sevginin kompleks yapısı gibi açılardan okumaya çalışacağız. Bütün bunlara odaklanırken yazınsal ve sinemasal yan yanalığın elverişli alanlarından da yararlanmaya çalışacağız.

    Jean-Baptiste Grenouille’in bir ideal uğruna hayatta kalmaya çalıştığını anımsatarak başlayabiliriz. 18. yüzyılın kokuşmuş Fransası’dır bu üzerinde köleliğin ve aristokrasinin birlikte var olduğu coğrafya. Grenouille gençliğini ve kısa yaşamını adayacağı “koku”nun merkezinde doğduğunda ilk tanıştığı uzam bir balık tezgâhının altıdır. Denizden karaya atılan balık gibi anne karnından dünyaya atılmış, ölüme terkedilmiştir… Bu ölüm-yaşam sınavını köle ordusunun neferi olarak efendisine hizmetini sunarken de verecek olan trajik-kahraman, uğruna yaşamını adayacağı arzu nesnesi ile tam da bu dönemde rastlaşır: Meyve satan güzel mi güzel bir proleter… Tenini koklayıp soluyarak kokusu ve görüntüsünü zihnine kazıyacağı güzel kız… Oscar Wilde’ın, “Herkes sevdiğini öldürür.”(2) sözünü doğrularcasına bir kaza eseri, kokusunu ömrü boyunca unutamayacağı bu güzel kızı boğan Grenouille için artık salt bir ideal vardır: Kokuyu, insan kokusunu bir parfüm şişesinde saklama, koruma yetisini kazanabilmek… Buradan itibaren muhtelif detayları hızla geçip Grenouille’in idealine yakından bakalım. Onun çabası “güzellik ideası”nın aşamalarını birer birer kat edip en ideale ulaşma çabası olarak nitelendirilebilir. Elbette “güzellik ideası”nın aşamaları parfümün katmanları ile doğru orantılı. Estetik ve felsefi anlamda “güzellik”, soyut bir kavram olması nedeniyle yerine koyulacağı bir diğer kavram ya da sözcüğün ne olduğuna dair ikircikleri de beraberinde getiriyor. “Güzellik”, eğer aşkın ortaya çıkabilmesi için bir gösterge ise, aşkın zorunlu bir önkoşulu ise, doğru yerdeyiz. Öyleyse, aşkın tetikleyici motivasyonu bir gösterge olarak “güzellik”tir. Biri olmadan öteki tek başına anlamlandırılamaz; birinin varlığı diğerinin varlığını gerektirir. “Güzellik” ve “aşk” birbirine içkindir… Grenouille, ideasına yolculuğunda, usta-çırak ilişkisini de bir basamak olarak değerlendirmeye çalışmış olsa dahi, esasen peşinden koştuğu ideaya bireyselliği ile ulaşacaktır. Bu da “güzellik” kavramının göreliliği üzerinde durup düşünmemize fırsat tanıyor. “Güzellik” aşk ve sevgi için, bağlılık için bir önkoşul olsa da aslında görecelidir. Bu nedenle Grenouille de tıpkı bir tüp veya şişede muhafaza edilen parfüm gibi, kokunun kendisi gibi kendi kozasındadır. Bu koza onun kendi obsesyonunun sınırlarını zorladığı uzamdır. Demek ki “güzellik” ve aşka, sevgi ve tutkuya, arzu ve şehvete eşlik eden kavram obsesyon olarak beliriyor.(3)

    Trajik-figürün idealine bakabileceğimiz ikinci nokta, arzu-nesnesine ulaşılıp ulaşılamayacağı ile ilintili ortajen bir olguya işaret ediyor. Olabildiğince karmaşık (complex) görünen bu psikolojik durum, İspanyol sürrealist Luis Bunuel’in arzu üretimi dolayımında saplantının satır aralarını okuduğu Cet obscur objet du désir’ini (1977, Arzunun O Belirsiz Nesnesi/ Arzunun Karanlık Nesnesi) veya Yeni Dalga’nın (Nouvelle Vague) auteur’lerinden François Truffaut’nun aşk tutkusunun yanında meşum dişiliğin (femme fatale) yerleşik kimliğine de baktığı La sirène du Mississipi’sini (1969, Evlenmekten Korkmuyorum) refere edebileceğimiz ölçüde geniş ve sağlam sinemasal örnekleri akla getiriyor. Yalnız yine detaylandırmadan ve/ama bu filmlerle ortak paydada buluşturarak idealin ikinci noktasına veya madalyonun öbür yüzüne dönelim biz…

    Anımsanabileceği üzere Grenouille, (çilesini dolduranlar gibi) sığındığı bir mağarada ilginç ve çarpıcı bir gerçekle yüzleşir. fiu: Evrendeki kokuları tanıyan, birini diğerinden titizlikle ayırt edebilen bu “koku uzmanı” kendi kokusunun olmadığını keşfetmiştir! “Yıkım” budur özetle. Kokusunun olmaması kimi açılardan inancının sert kabuğunun da çatlamasında nedensel bir fonksiyon yüklenir fakat itici bir kuvvet olduğu da ortadadır. Bu da bizi bütün öykü boyunca erkeklerin pis bir koku saçtığı, kadınların ise tertemiz koktuğu tensel bir uzama götürür. Fahişesi, aristokratı, çobanı, hülasa bu uzamdaki bütün kadınlardan birer parça kopararak, farklı bitkilerde konaklayıp nihai besine ulaşan işçi arı gibi Grenouille de her kadından devşirdiği kokuyu idealini tamamlayıp eserini seyretmek için kullanacaktır. Sonuç gerçekten de çarpıcıdır! Grenouille’in ideali onu elde ettiği mucizenin (artık ona “parfüm” demek yetersiz kalıyor çünkü) kokusunu hissedip de normal kalamayan insanlığın haz ve coşkudan, aşk ve şehvetten kendini alamadığı gerçeğine ulaştırır… İnsanlığı hazzın doruklarında gezindiren bu mucize, Grenouille için de sonun başlangıcı olacaktır…

    Bu ilineksel olmayan “son” semboliktir. Luis Bunuel ve François Truffaut’nun yapıtlarını anmamızın nedenine gelmiş oluyoruz böylece. Yaşamındaki salt gayeye ulaşan Grenouille’in, mucizesinin kendisi için herhangi bir araçsal fonksiyon yüklenmediğini görünce ölümün trajik gerçeği ile buluşmaması için de bir neden kalmayacaktır. Yaşamın ölümü de içerdiğini hatırlayınca aslında trajik tanımlaması da geçersizleşiyor. Karşıtlık, aynı kişi ya da nesnede bir arada bulunuyor aynı zamanda. Varoluşun anlamının sorunsallaştırıldığı “gri-alan”dır bu. Yaşamının anlamını bahis konusu yaptığımız idealin çekici dünyasına kilitleyen Grenouille, idealine ulaştığı andan itibaren de artık yaşamını devam ettirmesi için dayanıklı bir temel inşa edemiyor. Kurduğu bütün dizge idealin yüksek dizgesidir; gayesi de burada düğümlenmiştir. Gayeye ulaşıldığına göre artık ölüm kaçınılmaz bir sonuçtur, handiyse bir çözüm…

    Öyleyse, son olarak soralım: Arzunun nesnesi ulaşılmaz mıdır? “Öteki” imkânsız mıdır? Ne arzunun nesnesi ne de “öteki” ulaşılmaz değildir; ulaşılamaz olan anne bedenidir. Ulaşılmaz olanı biteviye çoğaltmak, onun gölgesine koşulsuzca sığınmak ise eni sonu dinsel tapınmayı, coşkusal bir ayini çağrıştıran bir edimdir. Eserini tamamlamayanlar için de sorun oluşturmaya aynıyla devam eder…

    1 Das Parfum’ün sinemaya uyarlanamayacağı konusunda görüş beyan eden Amerikalı yönetmen Stanley Kubrick’i de selamlıyoruz bu vesileyle.
    2 Oscar Wilde, Reading Zindanı Balladı, Çev: Özdemir Asaf, Epsilon Yayınları, 3. Basım, 2006, İst.
    3 Benzer bir anlatı da Pierre Boileau ve Thomas Narcejac ikilisinin birlikte kaleme aldıkları D’entre les morts’dur. Söz konusu anlatı 1958 yılında İngiliz asıllı Amerikalı yönetmen Alfred Hitchcock tarafından Vertigo (Ölüm Korkusu) başlığıyla sinemaya uyarlandı. Bu filmde nekrofilinin ve dolayısıyla nekrofili psikolojisinin müphem doğası da betimlenmeye çalışılmıştır. Bir özel detektif (private detective) olan başfigür Jeffrey’nin (James Stewart) karşı cinse, meşum dişiliğe/ femme fatale’e (Kim Novak) duyduğu açlık, temelde freudyen sembollerle görselleştirilmiştir. Elbette sinemasal imajlar; spiral uzamları, düş ve kâbusları, devasa yapılarıyla baş dönmesinin (vertigo) kaotik ruhsallığına paralel biçimlendirilmiştir.

    #PatrickSüskind #Koku #JeanBaptisteGrenouille #Dasparfum

    romankahramanlari replied 1 year, 3 months ago 1 Member · 0 Replies
  • 0 Replies

Sorry, there were no replies found.

Reply to: romankahramanlari
JEAN-BAPTISTE GRENOUILLE YA DA OBSESİF ÖZNE* Maka…
Cancel
Your information:

Start of Discussion
0 of 0 replies June 2018
Now