İstanbul’un Bir Yüzü: Eski İle Yeni Devir Arasında Bir Roman Kahramanı, İsmet

  • İstanbul’un Bir Yüzü: Eski İle Yeni Devir Arasında Bir Roman Kahramanı, İsmet

    Tarafından gönderildi romankahramanlari şu tarihte 12:08'de 11 Temmuz 2024

    İstanbul’un Bir Yüzü: Eski İle Yeni Devir Arasında Bir Roman Kahramanı, İsmet*

    Makale Yazarı: Kaan Yalnız

    *Bu makale Roman Kahramanları 36. sayıda (Ekim/Aralık 2018) yayımlanmıştır. 

    #İstanbul’un Bir Yüzü(1), Türk edebiyatında #memlekethikâyeleri yazarı olarak bilinen #RefikHalidKaray’ın ilk romanıdır. Romanın ismi ilk yayımlandığı yıl olan 1918 yılında İstanbul’un İç Yüzü şeklindedir. 1926 yılında yine aynı adla basılan roman 1939 yılında İstanbul’un Bir Yüzü adıyla yayımlanır.(2) İsmet, romanın başkişisi ve anlatıcı konumunda karşımıza çıkar. Refik Halid Karay romanını başkişisi İsmet’in hatıralarından müteşekkil bir şekilde kurgular. O, Fikri Paşa konağında besleme bir kız olarak yetişir ki Fikri Paşa’nın #Saraçhanebaşı’ndaki konağı II. Abdülhamid döneminin en önemli konakları arasında yer alır. Bu önemli devlet adamının debdebeli konağında yetişip o dönemlere yakından şahit olan İsmet’in hatıralarının nihayeti 1. Dünya Harbi dönemi ve sonrasına rastlar. İsmet bu süreç içerisinde nelere şahit olmamıştır ki. Bir cihan devletinin zayıflayıp çözülmesinden tutun da o varlık günlerinden yokluk günlerine varıncaya kadar İstanbul’un değişimi, dönüşümü, insanların başkalaşması İsmet’in hep gözleri önünde gerçekleşen olaylardır ve İsmet bunları bir roman gibi değil de hatırladığı kadarı ve sırasıyla bir hatıra defteri şeklinde yazmaya başlar. Bu veçhile İstanbul’un Bir Yüzü romanına Abdülhamid devrinden Dünya Harbi’nin son demlerine kadar olan süreçte İstanbul’un insanları ekseninde bir devrin panoramasıdır, demek yanlış olmaz. Eserde değişmekte olan Türk toplumunun eski ve yeni hâli gözler önüne serilir. Nitekim İsmet’in söylediği şu söz İstanbul’un Bir Yüzü romanının döneme tutulan bir ayna mahiyetinde olduğunu açıklaması noktasında dikkate şayandır:

    “Konakta yerleştiğimizden beri başımızdan ne maceralar geçti, neler gördük ve ne kadar şeyler öğrendik yarabbi! İkimiz de İstanbul’un göze sığmaz genişliği, ucu bucağı bulunmaz derinliği içinde öyle karışık, çapraşık yollara düştük, öyle eziyetler çektik veya sefalar sürdük ki hatırladıklarımızı olduğu gibi, süssüz ilavesiz yazıversek meydana payitahtın son zamana ait ne canlı ve ne doğru tarihi çıkar…” (s. 12)

    İşte bu noktada, belli bir zaman sonra eline kalemi alan #İsmet, hatıralarını yazmaya başlar ve İstanbul’un sosyal ve siyasi alanda günlük dinamiklerini içeren hatıralarıyla İstanbul’un Bir Yüzü’nü gözler önüne serer. Nitekim Halide Edib’in roman hakkında şu değerlendirmesi de gözlerden kaçmamalıdır:

    “İstanbul’un İç Yüzü diye Zaman’da neşrettiği roman bir roman değil, geçen günlerle maziye karışan dünle bugünün İstanbul’unun iç yüzüdür. Hakiki sanat çok vakit isimle, kalıpla, mekteple tasnif edilemeyen bir hayat levhasıdır. İstanbul’un İç Yüzü’nde ne plan, ne tertip, ne başlangıç ne de son vardır. Belki şekil itibariyla tasnif edilemez, fakat hayat ve sanat itibariyle her vakit Türk tarih-i edebiyatında bu uçan, kaçan İstanbul’un en seyyal, en unutulmaz devresinin iç yüzüdür. İstanbul’un geçen sîmaları, göçen ve uçan safhaları, yalnız bu harbin vücuda getirebileceği Türk hayat ve fert nümuneleri canlı birer silsile gibi kımıldayarak, yaşayarak önümüzden gelip geçiyorlar.”(3)

    Refik Halid tarafından İsmet’in anlatıcı kahraman olarak seçilmesi boşuna değildir. O dönemin önemli konaklarından birinde yetişmiş, terbiye ve eğitim görmüş, daha sonra İstanbul’un değişen sosyal ve siyasi yapısına şahit olan ve kendisi de bu değişim ve dönüşüme ayak uydurmayı başarmış önemli bir karakterdir. Ayak uydurmayı başarmış, Dünya Harbi’nde kendisi de harp zengini olup çıkmıştır. Yazar, roman kahramanı İsmet’in gözünden 1908 sonrasını ve İttihat ve Terakki mensuplarını, insanların nasıl zenginleştiklerini anlatmak ister ve “dönemin yarattığı fırsatlardan yararlanan bir kadını aynı zamanda anlatıcı ve eleştirici olarak da takdim eder. Dönemin kendi yarattığı canavarları yine o canavarların içinden çıkan biriyle eleştirmek, romanı etkili kılan önemli bir özelliktir.(4) Yeni devre karşı hep eleştirel bir tutum içerisinde olan İsmet her zaman romanın muhtelif yerlerinde eski devrin samimiyetinin, bozulmamışlığının ve riyasızlığının altını çizer. Denilebilir ki İsmet hep eskinin tarafında ve ona hep özlem içerisindedir.

    İsmet hatıralarını nihayete erdirirken gördüklerini ve bildiklerini “olduğu gibi, hiç değiştirmeden, süslemeden” yazdığını ve şimdi bu tasvirleri okuyan kişilerin “yolda rastgeldikleri bir çehre veya kulaktan kulağa işittikleri bir vaka karşısında (…) bir aşinalık duyacaklar[ını]” belirtir. (s. 194) Mamafih romanda İsmet’in eski devir ile yeni devrin insanlarının bir panoramasını yaptığını söylemek mümkündür.(5)

    Eski Devir

    Romanın “Eski Devirdekiler” bölümü İsmet’in bir nevi bu konakta geçirdiği senelerin hatıralarından mürekkeptir. İsmet eski devrin insanlarını, Fikri Paşa’nın konağında tanır. Dönem Abdülhamid devridir. İsmet konağa küçük yaşta kapılanmış, konağın küçük hanımının bir nevi yakın hizmetçisi konumundadır ve o, eski devri anlatırken hareket noktası bu konak ve bu konağın insanlarıdır. Bu veçhile bu satırların konakta yaşayan insanların hiyerarşisi, hizmetçi ve halayıkların durumu, konak eğlenceleri, haremin durumu, konakta yapılan siyasi toplantılar gibi eski devirde konak yaşamına dair önemli bilgileri ihtiva ettiğini söylemek mümkündür.

    Konakta yaşayanlardan “en zahmetsizi, en sessizi ve en iyi huylusu” Fikri Paşa’dır. İsmet onun sadece tek bir merakının bulunduğunu söyler: saat. Onun çalışma odasında saatlerin her türlüsünün bulunduğunu ve saat başı gelince her birinin ayrı ayrı ses çıkardığını ifade eder. Paşa, odasında bu çeşit çeşit saat tıkırtıları arasında memnun bir şekilde Evliya Çelebi’den Seyahatname’yi okur, konak içerisinde gayet münzevi bir hayat geçirir. Padişahın en sevdiği nazırlardan biri olan ve sürekli nişan, rütbe alan bu adamdan pek tabi konakta herkes çekinir. İsmet, Paşa’nın aslında “renksiz, korkusuz, hassasız bir eski devir veziri” olduğunu söyler. (s. 49)

    Meşrutiyetin ilanıyla Paşa yeni kabineye de girmiştir. İsmet, bu durumu Paşa’nın oldukça sessiz olmasına, etliye sütlüye karışmamasına bağlar. O, her dönemde hiçbir düşman kazanmamış ve kıskanılan adam olmamış, hep silik bir karakter arz etmiştir. Her dönemde yükselme teveccühü gören bir zat olan Paşa, zatürreden vefat eder. Konak sahiplerinden Paşa’dan sonra Paşa’nın validesi ön plana çıkar ve sevilir. Fakat İsmet valideyi ancak çocuk olduğu için iki üç sene görebilmiştir. İsmet’e anlatıldığına göre bir zamanlar gençliğinde eğlenmesini seven ve eğlencelere oldukça masraflar eden, vaktiyle “Boğaziçi âlemlerine şan salan İstanbul’u çın çın öttüren” yaman bir kadındır. Paşa’nın kız kardeşi olan Dilara Hanım, Bektaşiliğe meraklı, Bektaşi tekkesine yardım ve bağışlarda bulunan Paşa’nın haremini hanımefendiliğiyle temsil eden bir kadındır.

    Şadiye Hanım ise Fikri Paşa’nın kızı ve İsmet’in hanımıdır. Gayet ince, narin bir hanım olan Şadiye; resim yapar, şiir yazar, gençliğinin tesiriyle büyük bir yaşama şevkine ve kaynayıcı ruha sahiptir. Fakat “eski idare, o mahfuz ve ananeli konak Şadiye’yi sağlam bir şişe gibi, içinde sımsıkı zapte[der].” Fakat gayet terbiye bir hanım olan Şadiye meşrutiyetin ilanıyla birlikte “mantarı çıkarılmış bir şampanya gibi taş[ar], köpür[ür], kadeh kadeh İstanbul’un kirli ağzına dökül[ür].” Bu noktada Meşrutiyetin ilanıyla birlikte İstanbul’da yeni devrin hanımları boy gösterir. Bu hanımlar ahlakça düşük kimseler olarak dikkat çeker. Şadiye Hanım’da eski devirden yeni devire geçerken eski devrin hanımlığını temsil edemeyecek düzeye gelir. (s. 76) İsmet eski devirde Şadiye Hanım ile beraber geçirdiği günleri çok iyi bir şekilde yâd eder. Sürekli onunla gezmiş ve birlikte birçok macera yaşamışlardır.

    Konakta yaşayan Damat İshak Bey olumsuz bir tip olarak çizilir. Paşa’nın büyük kızı ile evlidir. Dindar bir karakter arz eder. Hatta evdeki Rum hizmetçilere Türkçe isimler koyarak onları “ihtida”ya teşvik eder. Biteviye ev halkına diyanetten, cennet ve cehennemden bahseder. Arapça gazel ve kasidelere meraklıdır ve İsmet onun eski tarzda şiirler yazdığını da söyler. Fakat Damat Bey dindar bir adam ve ırz ehli olarak görünmesine rağmen evdeki hizmetçilere onları yiyecek gibi bakar, niyetinin kötü olduğu her hâlinden anlaşılır ki evdeki hizmetçiler onunla baş başa kalmaya korkar hâle gelir. Nitekim kimseye haber vermeden evden uzaklaşır, çokça günler kendisinden haber alınamaz. Eve hiçbir şey olmamış gibi döndüğünde ise kendisini tekrar dine diyanete vererek bir tövbe evresi geçirir, kâr etmez, konaktaki genç bir sütnineye Salacak’ta bir ev açar, karısını aldatır.

    Konak İsmet açısından eski hayatın ve hatıraların merkezidir. Fakat İsmet konak dışında da pek çok şey yaşamış, görmüş ve duymuştur. İsmet’in eski zamana dair yazdıkları bu veçhile konakta yaşayan kimselerle sınırlı kalmaz. Bunlar kimlerdir? Bu insanlar İsmet tarafından yeni devrin insanlarına yeğ tutulan, yine yeni devir insanları gibi acayip karakterler arz etseler de “az zararlı, baba adamlardı[r].” “En kendini beğenmişinin bile gene etrafında olup biten işlerle, çekilen mihnetler ve sefaletlerle bir alakası; insanı hiddetlendirmeyen, göze batmayan, kana dokunmayan bir safdilliği, bir cahilliği vardı[r].” İsmet bu eski devrin insanlarını yakından tanıdığını dile getirir. Yeni devirden eski devire bakan ve hatıralarını yâd eden İsmet’e bu insanların “en müfsit ve en müzevviri” bile bugün yeni devrin simalarına nazaran “temiz ve mübarek” görünür. (s. 111) İsmet son zamanlar öyle kötü şahıslarla hayâsız adamlarla aynı mecliste bulunmuştur ki şimdi düşündüğünde geçmişin bu simaları “bir mahpusun çocukluk arkadaşlarını, mektebini düşünüşü gibi hep saf, sevimli, kabahatsiz ve günahsız bir tesir yap[ar].” Eski devirde de türlü türlü maskaralıklar olduğunu dile getiren İsmet yeni devrin eskiye olan kıyasını şu sözlerle dile getirir:

    “Fakat o bir cinayetti bu bir kital… O bir sansardı, bu bir sırtlan… Eskiden tüylerimizin ürperdiği olurdu, şimdi diken diken oluyor; eskiden yüreğimiz bulanmaz değildi, şimdi deniz tutmuş gibiyiz, ciğerimiz söküldü…” (s. 112)

    Bu bahiste eski devrin insanlarından ilk olarak Saffet Bey ele alınır. Nezaretlerin birinde müsteşar olan Saffet Bey aldığı cüzi aylığı saza söze harcayan havai bir tiptir. Zamanın en rağbet edilen hanende ve sazendeleri onun evinde toplaşır, işret sofraları kurulur. Saffet Bey gayet keyif ehli ve kalender bir adamdır, Saffet Bey aynı zamanda çıkarları uğruna nazırlara dalkavukluk eden biri asla olmamıştır. tek derdi eğlence alemleridir. “o, köşesine geçsin eline tesbihini alsın misafirler karşısına dizilip saz başlasın, dünyanın hazinelerine başını çevirip bakmazdı.” (s. 113) İsmet çocukluğunda kendilerine komşu olan Saffet Bey’in kurduğu meclislerin güzelliğini şu şekilde açıklar:

    “Onlar ne terbiyeli, kibar meclislerdi… Kulağa ağır gelen ne bir tek kelime işitilir, ne göze çirkin gelecek bir harekette bulunurlardı. İçerler, İçerle fakat terbiyelerini bozmazlardır. Küçük bir sarhoşluk ve münasebetsizlik görülmüş işitilmiş şey değildi.” (s. 114)

    İsmet, böyle meclis ve saz âlemlerinin artık yeni devirde yapılmadığının altını çizer. Meşrutiyet’ten sonra üstatlardan kimse kalmaz, sefalet ve unutulmuşluk içinde birer birer ölmüşlerdir. Bir diğer sima olan Ziya Bey ise yabancı lisan bilen, Avrupa görmüş, eski devirde alafranga bir tip olarak karşımıza çıkar. Şişman Rıza Efendi ise boğazına düşkün bir kadıdır. Gösteriş, rütbe ve nişanda gözü olmayan Rıza Efendi “yeme içmeden başka bir şey düşünmez.” “O yesin içsin de ister arkasında samur kürk bulunsun, ister pösteki… İster mesire de otursun, ister mahzende. İster ahbaplarıyla olsun, ister düşmanlarıyla.” (s. 123-121) Ülkenin durumuna karşı kayıtsız olan kadı efendi, ne meşrutiyete, ne 31 Mart’a ne de fırkacılığa aldırır. “Dünya umurunda değildi, onun yemeğine dokunulmasın, çarşı pazar kapanmasın da isterse kan gövdeyi götürsün, İstanbul cayır cayır ateş yansın…” (s. 123) Fakat Dünya Harbi ile birlikte ekonomik sıkıntılar da beraberinde gelmiş, Şişman Rıza Efendi’nin tenceresi kaynayamayacak düzeye gelmiştir. Günden güne “mutfağının şerefi alçalır, şaşaası söner.” Eski devrin bolluğu yeni devrin kıtlığına mağlup olur. Bir diğer eski devir siması olan Settar Efendizade Ahmet Bey ise jurnalcilik ve saraya dalkavukluk eder. Babıâli’de kalem müdürü olan İhya Efendizade Nazmi Bey de kötü huylara sahip olan bir başka simadır. Kavgasız tek bir günü bile olmayan bu adam kimseyle geçinemez. İmam Hacı İshak Efendi, eski devirde din adamıdır fakat olumsuz bir şekilde kendisinden bahsedilir. “Cahil mi cahil, hastalıklı mı hastalıklı, fakat müfsit mi müfsit!” İnsanlarla didişmeyi sever, tüm gayretini fesat çıkarmaya ve halkı birbirine düşürmeye vakfeder.

    Yeni Devir: Harp Zenginleri Arasında

    Osmanlı İmparatorluğu artık çözülme sürecine girmiş, yapılan savaşlar, var olma mücadelesi ve akabinde gelen ekonomik sıkıntılar insanımızı maddi manevi tükenmiş bir duruma getirmiştir. Fakat her toplumda olduğu gibi krizi fırsata çeviren insanlar bizim toplumumuzda da peyda olur. Bunlar toplumun ve devletin içine düştüğü kötü ve amansız siyasi, ekonomik durumu fırsat bilip birtakım ticaret oyunlarıyla harp zengini olan kişilerdir.

    Refik Halid, “harp zenginlerinin temel insani değerlerden uzak, israf, gösteriş ve şuursuzluk içindeki hayatlarını ve vatanın yaşadığı tehlikelere son derece kayıtsız tavırlarını farklı tipler üzerinden romanına taşımıştır.”(6) Aslında bir bakıma İsmet kendisinin de harp zengini olduğu ifade eder. O İzmir’de üzüm tüccarlarının sayesinde para kazanmayı öğrenmiş ve oradaki valinin “bir satırlık müsaadesiyle” zengin olmuştur.

    Romanda “harp zengini” veya “türedi zengin” şeklinde adlandırılan bu tiplerden ilki İsmet’in ilk aşkı ve çocukluk arkadaşı olan Kâni’dir. İsmet, Birinci Dünya Harbi yıllarında harp zengini olan Kâni ile uzun bir aradan sonra Büyükada iskelesinde karşılaşır. Kâni “cilası gözler alan narin tekerlekli, tombul atlı, oyuncak gibi küçük ve süslü bir arabadan in[er]”, üzerinde şık bir pardösü ve elinde “altın saplı baston” vardır. Kâni harp yıllarında o kadar zengin olmuştur ki Büyükada’da bir köşk, çok şık bir araba, gayrimeşru ilişkileri için Şişli’de “fingirti evi” gibi birçok varlığa sahiptir. Diğer yandan onun zenginliği kendisinde birtakım şımarıklıklara da vesile olur, öyle ki “Coeur de Janette” adlı parfümün piyasada bulunan her bir tanesini kendi almış ve o parfümü kendi kokusu hâline getirmiştir. Kâni içinde yaşadığı toplumu beğenmez. Hükûmete güvenmez, zengin olduğu için malının mülkünün elinden alınacağını düşünür. Hatta öyle ki Kâni’ye göre “halk aç biilaç, dilenciden yolda yürünemeyecek; insan cebinde parası olsa da bu memlekette şöyle can ve gönülden bir ‘Oh!’ diyemez.” (s. 190) Bu sebeple Kâni “yaşanır yeri kalmayan İstanbul’dan” uzaklaşarak “adam içinde yaşamak” için Berlin’e, Viyana’ya gitmek ister. Diğer yandan memleketin içine düştüğü kötü durum onu zerre ilgilendirmez, onda sadece eğlence, zevk ve sefa merakı vardır ve ona göre sadece “yaşamalı, yaşamaya bakmalı”dır. (s. 191) İsmet tüm bu sözlerin karşısında yeni yetme türedi zenginleri memleketlerine olan nankörlükleriyle itham eder.

    “Bu dört günlük zenginlerde ne derin bir memleket adaveti vardı. Hariçte refah ile yaşayabilmek imkânı hasıl oluverince, derhal, onlara bir vatan düşmanlığı geliyor, memleketi her vesile ile tahkir dillerinin pelesengi oluyordu.” (s. 192)

    İsmet yeni devrin simalarını aslında Kâni ve Kâni’nin eşi Şayan sayesinde tanır. Kâni’nin davetiyle birlikte Kâni’nin arkadaş meclisine giren İsmet burada yeni devirde harp zengini olmuş isimlerle birlikte vakit geçirerek onların kısa hikâyelerini anlatır. Bu isimler genellikle eğlence ve sefahate düşkün ve ahlaki açıdan yozlaşmış kişiler olarak dikkat çeker. Bu kişilerden ilk isim olan Mesud Bey, eskiden sarıklı ve parasızdır. Fakat yeni devirde eline geçen birkaç davayla birlikte zengin olur ve kendisini eğlence âlemlerine verir. Evli bir kadına gönül verir. Bu kadın o devirde hafifliğiyle meşhur olan İri gözlü Ayşe’nin kızıdır ki Mesud Bey ile sadece parası için birlikte olur. Mesud Efendi daha sonra İtalyan bir aktrisle yaşamaya başlar. Bir başka sima olan Kalay Ali Bey yeni devirde faizle zengin olan kişiler arasındadır. Harp yıllarında kalayın altından daha değerli hâle gelmesi ve Ali Bey’in kalaya yatırım yapması onun muazzam bir servet elde etmesi imkân verir. Kerim Bey ise Rumeli dağlarında eşkıya peşinde jandarma zabitliği yapmış, meşrutiyet ile birlikte İstanbul’a gelip Yıldız yağmasına katılan bir isimdir. Önce mebus ve sonra tüccar olmuş, devletin ileri kademeleriyle olan yakın münasebetleri ticaret hayatında da servetine servet katmayı sağlamıştır. Bir diğer harp zengini Lûtfi Pehlivan, İttihat ve Terakki mensupları ile yakın münasebetleri bulunan bir külhanbeyidir. Kocamustafapaşa’da cemiyetin mümessili ve müdafiidir. Cemiyetin yardımları sayesinde girdiği her işte muvaffak olarak harp zengini olur. “Kadın, kumar, içki, esrar, hülasa belki ne zevk ne iptila, ne rezalet, varsa onda mevcuttur.” (s. 101) Politikadan elini ayağını çektikten sonra kendisini daha da sefahat alemine verir. İsmet’in, Kâni’nin arkadaşları arasında tanıdığı son isim Hidayet Bey laubali tabiat sahibi, Frenkvâri hayata düşkün, devlette üst rical ile yüz göz olan, Alman sosyetelerine girip çıkan, terbiyesiz ve teklifsiz biridir. İsmet için “ölümü cihana minnet olan” Hidayet Bey, daha genç yaşında zengin ve yaşlı bir hanımı gözüne kestirerek onu kendisine âşık eder, onunla evlenir. Hanımın vefatından sonra onun servetine konan Hidayet Bey, “akıllı, hilebaz, diplomat bir genç[tir].” (s. 107) Katıldığı davette bu yeni simaları tanıyan İsmet üzülür ve geçmişe özlem duyar. “Ah, eski zaman davetleri… O ne latif şeydi, bazılarını hatırlıyorum da mahzun oluyor, hasretini çekiyorum!” (s. 107)

    İsmet’in yeni devirden tanıttığı bu harp zenginlerinin yanı sıra bir de “türedi politika zenginleri” vardır. Türedi politika zenginlerinden kasıt, İttihat ve Terakki üyeleridir. İttihat ve Terakki muhalifi olan Refik Halid’in bu bölümdeki satırlarını bir dönem eleştirisi olarak okumak mümkündür.(7) İsmet, onları Fikri Paşa’nın konağında, Paşa’nın siyaset meraklısı büyük oğlunun meşrutiyetten sonra sivrilen yeni yetişme gençleri konağa toplaması sonucu tanımıştır. Meşrutiyet zemini üzerinde yeşeren bu yeni nesil, “oturup kalkmasını yiyip içmesini bilmeyen öksüz evlat tavırlı, çoluk çocuk makulesi” gitgide daha da küstahlaşır. Bu gençler zaman geçtikçe paranın tadını ve mevkinin şerefini tadar, makamlardan makamlara geçerler. Fakat onları vaktinde koruyan, büyük insanlarla tanıştıran, yediren, içiren hatta giydiren Fikri Paşa’nın büyük oğlu İhsan Bey’i hayal kırıklığına uğratan bu yeni nesil gitgide konakla olan bağlantısını keser. İhsan Bey bu gençlere, “Hey alçaklar, maksatları makam, mesnet, mansıpmış…” şeklinde çıkışarak bu yeni yetişmelerin “eski devre rahmet okuttu[ğunu]” dile getirir. Onlar ne kadar yüksek kademelere gelseler de hâlâ külhanbeyi tabiatlarını muhafaza ettiler ve “altı yüz senelik devleti bir paralık ettiler.” (s. 108) Zira konağa gelenler makamlarının en yükseklerine geçip senelerce devleti idare etmişlerdir. Artık devir farklılaşmış, güç el değiştirmiştir. Bir zamanlarda yoksul olan bu gençler devlete sahip olunca her biri köşklere, yalılara sahip olarak haşmet ve debdebe heveslisi olur. Bir yandan ellerine geçen paraları Avrupa şehirlerinde “Paris ve Berlin’in mahbubelerine” yedirirler. İstanbul’da konaklar yavaş yavaş dağılır, parçalanır, “eski devrin o eşsiz güzelliği bu pespaye adamların elinde mahvolup [gider].” Harp devri simaları “hep böyle şanssız, bayağı, zevk vermez, kaba adamlardan ibaretti[r].” (s. 110)

    Kâni’nin hanımı Şayan’ın evine giden İsmet, burada da harp devrinin hanımlarını tanır. Bu hanımlar meşrutiyetten sonra değişen, İstanbul’un değişen kadınlarıdır. Bu değişim ahlaki yozlaşma şeklinde kendisini gösterir. Şayan’ın düğün meclisine katılan hanımlara bakıldığında, evliliğinden memnun olmayan ve mecliste bulunan erkeklere kur yapan hanımlara, morfin, uyuşturucu müptelası hanımlara, eğlence ve kumar düşkünü hanımlardan şımarık ve idraksiz genç kızlara varıncaya kadar hepsi mevcuttur. Mecliste bulunan küçük hanımları İsmet “türedi kızları” şeklinde tanımlar. Bu kızlar “vücut, şekil, elbise itibarıyla” İsmet’in gözlerine güzel görünse de “hareket ve söz cihetinden pek adi ve pek aşağı mahlûklardı[r].” “Saza, lisana, tuvalete” yeni başlayan bu küçükhanımlar, bu gibi huşulara önem vermez ve üzerinde çalışmazlar. Vakitlerini İstanbul’a inip terzi terzi dolaşıp para harcamakla geçirirler. “Biçareler pek de toy, cahil, idraksiz ve irfanız çocuklardır.” (s. 150-151)

    Mecliste bulunan hanımların sadece tütüne düşkünlükleri olmadığını, içkiye, lokman ruhuna hatta morfine bile düşkün olduklarının altını çizen İsmet, mecliste bulunan Nermin Hanım’ın eter kullandığını söyler. Seniha Hanım’ın ise başından türlü türlü evlilikler geçmiştir ve artık “hafif meşrep salonlarda, rast geldiği genç beylere musallat olarak gönlünü avutu[r].” (s.171) Bir başka hanım olan Leylâ Hanım asıl şöhreti yeni devirde başlayan hanımlardandır. Meşrutiyetin ilanından sonra kendisi iki kızı ve geliniyle birlikte siyasete atılan Leylâ Hanım, cemiyet için yardımlar toplar, “hürriyetperverlik vadisinde arı gibi, yorulma, dinlenme bilmeden çalışır.” Bu hanımlar cemiyetçe sevilen ve bilinen hanımlar hâline geldiler ve evlerinde cemiyet üyelerine sürekli davet verdiler. Bu davetlerde Leyla Hanım’ın kızları ve gelini birleşip fasla başladı mı “Selanik ve Üsküp kahvehaneleriyle şantanlarından başka âlem ve hayat görmemiş olan bu yontulmamış, rendelenmemiş, ham, hantal kütükler”, “dağlı davetliler” akıllarını kaybederler. Leylâ Hanım’ın amacı bu İttihatçı cemiyet üyelerin yükselerek mevki sahibi olmuş gençlerle kızlarını evlendirebilmek ve böylece refaha kavuşmaktır. Fakat beklenen izdivaçlar gerçekleşmez ve hürriyet kahramanları bu eve zamanla uğramaz olurlar. Artık misafirsiz ve davetsiz yapamayan Leylâ Hanım’ın evi ise umumi bir hâle gelir, aile dağılır, zelil ve sefil bir hâle gelir. Fevziye Hanım mecliste bulunan bir başka kadındır. Kendi terzisiyle anlaşarak giydiği kıyafetlere para vermez fakat kıyafetlerin reklamını yapar, İsmet onun “yeni usul bohçacılık ettiğini” söyler. Leman Hanım’dan ise bol para içerisine yeni düşmüş, “servet denizinin ortasında sakin ve rahat yüzmeye alışamamış”, “üç dört aylık bir türeme yavrusu” şeklinde bahsedilir. (s. 183) Fakat İsmet, Leman’ın hikâyesinden yola çıkarak ve sosyolojik bir tespitte bulunarak eski devrin önemli bir hususunu gözler önüne koyar: ucuzluk. İsmet eski devrin ailelerini hatırlayarak o zamanın ailelerinin az bir gelirle refah ve mutluluk içerisinde yaşamasını ucuzluğa ve paranın değerinin yüksek olmasına bağlar. Eski devrin ucuzluğu “İstanbul’un ahlakı üzerinde bir nevi mülk koruyuculuğu eder.” Yeni devir baş gösteren sıkıntılar pahalılığı da beraberinde getirir. Pahalılık ile beraber giyim kuşam merakının fakir semtlere girmesiyle kızların sukutu başlar. Bu duruma kızların aldığı kötü ve kalitesiz mektep eğitimini de ekleyince gerçek anlamda yeni devrin genç kızları açısından sukut hayatı baş gösterir. (s. 184-185)

    Eski ve Yeni Devrin Arasında Refik Halid görmesini bilen ve gördüğünü verebilen bir yazardır.(8) Toplumdaki değişmeyi güçlü gözlemciliği ile sunan(9) yazar, İstanbul’un Bir Yüzü romanında da aynı tutum içerisindedir ve toplumdaki bu kabuk değiştirme İsmet’in gözünden verilir. İsmet’in eski ve yeni devrin panoramasını yapması doğal olarak eski ve yeni devrin kıyasını da yapmasına sebebiyet verir. O karşılaştığı yeni devrin iğrenç yüzüne karşı daima eski devrin saflığını, bozulmamışlığı ve samimiyeti özler. Yeni devrin insanlarının ahlaksızlığı, şımarıklığı ve onların pis çamura bulanmış hayatları karşısında o, eski zamanların güzelliğine sığınır. Tahassürle eski İstanbul’u yâd eder. Zira İstanbul “daha ziyade eski devirde şahsiyetli ve ehemmiyetliydi.” Fakat şimdi ise “renksiz ve sefil”dir. Yeni İstanbul’u anlatırken tüm servetine ve istikbaline rağmen zevk duymaz. Şimdi mevsimlerden kıştır fakat “çeşnisiz bir kıştır.” O, gençliğinin kış gecelerini hatırlar, hâlâ o zamanlar yaşadığı hoş vakitlerin tesirini yüreğinde hisseder. Hâlbuki İstanbul’da yaşadığı bu son senelerin tesiri ise fenadır. “Yüreğim sıkılıyor, sinirlerim geriliyor, vicdanım ezaya benzer bir sızıyla doluyor. Âdeta üzülüyorum.” (s. 196) O, eskinin, İstanbul insanları için biçilmiş bir kaftan olduğunu dile getirir.

    Eski devir “büsbütün garip, doğrusu hoş bir âlem[dir].” Herc ü merc olmuş bir nesil olmadıklarını, sınıf sınıf ayrılmış olsalar da başkalarının hudutlarına tecavüzsüz yaşadıklarını dile getirir İsmet. Yine ahlaksızlıklar, fenalıklar elbette mevcuttu fakat, “kirli çamaşırlarımızı meydanda yıkamazdık” der. “Gizli köşe arar, örtülere bürünür, gölgelere kaçar, lambaları söndürürdük.” Aşk ise o zamanlar “aşılmaz bir ırmak, basılmaz bir yangın, varılmaz bir memleketti[r].” Aşka ulaşmak için “kahramanlar gibi uğraşmak, ezilip erimek, inim inim inlemek, ölümler geçirmek lazımdı[r].” “Yasak bir mal gibi, barut ve zehir gibi, gizli kapaklı, elden ele, fısıldaya söyleşe, bin zorlukla satıl[an]” aşk için “uzun uzun beklemek, özlemek, korkular, ürpermeler geçirmek icap eder.” Şimdi ise “diş fırçası alır gibi camekânda seçiyor, şöyle elimizle yokluyor, çantamıza atıyoruz; yarın bir başkası, öbür gün daha sert,, yahut daha yumuşağı… Çeşit çeşit, mebzul ve zahmetsiz.” (s. 42)

    Yeni devirde ise insanlar arasında “ne sınıf kaldı, ne derece… Ne yüksek muhit belli ne aşağı halk. Hal ve hamur olduk; hep kirlendik, hep lekelendik” diyen İsmet, artık “faziletine iman edeceği bir ahbap” bulunmamasını “bir meziyetliye tesadüf” edilmemesine kızar. Ona göre “insanın ruhuna sükûn ve istirahat verecek iki hikâye” artık işitilememektedir. (s. 190)

    Tüm bunların ardından Şişli’de apartman dairesinde penceresinden bakan İsmet, kulağına eski zamanlardaki gibi alacakaranlığın içinden bir temcit veya ezan sesinin gelmesinin, gözüne ise o pencereden eski İstanbul’un bir parçasının görünmesinin arzusuyla yaşar. Doğup büyüdüğü kendi İstanbul’u içerisinde yaşadığı gurbet duygusu, ona geçmişine dönmek arzusunu şiddetli bir şekilde hissettirse de İsmet, “aynı İstanbul içinde İstanbul’u arayarak ve artık bulamayacağı[nı] anlayarak” hıçkıra hıçkıra ağlamak ister. (s.197)

    Dipnotlar:

    * Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı Doktora öğrencisi.

    1 Refik Halid Karay, İstanbul’un Bir Yüzü, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2015. Yazıda kullanılan alıntılar bu baskıdandır.

    2 Şerif Aktaş, Refik Halid Karay, Akçağ Yay., Ankara, 2004, s. 97.

    3 Halide Edib, “Edebiyatımızın Son Simaları ve Safhaları”, Yeni Türk Edebiyatı Metinleri 4: Eser Tanıtma ve Önsözler, haz. İ. Enginün ve Z. Kerman, Dergâh Yay., İstanbul, 2011, s. 108.

    4 İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923), Dergâh Yay., İstanbul, 2016, s. 421.

    5 Bu hususta İstanbul’un Bir Yüzü ile Üç İstanbul romanları arasında ayrıntılı bir karşılaştırma için bkz. Kemal Timur, “İstanbul’un İç Yüzü” ve “Üç İstanbul” Romanlarından İnsan Manzaraları, İlmî Araştırmalar, S 18, 2004, s. 103-122.

    6 Murat Koç, Refik Halid Karay’ın Eserlerinde II. Meşrutiyet ve “İttihat ve Terakki”, TÜBAR-XXX-/2011-Güz, s. 226

    7 Ayrıntılı bilgi için bkz. Murat Koç, Refik Halid Karay’ın Eserlerinde II. Meşrutiyet ve “İttihat ve Terakki”, TÜBAR-XXX/2011-Güz, s. 209-232. Murat Koç, Türk Romanında İttihat ve Terakki (1908- 2004), Temel Yay., Şubat 2005.

    8 Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay., İstanbul, 2015, s. 123.

    9 Durali Yılmaz, Roman Sanatı ve Toplum, Kesit Yay., İstanbul, 2011, s. 99

    Kaynakça:
    Adıvar, Halide Edib, “Edebiyatımızın Son Simaları ve Safhaları”, Yeni Türk Edebiyatı Metinleri 4: Eser Tanıtma ve Önsözler, haz. İ. Enginün ve Z. Kerman, Dergâh Yay., İstanbul, 2011, s. 105-119.

    Aktaş, Şerif, Refik Halid Karay, Akçağ Yay., Ankara, 2004.

    Enginün, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923), Dergâh Yay. İstanbul, 2016.

    Karay, Refik Halid, İstanbul’un Bir Yüzü, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2015.

    Koç, Murat, Refik Halid Karay’ın Eserlerinde II. Meşrutiyet ve “İttihat ve Terakki”, TÜBAR-XXX/2011-Güz, s. 209-232.

    Koç, Murat, Türk Romanında İttihat ve Terakki (1908- 2004), Temel Yay., Şubat, 2005.

    Tanpınar, Ahmet Hamdi, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay., İstanbul, 2015.

    Timur, Kemal, “İstanbul’un İç Yüzü” ve “Üç İstanbul” Romanlarından İnsan Manzaraları, İlmî Araştırmalar, Sayı 18, 2004, 103-122.

    Yılmaz, Durali, Roman Sanatı ve Toplum, Kesit Yay., İstanbul, 2011.

    romankahramanlari yanıtladı 1 ay, 4 hafta önce 1 Üye · 0 Yanıtlar:
  • 0 Yanıtlar:

Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.

Cevap ver: romankahramanlari
İstanbul’un Bir Yüzü: Eski İle Yeni Devir Arasınd…
İptal Et
Bilgileriniz:

Tartışma Başlangıcı
0 of 0 Yanıtlar: Haziran 2018
Şimdi