Roman Kahramanları
İstanbul: Muharririnin Sedasına Bir Aksiseda
-
İstanbul: Muharririnin Sedasına Bir Aksiseda
Muharririnin Sedasına Bir Aksiseda:
Huzur’un İstanbul’una Kendini Anlatma İmkânı Verilseydi?*Makale Yazarı: Sevim Güldürmez
*Bu makale Roman Kahramanları dergisi 38. sayıda (Nisan / Haziran 2019) yayımlanmıştır.
Konuşulan söz, temel bir bildiriyi veya bir dâhinin
düşüncesini içeriyor olsa bile, eğer biri tarafından işitilmiyor
ve yeniden bulunmuyorsa, boşunadır; ölür ve ortadan
kalkar. Oradaki okyanus, onu hiç kimse düşünmediğinde
bile, olduğu ve olmuş bulunduğu şey olarak durur.
Jacques EllulBenim adım İstanbul, yani şimdilerde bana öyle sesleniyorlar, ben de “İstanbul” denildiğinde hemen dönüp bakıyorum fakat bazen benim onlara baktığımı kimse görmüyor hatta kimi zaman kimse bana seslenmiyor bile. Yine de kimileri tarafından çok sevildiğimi biliyorum, şimdi size hepsinin ismini sayamam ama konuşmama müsaade eden yazarımıza vekâlet veriyorum, onun söylediklerine kulak asmayı ihmal etmeyin ya da siz bilirsiniz, o yine de beni konuşturmaya devam edecek. Hani az evvel beni seven bazı insanların varlığından bahsetmiştim ya, onlardan biri yetmiş bir yıl evvel bir gazetede neredeyse tefrika ettiği her bölümde bana yer vermişti, tabii ben mevzubahis edilmeyecek bir şehir değilim fakat Ahmet Hamdi -sonradan sıkı dost olduğumuz için ismi ile hitap ediyorum- o sıralar beni daha iyi anlamak yahut anlatabilmek için aramıza bazı vasıtalar koymuştu, belki de beni “İstanbul” yapan şeyler onlardı, bilmiyorum, ben hikâyemi anlatayım, siz kendiniz karar verin ne düşüneceğinize.
Şimdiye kadar pek çok savaş müşahede ettim, kimileri bende başladı ve bende bitti, bunu kabul etmekte zorlanıyorum ama galiba artık biraz yaşlandım. Ahmet Hamdi romanın zamanına karar verirken benim yine endişe içinde olduğum böyle zamanlardan birini seçmişti bunu ondan söyledim, canınızı sıkmak için değil. Çünkü bütün bir dünya savaşın kıyısındaydı ve nelerle karşılaşacağımızı tecrübe edecek kadar uzun yaşamış bir şehir olarak üzgündüm. Sanırım bu durum Mümtaz’a da yansıdı ya da yaşadıkları harp atmosferi ile birleşince büsbütün karamsar bir ruh hâli ile etrafına bakmaya başladı. Diğer yandan İhsan da hastaydı, Mümtaz ona hastabakıcı aramaya çıktığı o gün, beni hem toplumsal bir vakanın hem de şahsi ıstıraplarının aralığından görüyordu, sık sık Nuran’ı hatırlıyor ve şimdilerde onsuz kaldığı için bana eski güzellikte yaklaşamıyordu. Oysa onlar beraberken beni bile kıskandıracak öyle zamanlar geçirmişlerdi ki… Gelin size önce o zamanlardan bahsedeyim.
Mümtaz’la Nuran bu hastalık ve harp hadisesinden bir sene evvel bir ada vapurunda tanışmıştı. O zamanlar ada vapurunun hangi işlevlere sahip olduğunu bugünün nazarıyla anlamak zor tabii ama o vapura binen herkes yani #İstanbul halkı hemen hemen birbirini tanır, tanımayanlar tanıştırılır ya da mutlaka bir yerden bir malumat edinilir, siz bunun için çaba sarf etmeseniz bile bir şekilde kulağınıza gelirdi. Güzel zamanlardı… Neyse, işte Nuran her zamanki gibi zarafeti ve kullandığı İstanbul Türkçesi ile Mümtaz’ın dikkatini çekmişti. Zira Mümtaz’ın bir kadını beğenebilmesi için bazı şartlar vardı ve Nuran daha ilk bakışta bunları üzerine bir elbise gibi giyinmiş görünüyordu: Nuran İstanbulluydu, üstelik Boğaz’da yetişmişti, çok güzel bir Türkçe ile konuşuyordu. Görüyorsunuz ya Mümtaz’ın Nuran’ı sevmesinde bile ne kadar çok payım var. Mümtaz, “Birbirimizi mi, yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?” diye bir keresinde kendine sorduğunda hemen Mümtaz’ın düşüncelerinin içine tıpkı onun sevdiği gibi bir ışık huzmesi hâlinde girip “Tabi, beni seviyorsun.” demeyi istedim ama kendime engel oldum. Çünkü ben zaten onların hislerinin başrolündeydim, kendilerini bende bulmuş, birbirlerini yine bende kaybetmişlerdi. Dostumun söylediği gibi bütün manalarıyla ben “bir rüyadan arta kalmanın hüznü”nü yaşatan bir şehir miydim bilmiyorum ama eğer siz görmek isterseniz o rüya hâlâ devam ediyor, Mümtaz ve Nuran’ın aşkı da öyleydi, biten hiçbir şey yoktu, arta kalmanın hüznünü yaşamak konusunda bir şey söyleyemeyeceğim, benim de kalbim biraz kırık fakat ben varım ve buradayım! Bunu bilin istiyorum.
Mümtaz, Nuran’la birlikte şehrin kendilerince bir sınırını çizmiş ve sokak sokak dolaşmıştı, üçümüz birlikte geçirdiğimiz bu zamanlarda ben onları hep uzaktan seyrettim, beni istedikleri gibi tahayyül etmelerine izin verdim. İkisi kayıkla Boğaz’da gezinir, sevdikleri, anılarında ve anlarında bulunan yerlere bazı isimler bulurlardı. Mesela Küçük Çamlıca’daki kahveye “Derûnidil” demişlerdi. Şüphesiz bunun da bir sebebi vardı: Mümtaz burada Nuran’dan Tab’î Mustafa Efendi’nin bayâtî’den aksak semaîsini dinlemişti. Musikiyle, aşkla, ışık oyunlarıyla, ağaç gölgeleri, böcek sesleri, çocukların tekerlemeleri, yıkık evleri ve yalılarıyla birlikte bir şehri düşünmek ve yaşamak güzel olmalı değil mi? Belki ben bile kendime böyle bakmamıştım, o zamanlar dostum Ahmet Hamdi’ye teşekkür etmeliydim.
İkisi birlikte sanki anahtarı yalnızca kendilerinde bulunan bir dünya kurmuş ve içeriye kimseyi almıyor gibiydiler. Nuran, Mümtaz’ın düşüncesinin evi miydi bilmem ama ben aşklarının ev sahibiydim, bundan emin olabilirsiniz. Ancak arada Mümtaz’a kızmıyor değildim. Zira bir keresinde Nuran’ı, beni, Boğaz’ı, musikiyi birbirinden ayıramadığını söylemişti. Onun ne demek istediğini anlıyorum, belki haklıdır da ama kendinizi benim yerime koyun lütfen, herkes özel olduğunu hissetmek ister ancak Mümtaz’a da haksızlık etmeyeyim. Beni bir kültür birikimiyle, sevdiği şairlerin mısralarıyla, musikişinasların besteleriyle ve yoğun hisleriyle birlikte görmesi belki de onu bana yaklaştıran en önemli sebepti, evet evet geçmişte kalan bu günler için Mümtaz’a kızmamalıyım fakat eğer şimdi konuşma imkânına sahip olmasaydım, bu beyhude kızgınlıkla yaşayıp gidecektim, bunu sizinle paylaşmak beni rahatlattı.
Mümtaz, sadece Nuran’layken beni yaşamadı, bende yaşamadı ya da hatırlamadı, bu anlattıklarım sizi yanıltmasın, yalnız başınayken de beni hiç ihmal etmedi aslında. Sahaflardan bahsettiği o sayfaları -sevgili dostum Ahmet Hamdi’nin üslubuyla söyleyecek olursak- behemehâl okumalısınız. Peki ya Kapalıçarşı’nın söz konusu olduğu kısımlar, Mümtaz eşyanın sergüzeştine vâkıf olabilen bir adamdı, o yüzden gördüğü her nesneyi uykusundan uyandırıp anının bir parçası hâline getirebilmişti. Biliyor musunuz tüm bunları #nostaljik bir biçimde sadece maziye ait şeylermiş gibi değerlendirmediği için Ahmet Hamdi’ye minnettarım.
Değişerek devam eden, devam ederek değişen her hususiyetimi ayrı ayrı sevdi Mümtaz, mehtap sefaları bunlardan biriydi. Bu gece eğlenceleri onun için Boğaz’ı bir terkip hâline getiren şeylerdi, aradığı her şey ayın aksinde mevcuttu sanki, bütün âlem onun muhayyilesine hizmet etmek için bir araya gelmiş gibiydi ve bu atmosfer onları ferahfeza peşrevinin nağmelerine savurmuştu. Nuran ayın aksinden öylesine etkilenmişti ki hepimizi ayın çekirdeği etrafındaki bir meyveye benzetmişti. Peki ya lüfer avı, eylül sonlarına doğru mehtap akşamlarına benzer bir hazla insanları kucaklardı, herkes bunun tadını nasıl çıkarmıştı tahmin bile edemezsiniz, onların hayallerine ortak olmak beni çok mutlu etmişti. Bu saadetimin devamlı surette olduğunu sanmayın sakın, bir gün öyle bir hadise yaşadım ki üzerinden kaç yıl geçmesine rağmen hâlâ unutamadım. Nuran’la üniversite yıllarından tanışan Suat isminde bir arkadaşı vardı, uzun zamandır buralarda yoktu fakat hastalandığı sıralarda Nuran’ın Fahri’den ayrıldığını haber alınca bana gelişine başka başka manalar yüklemeye başladı. Biz o bahsini ettiğim hadiseye dönecek olursak Suat bir gün Boğaz’da gezinirken zavallı bir köpek yavrusunu şartlarına göre fazla mesut olduğu gerekçesiyle sulara savunmuştu. O sırada kocaman bir dalga ile ona karşılık vermek, durdurmak istedim ama yapamadım. Suat zeki bir adamdı, böyle bir şeyin tesadüfi olmadığını hemen anlardı. Neyse ki çabucak müdahale edip köpeği sudan çıkardılar. Bu hadiseyi hep Suat’ın ismiyle birlikte düşünürüm, belki bu adın manasına merak edip bakarsınız ya da söylenişi bir şeyler çağrıştırır size. Ahmet Hamdi de zeki bir adamdır tıpkı Suat gibi, ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi?
Mümtaz’ın sevdiğim bir özelliği vardı, bana mısralarla yaklaşıyordu. Hani Yahya Kemal’in “Erenköyü’nde Bahar” şiirinde “Çok kerre hayalimizde canan/Bir şi’ri hatırlatan kadındı.” demesi gibi, Mümtaz’a göre de ben bir şiiri hatırlatan şehirdim galiba. Mümtaz, Sahaflar’da #Mısırçarşısı‘ndaki dükkânları andıran bir yeri görünce hemen Mallerme’in “Meçhul bir felâketten buraya düşmüş…” mısrasını, başka bir gün Kanlıca’dayken Yahya Kemal’in “Günler kısaldı… #Kanlıca‘nın İhtiyarları/Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharı.” beyitini hatırlamıştı. Bunlar içimde sevinç duymamı sağlayan küçük ama önemli anlardı benim için. Hayat, insan ömrü için böyle zamanlardan ibaretti, ben de yavaş yavaş size benziyordum sanırım.
Mümtaz, dolaştığı yerlerde bulunan camilere ayrı bir özenle yaklaşıyor, durup üzerlerine uzun uzun düşünüyor hatta bazen içinde bulunduğu semtlere dair bu camilerin konumundan kaynaklı bazı tespitler yapıyordu, bu durum benim de hoşuma gitmişti. Bir defasında bir türlü bitmeyen bir hazine olarak nitelendirdiği Üsküdar’da bulunan dört büyük camiden dolayı “Üsküdar’da hakiki kadın saltanatı var.” demişti de bunu zihninden nasıl geçirebildiğine şaşırıp kalmıştım, Mümtaz’ın hakkı vardı ve en önemlisi de ne biliyor musunuz, bunu Mümtaz’dan önce kimse düşünmemişti.
Mümtaz, Beyoğlu’nu ise diğer semtlerden biraz farklı anlatmıştı, yani farklı derken gerçekten öyle olmadığı için demek istemiyorum, sadece Mümtaz’ın kelimeleri, etrafındaki nesnelerden ve oluşan kültür dairesinden hareketle hüviyet değiştirmişti. Tepebaşı’nda küçük bir bistroya girer girmez tango sesi ile yağmur sesinin birbirine karıştığını duydu mesela, ferahfeza onu burada takip edemedi ya da ben biraz fazla teferruatta boğuluyorum, zira Mümtaz, beni tanımak için elinden geleni yaptı çünkü beni tanımadıkça kendini bulamayacağını düşünüyordu, sadece bazı semtlerimi daha fazla sevdiğini hissediyordum bu kadar. Nuran’la #Kocamustafapaşa‘ya gitmek için yola çıktıkları o günü hatırlıyorum da etraftakileri yıkıntılar arasında gezinen hasta ve yorgun çehreler olarak görmüş, beni ve burada yaşayan insanları birbirimize benzetmiş ancak her ne olursa olsun “yaldızlı taşı kırık bir geçmiş zaman çeşmesi” gibi güzellikleri de fark etmeden geçememişlerdi. Ahmet Hamdi de böyleydi, insanların çirkin olarak nitelendirdiği şeylerde güzeli görebilmenin bir yolunu mutlaka bulurdu.
Bir yığın aynadan bir kâinat içinde yaşayan Mümtaz’ın Nuran’a, bana ve bütün her şeye bu aynaların içinden bakmadığının bir teminatını size veremem, gerçek ve hakikatin ayrımını da anlatacak değilim, buna lüzum görmüyorum. Ben Huzur’un İstanbul’u olarak söylemek istediklerimin bir kısmını söyledim, işin içine zaman zaman İstanbul da dâhil oldu, ona engel olamazdım, üzerimde söz sahibi olduğunu siz de biliyorsunuz, o yüzden mazur görün. Semt semt benden nasıl bahsettiklerini anlatacak zamanım olsaydı keşke, bunun için üzgünüm ama başta da söylediğim gibi yaşlı bir şehirden çok fazla şey söylemesini beklemeyin, ayrıca Ahmet Hamdi ile hatıramıza ihanet etmek istemem.■
———-
Kaynak
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Huzur, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001.#Sayı38 #JacquesEllul #AhmetHamdiTanpınar #huzur #SevimGüldürmez #Mümtaz #istanbul
Üzgünüz, hiçbir yanıt bulunamadı.